Ölümün geldiğini bilmeden gitti o. Soluk alamadığı zaman, "nefes
alamıyorum!" diyebildiği son sözlerini söylediği zaman bile. Son
sözlerinin son sözleri olduğunu bilmeden ayrıldı yaşamdan. Yaşamla içiçe,
yaşam coşkusuyla içiçe, geleceğe sözlü bir insan, ölümü nasıl uzakta bir
şey olarak düşünürse öyle. Askeri Cezaevi'nin dış nizamiyesi önüne bizi
arabasıyla getiren amcamla Rana'dan ayrılırken biz, İlhan, "Ağabey" diye
seslenmişti hemen iki adım arkamdan, "baksana Rana ablam ağlıyor". Geriye
dönmüştüm. İlhan gülerek, "Ağabeyim bu kadar içeri girdi, seni ağlarken
görmedim, Rana abla, şimdi ne oldu?" demişti. Rana, "Bu, başka bir şeye
benziyor İlhan!" diye yanıtlamıştı sorusunu, son sorusunu. İkimizi, iki
kardeşi, bu kez, cezaevine birlikte girerken görmenin ötesinde bir duygu
olmalıydı.
İlhan gülerek yürümüştü cez aevinin nizamiyesine. Gülerek giriverdik,
cezaevinden içeri. Yüzlerce kez geldiği, görüş için, ilaç fanila getirmek
için, kitap ve dosya getirmek için yüzlerce kez geldiği cezaevlerinden
birine ilk kez giriyordu. İlk kez kelepçeleniyordu. İlk kez kelepçelendik
dış nizamiyeden iç nizamiyeye gidene değin. Ölüm bana daha yakın, ölüm
benden daha uzaktaydı İlhan'a.
Onu verdikten sonra düşünüyorum da, İlhan, son üç yılında, ölüme kurulan
pusudan birkaç kez dönmüş, ama onun ölümden döndüğünü bilememiştik. Kasım
1979'da yedi kişinin kurduğu pusudan İlhan çıkardığında beni, ölümü
yalnızca benim için düşünmüştük. Pusunun hedefinde İlhan'ın olduğunu,
olabileceğini düşünmek bile istememiştik. Devlet dairelerinden devşirme
bir belediye otobüsü, İlhan'ın duran arabasını ikiye katladığı ve
İlhan'ın ölümden kılpayı kurtulduğu zaman da, bunun bir tertip olduğunu
düşünmeye yanaşmamıştık.
Daha dün bir savcılık kararı geçiverdi elime. Bir dost göndermiş
İzmir'den, İlhan'ın bir "sunuş" yazarak yayınladığı "Görünmeyen Hükümet
CİA" hakkında bir toplatma kararı bulunduğunu öğrendim bu belgeden.
Cezaevi iç nizamiyesinde, hangimizin küçük olduğu saptanmak istenirken
de, ne İlhan ne de ben, ölümü göremedik.
İlhan'ın ölümünden sonra anlattılar. Babam, çocukken İlhan'ın yıldız
falına bakmış. Yıldız falı adıyla andıkları bir kitaba. İlhan'ın otuz
altı yaşında öldürüleceğini okumuş falında. Öldürüldükten sonra da ününün
tüm ülkeye yayılacağını. O zaman rengi uçuvermiş İlhan'ın. Bu ürküsünü
uzun süre içinde taşımış olmalı ki, akraba çocukları, herhangi bir
isteğini yerine getirmediği zamanlar, "Ama ben öldürüleceğim, o zaman
üzülmez misin?" diye üstelermiş. Büyüyünce unutmuş olmalı ki, kendisinden
hiç işitmedim bu anısını.
Yayınlanan tutanaklardan okumuştum. Doğan Öz'e tabancasını doğrultup
ilerleyen katil, onunla bir an göz göze geldiğini anlatır. Doğan'la ölüm
arasında, Doğan'ın ölümü düşünmesiyle ölümü arasında kısa da olsa bir an
bulunduğu düşünülebilir. İlhan'ın ölümü bir an olsun görememiş olması,
belki onu düşünürken dindirici olabilir, ama onu vermiş olan benim için
acıyı büyüten bir "körlük"ten başka ne ki!
Kimi dostlar benden, İlhan'ın yazılarını istiyor, örneğin yazın ve sanat
konusundaki yazılardan birini ya da birkaçını. Ya da başka bir konudaki
yazısını. Açıkça söylemem gerekir. İlhan birkaç önsöz, birkaç yanıt
dışında, yazı yazmadı. O, düşüncesini, iki yayınevinde ve yaşamında
somutlaştırdı. Ülkesinin demokratikleştirilmesi, bağımsızlaşması ve
devrimcileşmesi doğrultusundaki yaşayışında yansır onun düşüncesi. Burada
anlatılması bugün için erken bulduğum yaşamında, özverili yaşamında ve
savaşımında tümleşir ve yücelir varlığı. Metin'in onun için yazdığı ilk
şiirlerinden birinde söylediği gibi, "İlhan, "sessiz bir kahramanı"dır
savaşımızın. Öldürüldüğünde, öldürüldüğünü yazan ve kendisini tanımayan
bir gazetede, küçük bir haberde "İlhan Erdost adlı biri"dir, ve kendisini
tanıyan gazete ise altı sütuna manşet.
Öldürümü seçenlerin yöntemleri zamanına göre değişir. Ama her zaman bir
"değer"i, bir "değer" olanı seçerler. Amaçlarına göre değişir yöntemleri.
kimi zaman adları yaygın olanı, kimi zaman adları bilinmeyeni. Bu seçiş
bilinçli bir seçiştir, zamana göre değişen bir seçiştir. Bize, hangimizin
büyük olduğunu sorduklarında, kâğıt üzerindeki bir yanlışlığı düzeltmek
istediklerini sandığımızda, İlhan'ın seçilmiş olduğunu anlayamamanın, bu
körlüğün acısıyla da dolu dolu oldum, olacağım.
Politzer için bir dostunun yazdığı yazı, "O Bir Gülüştü" diye başlar.
İlhan için de yinelenebilir. O Bir Gülüş'tü. Yalınlığın gülüşü. Özverinin
gülüşü. Umudun gülüşü. Bağımsızlığın gülüşü. Özgürlüğün gülüşü.
Çocukların gülüşü. Gülüşün gülüşüydü. "İlhan İlhan" diye seslendiğim
zaman ilk kez gülmediğinde, sustuğunda, onun henüz sıcak bedeninin,
ölümle buluştuğunu nasıl bilemedim.
İlhan, biliyorum, yalnız "İlhan" değil, "İlhanlar" o. O, kendi anlamının
üstünde ve ötesinde, nice kardeşinin adını, bir bakıma kendi adında da
simgeliyor, küçük dostlarının, ağabeylerinin adını da.