ÖYKÜ

Ahmet Türkay   






KIR ÇİÇEĞİ


Aşırı gerilim, zorlanma yüzünden beyni çelik bir elin avucunda sıkılırmışçasına sancıdı. Gözlerini yumdu; hızarların sağır edici gürültüsünü dinledi. Açmaza saplanmış, umarsız gibi görünen sorunsala çare aradı. Çözümsüzlüğe çıkar yol olarak borç isteme yöntemi üzerine yoğunlaştı. Muhasebeye gitmiş, müdüre başvurmuş, hiçbir yerden beş kuruş koparamamıştı. Kimden isteyeceğine karar vermeye çalışırken, arkadaşları başına üşüştüler. Soracakları sorunun yanıtını çehresinin somurtkanlığında gördüklerinden, kimse bir şey sormadı.

Kadana gibi, güçlü, herkesle dost geçinen Maria:“Keşke inşaatım olmasaydı,” diye sızıldandı.

Çalışma arkadaşlarından Çingene Sotir, dalga geçtiği, kadınlığı aşağılayan sözler ettiği, Maria’dan,alnının ortasına bir sağ kroşe yediği, köksüz ağaç gibi düştüğü gün,arkadaşları ona erkek gibi güçlü Maria demişler, olayla birlikte bu deyiş de köşe bucak fabrikaya yayılmıştı.

Söylemlerinde kolaycacık, sayısız kez evleniveren şaşı gözlü Nedka:

“Bu sefer iş ciddî. Haftaya kesin evleniyorum, tatlım,” dedi.

Kasabanın en yakışıklı delikanlılarının peşinde koştuklarını ama hiçbirine pas vermediğini anlatmaya bayılırdı.

“Dün gönderdim harçlığını,” dedi, kızı üniversitede okuyan kereste fabrikası ustabaşısı ve dün, gerçekten kızına para göndermiş, çalışma arkadaşına borç veremiyormuş gibi yazıklandı.

“Ben verebilirim,” dedi Sefer, arkadaşlarının ikiyüzlülüklerine iğrenerek içinden tükürdü. “Kirli bakışların kirletemediği, çekici, taze,bir kır çiçeği o. Ya da düşlemlerimin yarattığı çarpıcı, vurucu bir imge,” yargısına vardı.

Çürümüş, kokuşmuş, mikrop yuvası şu yaşamda onu bir umut, çare, kurtuluş, düşünüp konuşabilen iki ayaklıların bir çelişiği, gerçek insanın ta kendisi gibi görürdü. Toplum bireylerinde olmayan ilginç özellikler taşıdığına, iyilik, anlayış, hoşgörü erdemlerini insanlara sevdirmek için dünyaya geldiğine inanırdı. Kendini eritmekten, bitirmekten onur duyduğunu düşünürdü. Özverili,katışıksız insan sevgisini ululadığı, Tanrılaştırma yüceltimine çıkardığı görüşündeydi.

Kır Çiçeği’nin, gölgelerin parçalandığı, silinip gittiği yüzü, ansızın gelen sevincin parıltısıyla ışıladı.

“Doktorlar yürüyemeyeceğini söylüyorlar ya yine de bir umut işte.”

Sefer: “Trafik kazası mı?” diye çekinerek sordu. Sesinin kıldan ince tellerinde çıtkırıldım bir inceliğin yalınç tınısı duyumsandı.

Kır Çiçeği dalgınlaştı. Aydınlığın iç açıcı pırıltısı, alımlı çehresinde donuklaştı. Yerleşik üzüntülerinin yıktığı, sevinç yıkıntıları altından geldi dolukan sesi:

“Kamyon şoförüydü. Yolların kayganlaştığı, yağışlı bir kış günü, dağ uçurumundan…”

İçine biriken acılar gözlerinde kıvıl kıvıl kaynaştı. Birden hırçınlaşarak:

“O eyyamcı kardeşi var ya!...” dedi.“İnanın, zıvanadan çıkarıyor beni. Gittim, ağabeyini bir ortopedi uzmanına götüreceğim, para lazım, dedim. Zırnık koklatmadı. Zıkkımlanmaktan başka derdi yok. Olsa kaynanam verirdi ama… Onda da yok. İyi ki ben işteyken kötürüm oğluna bari bakıyor.”

Bakışların akınından kurtulamayan, ne etli, ne ince dudaklarından üstekini inci taneleri gibi dişlerinin arasına aldı, kanatırcasına sıktı.

“Fasulye gibi kendini nimetten sayan, duyarsız, acımasız, megolaman babam! Çektiklerimi duydukça umarım, zevkten dört köşe oluyorsundur. Ama Türklerin şu ünlü sözünü unutma; düşmez kalkmaz bir Allah!”

Kor gibi yakan, kınama dolu sözleri Sefer’in garibine gitti. Bir evlat babası için ilenç dokulu bunca gönül kırıcı söz söyler miydi? Kuşkusuz bir nedeni vardı ki Kır Çiçeği’ne söyletiyordu. Erkek Gibi Güçlü Maria’yı bir kenara çekerek, babasıyla arasında geçenleri sormak istedi. Ancak artık yalakası, soytarısı olan Sotir’in onu kahkahalara boğduğunu görünce,bunu başka bir güne bıraktı.

O hafta sonu, kasabanın batısına doğru ilerlerken, içten içe bir şeyler kurduğunu sezinledi. Ilıcak bir duygunun içinde kıpırdamasından utandı. Yersiz düşlemlere kapılmakla kendini suçladı. Birkaç gündür gönlündeki gizli, bilinçli bir devinmeden hoşlanışına içerledi. Öte yandan usu da sanki bu tatlı, zevkli oluşumdan etkilenmişti. Yerleşme kararlılığındaki bir düşüncesinde, sabırsız gül tomurcuğu gibi patlamıştı Kır Çiçeği! “Niye duygularımda, düşüncelerimde yalnız o var?” diye kendine sordu. Gönlüne böyle apansız girivermesiyle onu hazırlıksız yakalamıştı. Unutmak istiyor, unutamıyor, kovmak istiyor, kovamıyordu. Damlar gibi gelişiyle yüreğinin de aklını başından almıştı. Kimi, tinin evrensel derinliğinde, kimi de imgeleminin turuncu çevreninde ince aşk yeli gibi esiyordu. Üç gündür işe gelmemesi düşüncelerinin duruluğunu bulandırmış, içini kemiren, oyan, türlü yargılara götürmüştü. Neredeydi, nereye kaybolmuştu Kır Çiçeği? Baş edemediği gizli bir merak bıçkınlığa soyunarak,içinde afili gövde gösterisi yaptı.

Lülesi dolu doluya akan bir çeşmenin yanından, Arnavut kaldırımlı, motorlu taşıtların giremedikleri, dar bir sokağa girdi. Onun oturduğu evi nasıl bulacağını düşünürken, karşıdan kürk mantolu, kürk şapkalı, suratı buruş buruş yaşlı bir kadın göründü.

“Kosta Karabekir’in evi mi? Az ileride, taş duvarla çevrili, betebe sıvalı ev,” dedi kadın.

Duvarı çepeçevre dikenli telle sarılı evin sokak kapısından avluya girdi. İki katlı,demirli beton yapının bakımlı bir bahçeciği vardı. Genişçe avlunun yarısı, süslü karo taşlarla döşeliydi. Sıcak yaz akşamları onu burada yemek yerken imgeledi.

Ne duyduğu yerinme içinde yatıştı, ne de onu buraya getiren nedeni açıklığa kavuşturabildi. Verdiği borç paranın ardına düşecek kadar alçalmış olamazdı. Bu aşağılık düşünceyi düşünmek bile midesini bulandırdı. Utancından kulaklarının arkasının bile kızardığını sandı. Zilin düğmesine bastığında, yüreği küt küt, delice çarptı. Birkaç saniye bekledi; ardı ardına yeniden çaldı. Ses seda çıkmayınca kulağını anahtar deliğine dayadı, içerisini dinledi. Beklediği ayak sesleri işitilmedi. Hem anahtar deliğinden, hem de kapının aralığından delici bir sessizlik sızıyordu. İrkilten bir kuşku içinde çekinmeden gezeledi. Kapının kolunu hafifçe bastırdı. Sokak kapısı gibi o da kilitli değildi. Geniş, uzunca koridora girdi. Yollukların renk tonlarının sessiz cümbüşünü çiğneyerek soldan birinci kapıyı açtı.

Odada eşyalar derli topluydu. Demin yapılmış gibi özenli bir temizlik önünde saygıyla eğildi. Duvar saatinin tiktakları ortaya çöken ıssızlığı daha da derinleştiriyordu. Sol köşeden gelen hafif bir kımıltı bakışını oraya çekti. Bir deri bir kemik, erimiş bitmiş görünümüyle kötürüm adam Sefer’e donuk donuk baktı. Elmacıkları çıkık, tıraşı uzamış, solgun çehresinden durumu anlamaya çalıştı. Yaşamla ilişiğini kesmiş bu kuru, cansız yüzde adamın yaşadığını tanıtlayan hiçbir belirti yoktu. Çukurlarına kaçmış, ışıltısı sönük gözlerinde de yaşamdan elini eteğini çekmişlerin kayıtsızlığı vardı.

Kötürüm adam: “O gitti…” diye fısıldadı.

Şaşkınlığı derin bir şoka dönüştü. Nereye gitmişti? Bilinci ivedilikle Kır Çiçeği’nin yeğleyebileceği iki seçenek üretti. Üniversiteden ayrılarak ayaktakımı insanlardan bir şoförle evlendiğini onuruna yediremeyen (Erkek Gibi Güçlü Maria’dan babasının, Komünist Parti il örgütünde önemsiz bir memur olduğunu ama kendini Yalova Kaymakamı sandığından, küçük düşürülme ezikliği yaşadığını öğrenmişti) babasıyla barışmış ya da başka bir erkeğe kaçmış olabilirdi. İkinci seçeneği ona yakıştıramadığı için güçlü bir olasılık olarak birincisine yaslandı. Derken, üçüncü bir seçenek daha bilincinde belirdi; başkent veya diğer büyük illerden birine kapağı atarak izini yitirtmiş de olabilirdi. Bu olasılığı ayırıp atmadı. Belki yaşamın kıyımlarına, yıkımlarına bu kadar dayanabilmiş, belki yüreğindeki yaraların zonklaması onu bunu yapmaya zorlamıştı.

“Ağırlığı altında dimdik durduğun güçlükler, kökünü kazıyacağına yemin ettiğin kötülükler de gidişine ağlıyor, Kır Çiçeği!” dedi Sefer. “Keşke direncini, kararlılığını bıraksaydın bizlere giderken!”

Gönlünü daraltan ruh sıkıntısından kurtulmak için kaçar gibi kendini dışarı attı.



dizin    üst    geri    ileri  




 12 

 SÜJE  /  Ahmet Türkay  /  yirmi beş kasım iki bin on beş     13