Aşırı gerilim, zorlanma yüzünden beyni çelik bir elin avucunda
sıkılırmışçasına sancıdı. Gözlerini yumdu; hızarların sağır edici
gürültüsünü dinledi. Açmaza saplanmış, umarsız gibi görünen sorunsala
çare aradı. Çözümsüzlüğe çıkar yol olarak borç isteme yöntemi üzerine
yoğunlaştı. Muhasebeye gitmiş, müdüre başvurmuş, hiçbir yerden beş kuruş
koparamamıştı. Kimden isteyeceğine karar vermeye çalışırken, arkadaşları
başına üşüştüler. Soracakları sorunun yanıtını çehresinin
somurtkanlığında gördüklerinden, kimse bir şey sormadı.
Kadana gibi, güçlü, herkesle dost geçinen Maria:“Keşke inşaatım
olmasaydı,” diye sızıldandı.
Çalışma arkadaşlarından Çingene Sotir, dalga geçtiği, kadınlığı
aşağılayan sözler ettiği, Maria’dan,alnının ortasına bir sağ kroşe yediği,
köksüz ağaç gibi düştüğü gün,arkadaşları ona erkek gibi güçlü Maria
demişler, olayla birlikte bu deyiş de köşe bucak fabrikaya yayılmıştı.
Söylemlerinde kolaycacık, sayısız kez evleniveren şaşı gözlü Nedka:
“Bu sefer iş ciddî. Haftaya kesin evleniyorum, tatlım,” dedi.
Kasabanın en yakışıklı delikanlılarının peşinde koştuklarını ama
hiçbirine pas vermediğini anlatmaya bayılırdı.
“Dün gönderdim harçlığını,” dedi, kızı üniversitede okuyan kereste
fabrikası ustabaşısı ve dün, gerçekten kızına para göndermiş, çalışma
arkadaşına borç veremiyormuş gibi yazıklandı.
“Ben verebilirim,” dedi Sefer, arkadaşlarının ikiyüzlülüklerine iğrenerek
içinden tükürdü. “Kirli bakışların kirletemediği, çekici, taze,bir kır
çiçeği o. Ya da düşlemlerimin yarattığı çarpıcı, vurucu bir imge,”
yargısına vardı.
Çürümüş, kokuşmuş, mikrop yuvası şu yaşamda onu bir umut, çare, kurtuluş,
düşünüp konuşabilen iki ayaklıların bir çelişiği, gerçek insanın ta
kendisi gibi görürdü. Toplum bireylerinde olmayan ilginç özellikler
taşıdığına, iyilik, anlayış, hoşgörü erdemlerini insanlara sevdirmek
için dünyaya geldiğine inanırdı. Kendini eritmekten, bitirmekten onur
duyduğunu düşünürdü. Özverili,katışıksız insan sevgisini ululadığı,
Tanrılaştırma yüceltimine çıkardığı görüşündeydi.
Kır Çiçeği’nin, gölgelerin parçalandığı, silinip gittiği yüzü, ansızın
gelen sevincin parıltısıyla ışıladı.
“Doktorlar yürüyemeyeceğini söylüyorlar ya yine de bir umut işte.”
Sefer: “Trafik kazası mı?” diye çekinerek sordu. Sesinin kıldan ince
tellerinde çıtkırıldım bir inceliğin yalınç tınısı duyumsandı.
Kır Çiçeği dalgınlaştı. Aydınlığın iç açıcı pırıltısı, alımlı çehresinde
donuklaştı. Yerleşik üzüntülerinin yıktığı, sevinç yıkıntıları altından
geldi dolukan sesi:
“Kamyon şoförüydü. Yolların kayganlaştığı, yağışlı bir kış günü, dağ
uçurumundan…”
İçine biriken acılar gözlerinde kıvıl kıvıl kaynaştı. Birden
hırçınlaşarak:
“O eyyamcı kardeşi var ya!...” dedi.“İnanın, zıvanadan çıkarıyor beni.
Gittim, ağabeyini bir ortopedi uzmanına götüreceğim, para lazım, dedim.
Zırnık koklatmadı. Zıkkımlanmaktan başka derdi yok. Olsa kaynanam verirdi
ama… Onda da yok. İyi ki ben işteyken kötürüm oğluna bari bakıyor.”
Bakışların akınından kurtulamayan, ne etli, ne ince dudaklarından
üstekini inci taneleri gibi dişlerinin arasına aldı, kanatırcasına sıktı.
“Fasulye gibi kendini nimetten sayan, duyarsız, acımasız, megolaman babam!
Çektiklerimi duydukça umarım, zevkten dört köşe oluyorsundur. Ama
Türklerin şu ünlü sözünü unutma; düşmez kalkmaz bir Allah!”
Kor gibi yakan, kınama dolu sözleri Sefer’in garibine gitti. Bir evlat
babası için ilenç dokulu bunca gönül kırıcı söz söyler miydi? Kuşkusuz bir
nedeni vardı ki Kır Çiçeği’ne söyletiyordu. Erkek Gibi Güçlü Maria’yı bir
kenara çekerek, babasıyla arasında geçenleri sormak istedi. Ancak artık
yalakası, soytarısı olan Sotir’in onu kahkahalara boğduğunu görünce,bunu
başka bir güne bıraktı.
O hafta sonu, kasabanın batısına doğru ilerlerken, içten içe bir şeyler
kurduğunu sezinledi. Ilıcak bir duygunun içinde kıpırdamasından utandı.
Yersiz düşlemlere kapılmakla kendini suçladı. Birkaç gündür
gönlündeki gizli, bilinçli bir devinmeden hoşlanışına içerledi. Öte yandan
usu da sanki bu tatlı, zevkli oluşumdan etkilenmişti. Yerleşme
kararlılığındaki bir düşüncesinde, sabırsız gül tomurcuğu gibi patlamıştı
Kır Çiçeği! “Niye duygularımda, düşüncelerimde yalnız o var?” diye
kendine sordu. Gönlüne böyle apansız girivermesiyle onu hazırlıksız
yakalamıştı. Unutmak istiyor, unutamıyor, kovmak istiyor, kovamıyordu.
Damlar gibi gelişiyle yüreğinin de aklını başından almıştı. Kimi, tinin
evrensel derinliğinde, kimi de imgeleminin turuncu çevreninde ince aşk yeli
gibi esiyordu. Üç gündür işe gelmemesi düşüncelerinin duruluğunu
bulandırmış, içini kemiren, oyan, türlü yargılara götürmüştü. Neredeydi,
nereye kaybolmuştu Kır Çiçeği? Baş edemediği gizli bir merak bıçkınlığa
soyunarak,içinde afili gövde gösterisi yaptı.
Lülesi dolu doluya akan bir çeşmenin yanından, Arnavut kaldırımlı,
motorlu taşıtların giremedikleri, dar bir sokağa girdi. Onun oturduğu evi
nasıl bulacağını düşünürken, karşıdan kürk mantolu, kürk şapkalı, suratı
buruş buruş yaşlı bir kadın göründü.
“Kosta Karabekir’in evi mi? Az ileride, taş duvarla çevrili, betebe
sıvalı ev,” dedi kadın.
Duvarı çepeçevre dikenli telle sarılı evin sokak kapısından avluya girdi.
İki katlı,demirli beton yapının bakımlı bir bahçeciği vardı. Genişçe
avlunun yarısı, süslü karo taşlarla döşeliydi. Sıcak yaz akşamları onu
burada yemek yerken imgeledi.
Ne duyduğu yerinme içinde yatıştı, ne de onu buraya getiren nedeni
açıklığa kavuşturabildi. Verdiği borç paranın ardına düşecek kadar
alçalmış olamazdı. Bu aşağılık düşünceyi düşünmek bile midesini
bulandırdı. Utancından kulaklarının arkasının bile kızardığını sandı.
Zilin düğmesine bastığında, yüreği küt küt, delice çarptı. Birkaç saniye
bekledi; ardı ardına yeniden çaldı. Ses seda çıkmayınca kulağını anahtar
deliğine dayadı, içerisini dinledi. Beklediği ayak sesleri işitilmedi.
Hem anahtar deliğinden, hem de kapının aralığından delici bir sessizlik
sızıyordu. İrkilten bir kuşku içinde çekinmeden gezeledi. Kapının kolunu
hafifçe bastırdı. Sokak kapısı gibi o da kilitli değildi. Geniş, uzunca
koridora girdi. Yollukların renk tonlarının sessiz cümbüşünü çiğneyerek
soldan birinci kapıyı açtı.
Odada eşyalar derli topluydu. Demin yapılmış gibi özenli bir temizlik
önünde saygıyla eğildi. Duvar saatinin tiktakları ortaya çöken ıssızlığı
daha da derinleştiriyordu. Sol köşeden gelen hafif bir kımıltı bakışını
oraya çekti. Bir deri bir kemik, erimiş bitmiş görünümüyle kötürüm adam
Sefer’e donuk donuk baktı. Elmacıkları çıkık, tıraşı uzamış, solgun
çehresinden durumu anlamaya çalıştı. Yaşamla ilişiğini kesmiş bu kuru,
cansız yüzde adamın yaşadığını tanıtlayan hiçbir belirti yoktu.
Çukurlarına kaçmış, ışıltısı sönük gözlerinde de yaşamdan elini eteğini
çekmişlerin kayıtsızlığı vardı.
Kötürüm adam: “O gitti…” diye fısıldadı.
Şaşkınlığı derin bir şoka dönüştü. Nereye gitmişti? Bilinci ivedilikle Kır
Çiçeği’nin yeğleyebileceği iki seçenek üretti. Üniversiteden ayrılarak
ayaktakımı insanlardan bir şoförle evlendiğini onuruna yediremeyen (Erkek
Gibi Güçlü Maria’dan babasının, Komünist Parti il örgütünde önemsiz bir
memur olduğunu ama kendini Yalova Kaymakamı sandığından, küçük düşürülme
ezikliği yaşadığını öğrenmişti) babasıyla barışmış ya da başka bir erkeğe
kaçmış olabilirdi. İkinci seçeneği ona yakıştıramadığı için güçlü bir
olasılık olarak birincisine yaslandı. Derken, üçüncü bir seçenek daha
bilincinde belirdi; başkent veya diğer büyük illerden birine kapağı
atarak izini yitirtmiş de olabilirdi. Bu olasılığı ayırıp atmadı. Belki
yaşamın kıyımlarına, yıkımlarına bu kadar dayanabilmiş, belki yüreğindeki
yaraların zonklaması onu bunu yapmaya zorlamıştı.