"1920 yılında doğmuşum. Ankara'ya gelişimiz çok soğuk, hemen hemen
kışın yeni başladığı zamana rastlar. O zaman dokuz yaşındaydım. Yağmurlu
bir günde köyden ayrıldık. Arapkir'e oradan da Hekimhan, Kangal yoluyla
Sivas'a kadar kara yoluyla ve kış vaktinde yolculuğumuzu sürdürdük.
Ulaşım yolları iyi değildi. Hatta o koşullarla zor ilerliyorduk. Ve
hayvanlarla geliyorduk. Hanlarda yata yata. O zaman uzun bir yolculuktan
sonra, on bir günde Ankara'ya gelebildik.
Ankara yeni kurulabilen on beş bin nüfuslu küçük bir kasaba
görünümündeydi. Şehir bugünkü Ulus ve Ulus'taki heykel çevresinde ve
Samanpazarı denen yer etrafında, Ankara Kalesi'nin çevresinde
toplanıyordu. Bundan böyle burada yaşayacaktık.
Derken 929 yılında o zamanlar, Ankara'da Hüseyin Avni isminde bir zatın
yönettiği hususi bir ilkokul vardı.Oraya paralı girip okunuyordu. Okullar
yeni başlamıştı. Ben gecikmiştim zaten. Bu okula kayıt oldum. İlk okulu
burada okudum ve bitirdim. 935 ve 936 yıllarında Cebeci ortaokuluna devam
ettim. Lise tahsilime gene Ankara'nın Gazi Lisesi denen ünlü okulda devam
etmiştim. 939 yılında öğrenimimi tamamladım.
Bu yıllarda yeni yeni okuyor, tat alıyor, gelişiyor ve kendimi
yetiştiriyordum. Ta ilkokuldayken bu sevgi içimize atılmıştı. Celalettin
Tevfik Bey adlı bir öğretmenimiz vardı. Bu öğretmen bana kendi
derslerinde eski şairlerden (N. Kemal ve başka şairlerden) ünlü şiirler
okur ve okuturdu. Bana şiirin güzelliklerini anlatırdı.Bu öğretmene
karşı, bana okuma sevgisi aşıladığı için, saygım büyük olmuştur. Yine
Gazi lisesinde edebiyat derslerine Fevziye Abdullah ve İsak Refet
gelirlerdi. İsak Refet edebiyat hocamız oldu. Bu hocalar beni
yönlendirdiler edebiyata. Ben de mümkün mertebe faydalandım. Bu
hazırlıklarla Üniversite yaşamına başlamış oldum. Dil Tarih Coğrafya
Fakültesinde Türkoloji adlı bir bölüm vardı. Burayı seçtim.
İşte Üniversiteye devam etmem sırasında, daha doğrusu devrimci fikirlere
olan yakınlığım dolayısıyla, fakültenin ilk yıllarında itibaren, bazı
derneklerle ve yayınlarla bağlantı kurdum.
Ülkü dergisi adlı ünlü Halkevi dergisinde çalışmaya başladım. Görevim
düzeltmenlik ve dergi çıkarma tekniği üzerineydi. O zaman dergiye Ahmet
Kutsi Tecer ve Bedrettin Tuncel yön veriyorlardı. İdare kısmında Ahmet
Serdaroğlu adlı sevdiğim bir insan çalışırdı.
Dergiye, Nurullah Ataç, Ahmed Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer zaman
zaman uğrarlar ve konuşurlardı.
Ben bu arada, gene Ankara'da çıkan bir dergide, bir şiir yayınlamıştım.
Bu şiir Ahmet Kutsi Tecer tarafından görülerek beğenilmemiş, (bu şiir,
"Köylülerime" adlı ve "Dost Dost İlle Kavga" adlı kitabımda yayınlanan
şiirdir.) bana Ahmet Kutsi Tecer tarafından şiirin çok kötü olduğu
söylendi. Benim şiiri bırakarak düzyazı yazmam istendi. Ben de o zaman,
Ahmet Kutsi Tecer'e "ben daha kötüsünü de yazarım" diye güya esprili
olarak cevap vermiştim.
Ülkü'de birkaç yeni arkadaş tanıdım. Bunlardan bir tanesi Sefer
Aytekin'di. O zamanlar çok devrimci bir rol oynayan Sefer Aytekin
hayatımda unutamadığım insanlar arasındaydı.
O zamanlar Ankara'da bulunan Arif Damar (Arif Barikat) ve bugün de
edebiyatımızın bilinen kişilerinden Mehmet Kemal de benim ilk edebiyat
arkadaşlarımdır. Mehmet Kemal'le aynı mahallede otururduk. Benim ilk
arkadaşlarımdan birisidir. Yine Ceyhun Atuf Kansu'da daha ilkokul
çağında, belki de ilk tanıdığım en eski arkadaşlarımdan birisidir.
Kendisiyle Hususi bizim mektepte beraber okumuştuk. Bu arkadaşlardan
sonra şair Niyazi Akıncıoğlu'nu tanıdım. Bunlar "On Beşinci Yıl" isimli
kahvenin devamlı sakinlerindendi.
Belirli hocalar dışındaki hocalarla ilişkimiz her şeyden önce bir talebe
hoca münasebetinin dışına çıkmazdı. Yani siyasi bakımdan yahut diğer
yönlerden herhangi bir fikir alış verişinde bulunmak olmazdı. Yalnız
devrimci hocalarımızdan, Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi
Berkes ve karısı Mediha Berkes'le aramız gayet iyiydi.
O sıralarda gene dergi ve gazete çıkarırken bir çok matbacı, mürettip
işçi arkadaş tanıdım. Bunlardan bir tanesini hiç unutamam. Bu Hasan
isimli işçidir. Ve sonra adına "Mürettip Hasan" isimli şiiri yazdım. Çok
iyi, Anadolu Halkından bir gençti Hasan. Hasan'la daha sonra 951 büyük
tevkifatta da karşılaştık. Onu da tutup getirmişlerdi. Zavallı Hasan beş
seneye mahkum olmuştu ve veremdi de. Sonunda çok yaşamadı zaten.
O zamanlar gençtik, sıhhatliydik tabii. Her işi benimseyerek yapıyorduk.
Bu yüzden bizim derginin çıkışında mesela Ant dergisinin çıkışında,
ortaya getirilişinde büyük yararların olduğu doğrudur. Ve bu işleri hiç
bir şey beklemeden, kendiliğinden ve tabii olarak yapıyorduk.
Sanatçılık ilişkilerimiz gelişmeye başladı.
Ben gençliğimde de kesin olarak içki taraftarı değildim. Bu yüzden o
zamanki ünlü Ankara meyhanelerinden hiç birine gitmedim, gitmezdim. Ve
arkadaşlarımı da bu yerlere gitmekten men ettim.
Yine bu devrede ünlü halk ozanları, Aşık Ali İzzet, Aşık Veysel, Habib
Karaaslan gibi temiz şairlerin hepsiyle teker teker tanıştım, ilgilendim.
Onların gerçekten temiz bir halk yüzleri vardı. Ve bu taraflarıyla az çok
ilgilendim ve temaslar kurdum.
O gün iki şey vardı ortada benim için. Bir yanda Garip hasta sanat
anlayışı diğer yanda dinamik halk edebiyatının yüzü. Bunlar karşı karşıya
getirilince ben elbette ki kendi sınıfımdan gelme halk ozanlarından
taraftım. Bu yüzdendir ki o devrede bu şairlerin yanında olmam. Nitekim
halk ozanları bu işte gerçek yerlerini göstermişler ve her zaman doğrunun
ve güzelin yanında olmuşlardır.
Biz tavrımızı belirlemiştik.
945 yılında yani Garipçilerin edebiyatımıza egemen oldukları bir çağda
dergi yayınlamaya ihtiyaç duymuştuk. Bu devre henüz toplumcu akımı
güçlendirmeye çalıştığımız bir devreye rastlar. Orhan Veli ve arkadaşları
o zaman devrimci şiirleri yok sayan ve yozlaştıran bir çalışma içindeydi.
Ve bu sebeple biz Ant çevresine, küçük bir topluluk da olsak, devrimci
sanat sorumluluğunu üstlenmiştik. Daha evvelden Yeni Edebiyat dergisi
tarafından yürütülen akımın mümessili olarak karınca kaderince
çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Bu anti-faşist ve devrimci bir gençlik ve
onun devrimci sanatı etrafında yeni bir akımın mümessili toplumcu sanatı
ortaya çıkarmayı amaçlayan gençlerdik denebilir.
Bizim varlığımız aslında önemsizdi, küçüktü, ama doğruydu. Biz bu
doğrudan dolayı bir aradaydık.
Bu sırada Nurullah Ataç ve arkadaşları bizim bu tutumumuzdan habersiz
gibi görünüyorlardı. Bizim adımızı yok saymak için ellerinden geleni
yapıyorlardı. Rahmetli Nurullah Ataç yalnız kendi dar çevresinde ve Orhan
Veli etrafında yaygara koparıyordu.
Bu devredeki edebiyat çalışmalarımızın yararlı olduğu kanısındayım. Buna
rağmen onların bu tavrı yüzünden bir çok yetenekli genç körelip gitti.
Hatta denebilir ki Nurullah Ataç ve arkadaşları bu devrede bizim bu
sınıfsal karşı koymamıza, güçlenmemize, bilemeden yardım etmişlerdir.
O günkü tavrımızın sadeliği ortadadır.
948 yılında, o zaman anti-faşist bir dernek kurmuştuk. Türkiye Gençler
Derneği davası denildi bu davaya. Bu derneğin yüz elli kadar üyesi
olmuştur. Ve harp sonrası devresinin bir parçasıdır.
Dernek her türlü anti-faşist ve demokratik fikirli genci bir araya
getiriyordu.
Derneğin Ankara Denizciler caddesinde bir ahşap evde merkezi vardı.
Faaliyetleri arasında halka her türlü yardım vardı. Örneğin, halkın
hasatına bilfiil iştirak etmek, katılmak gibi faaliyetler bunların
arasındaydı.
Hatırladığıma göre, o zaman dernek, içlerinde ben de olmak üzere, sekiz
on üyesi bir İstanbul Ankara arasında yürüyüş tertip etmişti. Bu Ankara
İstanbul yolculuğu beş altı gün sürdü ve tamamlandı.
Derneğin bir çok yapıcı işe yönelmesi, Ankara çevresinde bulunan ırkçı
Turancıları rahatsız etmeye başladı. Dernek fakülte ve Ankara çevresinde
yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu nedenle ırkçı Turancılar derneğin gidişine
karşı bir takım eylemlere giriştiler. Gösteri yapmaya başladılar.
Derneğin yıkılması etrafında tehditler çoğaldı.
Biz o zaman safça, yirmi otuz kişi, bir odacık yerde toplandık ve
elimizde sopalarla gelenleri bekledik.
Turancılığın etkinliği çoktu o zamanlar.
Turancılar saldırdı. Dernek yıkıldı bir kaç saat içinde. Kitaplar
yırtıldı. Sokaklara atıldı. Dernek üyelerinden yakaladıkları birkaç
kişiyi dövdüler. Fakat dernek faaliyetine devam etti. Dernek etrafında
bir takım provakasyonlar aldı yürüdü.
Sonucunda dernek üyelerinden iki kız arkadaş biri Melahat Kürşal, diğeri
Nural ve ben, Mehmet Kemal Şevki Akşit tevkif edildik. Gerekçe olarak
dernek üyelerinin komünizm propagandası yaptıkları ileri sürülüyordu. Bu
yüzden tutuklandık. Ankara cezaevine götürülüp tıkıldık.
Üç ay devam eden sorgudan sonra hiç kimseyi mahkum edemediler. Hepimiz
beraat ettik. Böylece üç ay boşu boşuna geçti.
Bu devre hapishanede bir kaç tane şiir yazdım. "Görüşmeci" isimli şiir bu
devrenin mahsulüdür. Görüşmeye arkadaşlarım kendi ailemden kız kardeşim
gelirlerdi. Bu şiiri daha sonra "Görüş Günü" adıyla yayınladım.Gene bu
devrenin anısı olarak "Fakültenin Önü" adlı şiir, bu gösterilerden sonra
yazılmıştır. Bu şiirde olayları günü gününe yansıtan en iyi bir şiirimdir.
Bu sırada memlekette büyük bir umut başlamıştır. Demokrat parti memleket
için büyük bir ümittir. Ve Türk halkı da Demokrat Parti madrabazlarının
peşinden gitmektedir.
Benim kişisel durumumsa, fakülteyi bitirmişim, iş arıyorum. O zaman Milli
Eğitim Bakanı olan Tahsin Banguoğlu benim üniversiteden hocamdır. İş için
müracaat ediyorum. Bana verilen cevap bir sürü bahaneden sonra yine de
beklememdir. Nihayet işten ümidimi keserek başka bir ekmek parası
kazanmak için yeniden çeşitli işlere girişiyorum.
Bu arada İstanbul'da Yurtlar Müdürlüğünde bir işe talibim. Neticede
Yurtlar Müdürlüğünde yönetim memurluğu işini alıyorum.
Yurtlar müdürlüğünde görevime 1950 yılının içinde, ekim ayına doğru
başladım. İlk görevim Çarşı Kapı öğrenci yurtlarındaydı. Daha sonra
çalışmalarım beğenilmiş olacak ki, bir çok yurtların kuruluşunda görev
aldım. Çarşı Kapıdan sonra Yıldız Teknik okulu yurdunda yeni görevime
başladım. Bu arada kısa bir müddet için Denizcilik yurduna ve tekrar
Kadırga Öğrenci yurduna atandım. Bu devre benim hayatımda çok önemli bir
devredir.
Bu devre 951 tevkifatının başladığı devredir. 951 Tevkifatı İstanbul'da
Ekim ayında başlatıldı.
Gazetelerde okuduğumuza göre Sevim Tarı isminde bir kadın Paris'e
giderken yakalanmış. Bunun üstünden bir süre geçti. Bundan sonra, buna
dayalı olarak Tevkifat başlamıştı. Ben de bir kaç öğrenciden sonra
Eylül'e doğru tutuklandım. O zaman kadırga öğrenci yurdunda bulunuyordum.
Daha önce yurt binasında kaldığım odanın arandığını, didik didik her
tarafın araştırıldığını görmüştüm. Bu olayın üzerinden bir hafta geçti
ki, tutuklanma günüm geldi.
O zamanlar İstanbul 1. şubesi geçici hapishane olarak kullanılıyordu.
Teker teker o günün devrimcileri ve demokrat fikirli gençleri alelacele
tutuklanıyordu.
Aşağı yukarı tevkifat için bütün hazırlıklar bitmiş olacak ki, büyük
darbe indi. TKP Tevkifatı denilen meşhur 951 Tevkifatı olayı başlamış
oldu. Bu tevkifatta alışılmamış bir çok yıldırma yöntemleri uygulandı.
Gene tabutluklar, falakalar ve her türlü insanlık dışı işlemler yapıldı.
Ve sonuçta yüz altmış sekiz insan askeri mahkemede yargılandı. Gereği
şekilde hepsi de cezalandı. Ben şahsen bu davada hiç bir fayda görmediğim
için avukat bile tutmadım. Ayrıca bir çok gene hapishaneden tanıdığım
insanlar da savunmalarını kendileri verdiler. Epeyce direndik. Fakat
sonuç olarak şunu söyleyeyim, yüz altmış sekiz kişi bu davada hepsi hüküm
giydiler. Bunların isimleri ve aldıkları cezalar yayınlanmıştır.
Ben savunmamı kendim yaptım. Hatırladığıma göre o zaman çok iyi bir
savunma hazırlamıştım. Yapılan isnatları reddettim. Bazı arkadaşlarımla
olan temaslarımın kanuni olduğunu gizli bir örgüt tarafından
yönetilmediğimi iddia ettim. Fakat kaale alınmadı.
Ben savunmamın özünde Marksizmi istediğimi beyan etmiştim. Mahkeme
bildiğini okudu. Sonuçta yedi seneye mahkum edildim. Ayrıca bu cezanın
üçte bir bölümlük kısmı kadar da sürgün cezam vardı. Böylece mahkeme
sonuçlandı ve herkesi ceza evlerine dağıttılar.
İlk toplandığınız yer İstanbul 1. Şubeden sonra Harbiye cezaevine, tekrar
İstanbul 1.Şubesine ve Yıldız'daki Güvercinlik adı verilen eski bir
binada tutuklu kaldık. Böylece iki yıl 1.Şube bir yıl da (...)
İleri cezaevleri statüsüne göre bütün Türkiye Hapishanelerine dağıtılmış
olduk. Son parti Adana cezaevine gönderildik. 1.Şubede kaldığım zaman
içinde işkence yapıldı. Havasız ve hatta ekmek ve su bile verilmediği
günlerde iki yıl birinci şubenin ünlü odalarında gün geçirdik.
Bu arada içerde, bir çok kanunsuz işlemlerin yapıldığı doğrudur. O sırada
ruhi deprasyon geçirenlerin ve intihara yeltenenlerin sayısı da oldukça
kabarıktır.
Adana'ya kadar parmaklarımızdan ve ellerimizden kelepçeli olarak
getirildik. Siyasi koğuşa yerleştirildik. Adana'da Zeki Baştımar, Mihri
Belli, Şevki Akşit de bulunuyordu.
Yedi yıl Adana'da tamamlandı. Adana cezaevinden sürgün yerime gönderilmek
üzere salıverildim. Sürgünü geçireceğim Çorum'un Sungurlu kasabasına
geldim.
Her gün Sungurlunun bir karakolunda İspat-ı vucut ediyorduk, kendimiz
gösteriyor ve imza atıyorduk. Kalacak yerimiz yoktu, iş yoktu. Halimiz
Allaha kalmıştı. Böylece sürgünümüz devam etti.
Neden sonra oradan başka bir yere, iş bulabileceğim bir yere naklimi
yaptırmayı istedim. O zaman Sungurlu mahkemesine başvurarak Ankara'ya
naklimi istedim. Böylece sürgünün bir kısmı Ankara'da geçti.
Hapishanede herkes kendine göre bir işle meşgul olurdu. Günlük hapishane
hayatının dışında benim işim gene sanat oldu. Şiirle uğraşıyordum. Bu
arada benim önemli yapıtlarımdan birisi olan "Yusuf ile Balaban" ı
yazmaya başladım. O devrelerde böyle bir şiir çalışması yapacağım
belliydi. Bir takım sıkıntılar başlamıştı ve şiirin ilk mısraları
dökülmeye başladı. " Ve; zaman akar, zaman geçer, / Zaman zindan içinde.
" Dizeleriyle başlayan şiir kafamda şekillenmeye başladı. Ve sonuçta otuz
şiirlik bir destan kısa bir müddet içinde zannederim bir ay içinde
bitirmiş oldum. Destan böylece tamamlanmış oldu. Ben de rahatlamıştım
ama, asıl iş bu parçaların dışarıya çıkarılmasıydı. Neticede o işi de
başardım. Destan sağ salim dışarıya çıktı. Fakat daha sonra aynı titizlik
destanın saklanmasında gösterilemedi. Ve eser tamamen bugün elimden
çıktı. Kayboldu. Bugün destanın elimde kalan parçaları arasında sonradan,
Başlangıç, Uy Kirpi Kız Kirpi, Bu Balaban'ın Dünyadan Göçtüğüdür, ve Kirtim Kirt adlı son bölüm kalmıştır.
Destanı birçok arkadaşım okumuştur. Dışarda da okunmuştur. Elden ele
geçtiğini de öğrendim hatta. Destanı Ahmed Arif de okumuştur.
Hapishanede günlük çalışmalarım arasında Fransızca da önemli bir yer
tutar. Orhan Suda ile o zaman aynı ranzada kalıyorduk. Bana dil bakımında
çok yararları dokunmuştur. Orhan Suda ile hergün aynı ranzanın etrafında
günümüzü geçirirdik. Ve çalışmalarımız bitince akşamları volta atardık.
Böylece günler akıp geçti.
O zamanlar edebiyatla uğraşan Hilmi Akın, Arif Ünal (Ahmed Arif) ve
ayrıca saz çalışmalarına devam eden Ruhi Su ve devlet tiyatrosundan şimdi
rahmetli olmuş Ulvi Uraz ve Kemal Bekir gibi ünlü sanat adamları
bulunuyordu. Şükran Kurdakul da o zamanlar tutulup getirilmişti. Sonuçta
o da üç sene sekiz aya hüküm giydiği için cezasını geçirmeye çalıştı aynı
hava içinde. Değerli bir gençti.
Süleyman Ege ile İstanbul sokaklarını, Beyazıt'ı karış karış her gün
gezer dolaşırdık. Adnan Menderes'e karşı yürütülen miting be gösterileri
izlerdik. İşte tam bu sırada yani 28-29 Nisanda Beyazıt'ta bir takım
gösteriler yapıldı.Aynı gün de Turan Emeksiz'in öldüğü yahut ta ertesi
gün Beyazıt meydanı hınca hınç doluydu. "Turan Emeksiz" adlı şiirim bu
devrede yazılmıştır.
Bu gösteriler her gün devam ediyordu.
Bizler de birkaç işçi arkadaşla habire Beyazıt meydanının etrafında
dolanıp duruyorduk.
Bir gün evimden alınarak götürüldüm. Olaylardan korkan eski yöneticiler,
ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bir liste yapmış. Bu listede adımız
vardı. Tutuklandık. Bizim kendi istediğimiz bir yere ama sıkıyönetim
dışında herhangi bir bölgeye gitmemiz teklifi yapıldı. Ben o zaman, kendi
memleketim diye, bildiğim ülke diye ve bunca uzun süren hapislik ve
sürgünden sonra biraz nefes alırım diye Erzincan'ı seçmiştim. Zaten
Ankara, İstanbul ve İzmir dışında bir yer seçmemiz gerekiyordu. Böylece
Erzincan'a gitmeye karar verdim. Uzun bir yolculuktan sonra Erzincan'a
geldim. Birkaç günüm şurada burada gözaltında tutularak geçti. Yollarda bir
değişiklik olmadığı için, köyüme çok zahmetli gelebildim.
O zamanlar köyden birkaç kişi bu işten sevinmez göründülerse de,
çoğunlukla kendi halkım tarafından gayet iyi karşılandım. 27 Mayıs
devrimi başladı. Köyün radyosundan devrimin yapıldığı okundu. Menderes'in
de yakalandığı okundu.
Bundan sonradır ki, şuraya buraya sürülen arkadaşlar da özgürlüklerimize
kavuşmuştuk. Böylece ikinci sürgün de bitince hayat kavgasının içinde
kaldık.
Eskiden beri tanıdığım Fethi Giray bir günlük gazete çıkarmaya başlayınca
ben de iş için müracaat ettim. O zamanlar için küçük bir parayla
gazetenin düzeltmenlik görevine başladım.
Bu gazete küçük trajlı bir reklam gazetesiydi. Bir ara İsmail Gençtürk
isimli genç bir delikanlı da bize yardımcı olarak yanıma verildi. İsmail
Gençtürk her haliyle bir memleket çocuğu olduğu belliydi. Biz onunla altı
ay kadar beraber çalıştık. Nihayet gazete 963 yılına doğru kapandı.
Bu arada bozulan sağlığımın tedavisi için kaplıcalara gittim. Haymana,
Kızılcahamam ilçelerindeki kaplıcalardan şifa aradım.
Gazete kapanınca yeniden işşiz kaldık.
Pablo Neruda çevirilerini sürdürüyordum.
Neruda bilindiği gibi dünyanın en büyük şairlerinden birisidir. Şiirle
uğraşmam dolayısıyla Neruda'ya eğilimim güngeçtikçe artıyordu. Neruda
çarpıcı ve büyük bir ozandır. Dünyayı ve insanları seven birisi. Başından
da büyük olaylar geçmiştir. Gizli yaşadığı, sürgünde kaldığı yıllar
olmuştur. Büyüklüğü biraz da buradan gelmektedir. Benim ona ilgim de bu
bazı yakınlıklarımızdandır.
İstanbul'a gittim. Daha önceleri de gitmiş olmama rağmen, İstanbul'u pek
tanımıyordum. Yerleştim. Hatta Menekşe'den bir ev de tuttum. Bir çok
çalışmam olacaktı. Çevirileri de hızlandırmıştım.
Ant dergisiyle de bir ara ilişkim oldu.
Bir spor dergisinde de düzeltmen olarak çalışıyordum.
Bu dönemde en önemli iş diyebileceğim çalışmam, Meydan Larus'taki
çalışmamdır. Bu işi bana Yaşar Kemal bulmuştu. Yaşar Kemal eski bir
dosttu. Çevresi de şimdi genişti. Bu iş beni çok rahatlattı.
Bu iş kısa sürdü.
Sakıncalılığımızdan dolayı dergiyle ilişiğimiz kesildi. Bu kararı o zaman
bana derginin önemli bir yönetmeni olan Günay Akarsu isimli arkadaş
tebliğ etti.
İstanbul'da çocuk yayınları yapan bir yayınevi vardı. Bu yayınevinin
Dünya Masal ve Efsaneleri adlı bir dizisi vardı. Çin, Hint, Eski Mısır
gibi dünya uluslarının masal efsane koleksiyonlarını çevirdim. Yedi
sekiz kitap tutuyordu. Basılmak üzere hazırlıklar yapılmıştı. Ekonomik
sıkıntılar baş gösterince, kendi köyüme yerleşmem gerekiyordu. İstanbul'a
veda ederek kendi köyüme yerleştim. Kitapların basılıp basılmadığı
konusunda bilgi alamıyorum. Bir kazık daha atılıyor bize.
Her yıl kış aylarında köyümde bulunuyordum. Yazları gezebileceğim
zamanlarda dışarı çıkıyordum. Ankara, İstanbul gibi şehirlere geliyordum.
Bu arada şiir üzerindeki çalışmalarım ve çevirilerim devam etti.
Ben sınıf edebiyatı yapıyorum.
Türk halkının hayatın her döneminde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu
halkın sanatını yapmaya çalışıyorum.
Bence sanat her şeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü kudretini
ortaya koymasındadır.
1940 yılına gelinen yıllarda Türkiye'de çeşitli sanat görüşleri var olmuştur. Bilhassa
"düalist sanat" biçimine karşı ve toplumcu yanı
olan cereyanlar bu devrede etkili olmuştur. Gayet tabi olarak bu toplumcu
yanı kuvvetli olan akımın içindeydim. Ve içinde olacağım. Hani eski bir
söz vardır: İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Bu çok doğrudur. Yani
düşüncesini, yani bilincini onun sosyal hayatı, sosyal pratiği belirler.
İnsana kendi çevresinde olan ilişkiler gene diyalektik bir bakışla
açıklanabilir. Sanat ise daha karmaşık bir olaylar zinciridir. İyi,
başarılı bir eseri meydana getirebilmek için önce sosyal bir içerik,
sonra da estetik bir kılıf zorunludur.
Sosyal içeriği ve estetik yönü kuvvetli eserler ancak başarılı olur. Ben
büyük sanatçılarda bu içeriği ve estetik yanın kuvvetli olduğunu
görmüşümdür. Örneğin, Nâzım'da ve Neruda'da bu sosyal ve estetik yönler
bir bütün halinde ortaya konmuştur. Güzel ve kuvvetli olmak buradan
gelmektedir.
Bir sanatçının doğru, devrimci bir yönde bir şeyler verebilmesi için,
pratik ve teori arasındaki işbirliği daima göz önünde tutması gerekir.
Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp
yorumlayabiliriz.
Sanatla bilinçle duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç
ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden,
devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısında hareket
ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri
ve sanatı sosyo-politik bir mücadelenin tanımlayıcı araçları olarak
görüyoruz.
Baştan bakıldığında asıl mesele, insanın görüşlerinde kararlı olmasını
meydana getirmiştir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem
namuslu hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı,
pazarlıkların, küçük hesapların insanı değildir ve olamazda.
Şimdi benim yapmak istediğim bir iş var. 951 Tevkifatını yazmak. Eğer
sağlığım el verirse, ömrüm vefa ederse, 951 Tevkifatının destanını
yazacağım. Bunun için kafamda bazı tasarılarım vardır. Eğer bu işi
başarabilirsem çok mutlu olurum.
İyi bir sanatçı olmak için önce, kendini halkını sevmesi daha doğrusu bu
halkın içinden bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi
içtenlikle bunu yapmak şarttır.
Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz.
İyilik kötülükleriyle, pisliğiyle.... fakat seveceksiniz.
Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini
seveceksiniz. Bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza
geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız.
Ben, Türk halkının içinden çıkmış, halkımızın özelliklerini yapıtlarımda
yansıtmaya çalışan genç sanatçı arkadaşlarımı şimdiden kutlarım."
Ankara
1977 - 1980
Enver Gökçe, 19 Kasım 1981 tarihinde Ankara'da öldü.
͠ ͠ ͠
͠
DOST
Ben berceste mısraı buldum
Hey ömrümce söylerim
Gözden, gezden, arpacıktan olsun
Hey ömrümce söylerim!
Bizsiz Ilgaz'ın çam ormanları güzel değildir.
Hayda günlerim hayda!
Sırtını düşmana verdikçe
Murat dağları güzel değildir,
Dost dost ille kavga!
Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm,
Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, elâ göz;
Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak;
Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday,
Ayın onbeşi;
Biz olmasak Taşova'nın tütünü, Kütahya'nın çinisi,
Yani bizsiz
Anne dizi, kardeş dizi, yâr dizi
Güzel değildir.
Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım İzmirlim,
Gel aslanım Mamak'tan
Erzincan'dan Kemah'tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!
Adana'nın pamuğu dokumada;
Diyarbakır, Afyon, Kütahya fabrikada
Ümit işkencede mahzun
Emek işkencede mahzun
Tenim, ayaklarım üryan
Ekmek işkencede mahzun
Ve Divrik'in demiri arabada
İşçi-köylü ve işçi birarada
Söyle türküler yadigârı kardeş
Söyle ağrılar yadigârı kardeş!
Neden alınterleri
Nimetler, haklar haram oldu sana
Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım, İzmirlim
Gel aslanım Mamak'tan
Erzincan'dan, Kemah'tan!
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!
Sana selâm olsun
Hürriyetlerin meçhul olduğu dünya
Canım Türkiye,
Memleketimiz!
Çalışan halklarıyla ümmi
Çalışan halklarıyla garip,
Irgadı, esnafı, madencisi, iptidâi aletleri
Kadınları, erkekleri, hapishaneleri;
Başı boş suları, dumanlı vadileri, yoz topraklarıyla,
İşsizleri, realist şairleri, mücahitleri,
Sokak şarkısı, keten helvası,
Akşam haberleri satanlarıyla memleketim!
Sana selâm olsun
Sürgünler, mahkûmlar, hastalar!
Alacağın olsun
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya,
Sizlere selâm olsun üniversiteler!
Öğretmenleri alınmış kürsüler,
Öğretmenler!
Sizlere selâm olsun
Hürriyeti yazan eller, dizen eller!
Sizlere selâm olsun makineler
Entertipler, rotatifler, bobinler!
Bu gülünç, aşağılık,
Namuzsuz şeyler dışında,
Sana selâm olsun
Zincirin,zulmün kâr etmediği,
Kırbacın kâr etmediği
Büyük tahammül!
Gel günlerim gel de dol!
Gel Aydınlım, İzmirlim,
Gel aslanım Mamak'tan
Erzincan'dan, Kemah'tan!
Düşmanlar selam ister
Gözden, gezden, arpacıktan!
(Gün, 15.7.1946)
͠ ͠ ͠
͠
MEMLEKETİMİN ŞARKILARI
Ben, bizden olan bütün insanların dostu;
Adı, haritalarda bile bulunmayan
Bir köyündenim Anadolu'nun.
Güzel şeylere hasrettir memleketim,
Güzel şeylere hasret bu dünya.
Yıllardır, kanda ve ateşte mısralarım
Yanan şehirlerin,
Ağır tankların tekerlekleri arasında.
Biliyorum,
Yaylım ateşlere girilmiştir gönlümüzce
Pasifik kıyılarından Volga'ya kadar.
Benim arzumanım kaldı
Hürriyet boylarında tank oynatanlarda.
Bütün kıtalarda
Tulû arzda, islâm içinde, küffar içinde
Mülhit, mümin ve vatanseverim.
Fakir, cefacı topraklarım içinde
Mendil tutanım, diz vuranım, baş çekenim
Zeybekte, halayda, tamzarada...
Ben küçük Yusuf'um Çit köyünde
Çapak çapak elâ gözlerim;
Kıl keçim kısır, annemin memesi yara.
Benim saçlarım belik belik,
Bıyıklarım burma burma
Gözlerim kara kıyma renginde, ama
Erzincan oynamış ağlamışım
Irgatlık etmişim el kapısında.
Dolu vurmuş bahçelerimi,
Çekirge inmiş tarlalarıma.
Ben bir yolcuyum hemşeri
Manisa bağlarından geçtim
Aydın incir tarlalarından.
Çığlıklar getirdim
Üzümleriyle beraber çürür gibi düşen
İnsanlarımdan.
Sıcak tuzsuz gevreklerinizi yemişim
Alaca karanlıkta... Buca'lı işçilerim.
Unutur muyum seni
Derdini, ekmeğini bölüştüğüm
Türküleriyle bizi ağlatan memleketlim.
Karadeniz'in Rumelikârı tütünü,
Bende türküler oldu ağlamaklı,
Bende türküler oldu dizim dizim.
Doldurdum sineme, ciğerlerime,
Doldurdum derdi mihneti
Pamuk tozunu, kömür tozunu;
Memleketimin şarkıları kadar acı çektim.
Ben Ahmet Çavuş'um
Attığım kurşunlar gitmezdi boşuna”
Şimdi kuzgunlar iner taze leşime”.
İki kere kesemden everdiğim“
Dost dediğim kıydı bana.
Ben Kürtoğluyum derim ki “Yiğitlik kadim”
Ben Nazif'im “Urfa'ya karşı vurdular beni”
Ağlasın Urfa.
Ben şairim
Halkların emrinde, kolunda, safında.
Satırlarım vardır kahraman,
Satırlarım vardır cılız, cesur ve sıtmalı.
Ahdim var:
Terli atlet fanilalı göğüslerden
Püfür püfür geçeceğim.
Ben de aşıkım, kanlı bıçaklı
Yar için serden geçeceğim.
İnan ki ciğerparem, inan ki sevgilim
Bu hususta:
Üçten, beşten, senden geride kalan değilim”
(Ant, 1.7.1945)
͠ ͠ ͠
͠
TURAN EMEKSİZ
Bir yürüyüş eylediler sabahtan
Ilgıt ılgıt kan gider loy loy!
Dayan dizlerim dayan!
Ağla gözlerim ağla!
Namlu puşt olmuş, at ayağı puşt.
Yine düşman elindeydi vatan
Bir oğul çıktı Malatya'dan:
Anası Yılmaz çağırırdı
Haram süt emmemişti anadan.
Ve Beyazıt derler bir büyük alan
Düşman sarmıştı sağı solu
Düşman çok cephane yoktu.
Yetişmemişti daha Cemal Paşa kolu
Amandı el aman!
Tank paletleriydi alanda dönen
Kusan namlularda, kalleş ölümcül
Ve vuran ve kıran ve haykıran
Malatyalı şöyle baktı bir
Ana baba günüydü herhal
Her yönde toz duman!
Vay anam vay!
Bu belâlı başınan
Kime ne diyem
Kime ne diyem
Nerelere gidem
Ya derdime derman
Ya katlime ferman!
Başı daralınca Yılmaz'ın
Baktı atacak taşı yoktu
Baktı eli durmuş, ayağı durmuştu
Vurulmuştu.
Çıkardı yüreğini kan içinde
Çarptı kötünün kafasına
Hay bu nasıl devran?
28
Nisandı
Yavri
Hey!
Ham
Meyveyi
Kopardılar
Dalından.
(Mayıs 1960)
͠ ͠ ͠
͠
PANZERLER ÜSTÜMÜZE KALKAR
Panzerler
Üstümüze
Kalkar
Armut
Çiçeğindeyiz
Meğer
Sokakta
Düşenler
Var
Ve
Okulda
Gösteride
İşkencede
Ve
Mağarada
Kışda
Karda
Kıyamette
Silahlı
Silahsız
Ve
Yalnız....
____________________________ Kaynak :Enver Gökçe
Yaşamı Bütün Şiirleri, Ankara Yayın Üretim Kooperatifi AYKO
YAYINLARI: 4, Sanat ve Kültür Dizisi: 2, Ankara, Aralık-1981