“Artık büyüdüm, genç bir adam oldum. Çevremde yıllarca dönüp dolaşan
acılarla olgunlaşmıştım. Binlerce adım attım topraklarımda. Acıların,
yoksullukların ve çaresizliklerin adı değişiyordu sadece. Zaman oldu buz
kestim, zaman oldu kömür oldum toprak olmam gerekirken… Fitilli ateşlerle
mumlu iplerle çevirdim okuduğum kitapların sayfasını. Karanlıkla aram
gitgide daralıyordu ama hiçbir zaman yok edemiyordum…
Hayatım bir kurgu muydu? Hayatım yoksa bir oyundan mı ibaretti? İçimde
yeşerttiğim ideallerim ne içindi? Kurgu bana ait değildi. Evet bunu
anlayabiliyorum. Ya oyun? O da bana ait değildi ama oyunun içinde
olabilirim. Hiç olmazsa kendi oyunumu da oynama fırsatı yaratabiliriz.
Evet, hayat bir oyundu; bu oyunda herkes kendi oyununu oynuyordu. Üstelik
herkes bu oyunda oynadığı oyunun en iyisini oynamak istiyordu. İşte bu,
dedim. İşte bu. Oynamam gereken oyunda kendi oyunumu oynamaya başladım.
Artık büyüdüm, genç bir adam oldum. Yaşadıklarım ve okuduklarımla
binlerce daha adım atabilirim ülkemin topraklarında. Sadece adı
değişiyordu yaşadıklarımın ama özü değişmiyordu.”
Günlüğünden başka bir sayfayı açar:
“Şöyle kendi kendime sorarım arasıra.
Yaşadığım günlerden nedir hatıra.
Çocukluktan başlayıp gelirim yavaş yavaş.
Hayatımı görürüm baştan sona bir savaş.”
…
Elinde tuttuğu hatıra defterini okuduktan sonra usulca sehpanın üzerine
koyar. Fındık kabuklarıyla kıpkırmızı olan sobanın üstündeki kestanelerin
çatlayan kabuklarına bakar bir süre. Sonra sobanın odaya verdiği
sıcaklıkla gözleri yavaş yavaş kapanır ve uyku ile yaşadığı günlerin
gerçekliklerine bırakır kendini koltuğa…
Eşi Perihan Hanım, akşam yemeğini yapmak için mutfağa yönelir. Babası
gibi öğretmen olan oğlu da babasının yarı uykulu halini izler. Ara tatil
için anne ve babasını köylerinde ziyarete gitmiştir.
Oğlu, ilk defa babasının duygulu anına denk gelmiştir. Ve kendi kendine…
“Yaşlılık bu olsa gerek, insan ömrünü tamamladığını hissedince geçmiş,
bir kitap gibi sayfa sayfa açılıyor şimdiye…” diye düşündü. Ardından
babasının elinden bıraktığı günlüğü alıp okumaya başlar.
“1938 yılında doğdum. Doğduğumda babam İstanbul’da bahriye askeriydi.
Babasız doğdum ve dört yıl boyunca babamı görmedim. Nüfusa köyün ileri
gelenleri iki yıl sonra beni kayıt ettirmişler. Babam 1942 yılında köye
geldiğinde kendisinin babam olduğunu bilmediğim için ona ‘emmi’ diye
seslendim.
Yoksulduk. Çıplak ayakla dolaşır, annemin yamadığı pantolonları giyerdim.
Arada etek giymişliğim de olmuş. Köyde çoğu aile yoksuldu. O yüzden kimse
kimseyi küçümsemez, kınamaz, hor görmez ve alay etmezdi. Babam geldikten
sonra üç kardeşim (ikisi erkek, bir kız) dünyaya geldi.
Babam askerliğinden önce çobanlık yapardı. Babam, eşi Nafiye hanım ile
evlenmelerini şöyle anlatmıştı: ‘oğlum, dağlarda çobanlık yapardım.
Evlenme yaşıma geldiğimde yol arkadaşımı seçmek zorundaydım. Taliplerim
vardı ama hiç birinin yüzünü dahi görmüyordum. Ben de dedim ki; beni
isteyen kim varsa bana hediyesini göndersin. Gönderecekleri hediyeye göre
eşimi seçeceğim. Hediyeler gelir ve çoğu da ilgimi çekmezdi. Geri çevirir
ve hediyeleri iade ederdim aracılar ile. Bir gün hiç ummadığım anda başka
bir hediye geldi. Evlilikten neredeyse vaz geçecektim. İsteksizce gelen
hediyeyi açtım. Birden yüreğim ısınmaya gözlerim ise sevinçten dolmaya
başladı. Gelen hediye bir yün çoraptı. İşte dedim, işte evleneceğim
kadın…'
Neden mi? Şundan oğul; dağlarda çobanlık yapanın en çok ihtiyaç duyduğu
bir hediyeydi yün çorap. Beni düşünen, sağlığım için endişe eden birinin
bana ördüğü bu yün çorap benim için çok anlamlıydı. Hemen hediyeyi ileten
kişiyle haber saldım. Bu kadınla evleneceğim.” Dedim.
Benden sonra doğan iki küçük kardeşimden biri kene ısırmasından diğeri
çiçek hastalığından dolayı yaşamlarını yitirirler. Bir zaman sonra üçüncü
kardeşim Vedat, evin önünde kaynayan pekmez kazanına düşer. Zar zor
kazandık çıkardıklarında vücudunun her yeri yanık içindedir. Ve bu duruma
nasıl müdahale edileceğine dair kimsenin bir tecrübesi yok. Bir ara
komşularının aklına inek dışkısını sürmek gelir. Ve bu dışkıyı vücudunun
her bölgesine sürerler. Kardeşimin canhıraş sesi kulağımdan hiç gitmedi.
Nasıl bir çığlık, nasıl bir acı anlatamam. Vedat’ın şu sözlerini,
yakarışlarını da unutmuş değilim. “Anne, acım çok acıyor, bu sürdüğünüz
şey öyle pis, öyle ağır kokuyor ki dayanamıyorum. Acımdan daha beter bir
acı bu sürdüğünüz. Ölmek istemiyorum anne, kurtar acımı al…” diye diye
annemin ellerinde kardeşim hayata veda etti.
Sobanın başında uyuklayan babamı seyrediyorum. Kah gülümsüyor kah acı
içinde yüzü değişiyordu. Günlüğü daha fazla okuyamadım. Usulca aldığım
yere geri koydum.
Sefer, ilkokula başlar. Yine ayaklar çıplak ve yine yamalı pantolonludur.
Okuldaki Mustafa Öğretmenini çok sever. Onda sevgiyi, şevkatı görür.
Mustafa Öğretmen de Sefer’in akıllı, zeki ve saygılı ve disiplinli halini
çok sever. Beklediği, ısındığı baba sevgisini karşılıksız verir.
İlkokul beşinci sınıfa geldiğinde Mustafa Öğretmen, Sefer’e “Eve
gittiğinde babana söyle, seni yatılı öğretmen okulu sınavlarına
sokacağım.” Der. Sefer sevinçle okuldan çıkar ve babasının olduğu kahveye
koşarak gider. Babasını masada domino oynarken görür ve usulca yaklaşarak
kulağına, “baba, öğretmenim beni yatılı sınavlara sokacakmış, sana haber
vermemi istedi. İzin verir misin?” Babası oğlunun bu sözlerini
duymazlıktan gelir. Sefer tekrar fısıldar kulağına… Hasan baba, oğluna
yüzünü döner ve “şimdi eve git, akşam konuşuruz bu konuyu” der ve
uzaklaştırır oğlunu.
Sefer, yaşadığı heyecanın karşılığını alamadan eve üzgün ve buruk
adımlarla gider. Akşamın olmasını sabırsızlıkla bekler. Zaman geçmez.
Yerinde duramaz, kıpır kıpır evin içinde bir o odadan bir diğer odaya
gider gelir.
Hasan bey akşam eve gelir ve sofraya otururlar. Sefer, yemekten bir kaşık
bile almaz. Babasının ağzından çıkacak bir söz için gözlerini dikmiştir
babasına. Hasan bey, oğlunun bu halinden habersiz ve konuyu unutmuş bir
halde çorbasını kaşıklamaya devam eder. annesinin oğluna bira kaç kez
yemek yemesi için uyarıda bulunur. Sonunda Hasan bey de oğluna döner
yemek yemesi için kaç göz işaretlerinde bulunur.
Sefer artık dayanamaz ve babasına kahvede yaptıkları konuşmayı
hatırlatır. Hasan bey oğluna döner ve net bir ifade ile “seni okutacak
param yok, bu sene de fındık az. Size zor bakıyorum zaten. Seni ben bu
fındık bahçesiyle okutamam. Bunu unut.” Der. Birkaç kaçık çorbadan alır
ve usulca sofradan kalkıp yatağına uzanır. Hayal kırıklığı içinde yatakta
sessizce ağlar.
Bu arada Hasan bey, kahvede çok sık görünmese de kene ısırıklarından
kaynaklanan ölümler üzerine konuşmaların yapıldığını duyar. Genelde
hiçbir sohbete katılmayan Hasan Bey, yaşadığı acının ateşi içinde yandığı
için kulak kesilir. Başlangıçta bir uğultu vardır ve kimin ne söylediği
anlaşılmamaktadır. Birden içeriye Mustafa Öğretmen girer ve kahvedeki
uğultu karşısında bir an durur insanların anlaşılmaz konuşmalarına tanık
olur. Kısa bir süre sonra konuştukları konunun kene ve ölümleri hakkında
olduğunu anlar. Kendine bir sandalye bulur ve bir masanın kıyısına
oturur. Keneler hakkında okuduğu bilgiyi aklında kaldığı haliyle anlatmak
ister. Ve kahvedekileri susturmak için seslenir:
“Beyler, ağalar! Bu gürültü de ne? Bilip bilmediğiniz her şey hakkında
rastgele hep bir ağızdan konuşup gürültü yapıyorsunuz. Bu konuda en
azından sizden daha iyi bildiğim bu konuyu size anlatmak isterim
susarsanız eğer?”
İlk başta herkes tarafından anlaşılmayan Mustafa öğretmene Hasan bey
bağırarak destek verir. Hasan Beyin bu ses tonu kahvedekileri susturmaya
yetmiştir. O anda Mustafa öğretmen Hasan beye teşekkür edercesine, başını
eğer ve anlatmaya başlar:
“Beyler, ağalar keneler hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz. Ben de tama
olarak onlar hakkında tam bir bilgiye sahip değilim. Ama birkaç yıl önce
kitapları karıştırırken onlar yazılmış bir yazı okumuştum. Ve onların
yaşamları ve özelliklerini okurken açıkçası çok etkilendim.
Beğenmediğimiz ya da küçük gördüğümüz ama hem yaşamları ve güçlerini
okuyunca şaşırdım. İzin verirseniz anlatayım size? Kene ısırıklarına
karşı nasıl mücadele bilmiyorum ama onları tanımanın önemli olduğunu
söyleyebilirim.” Der ve anlatmaya başlar. Hasan bey tüm dikkati ile
Mustafa öğretmeni dinler ve kahvedeki herkesi etkilediğinden daha çok
etkilenir. Hasan bey, Mustafa öğretmenin yanına gider ve elini sıkar yarı
acı bir gülümsemeyle. Hasan bey, kahveden ayrılır ve üzgün ve düşünceli
evinin yolunu tutar.
Ertesi gün gözleri şiş bir şekilde yataktan kalkar ve hiçbir şey yemeden
okulun yolunu tutar. Durumu öğretmeni ile paylaşır. Mustafa Öğretmen
üzülür ama ardından içten bir tebessümle Sefer’in başını okşar ve “üzülme
sen, seni ben sokacağım sınavlara, babanın da bundan haberi olmayacak.
Hadi sen de gülümse, geçsin o güzel gözlerinin şişliği… sınavlar yakın
tez elden çalışmaya başlasak iyi olur.” Diyerek hazırlıklara başlarlar.
O yıl Sefer, yatılı öğretmen okulu sınavlarına Bulancak’ta girer. Ve
sınavı birincilikle kazanır. Ancak yörenin etkili kişilerince (!) bu hakkı
elinden alınır ve bir başka çocuğa verilir. Mustafa Öğretmen bu duruma
sinirlenir ve müdahale etmeye çalışsa da etkili olamaz. Öğrencisinin
hakkını koruyamadığı için üzülür ve Sefer’i karşısına alır “seni başka
sınavlara hazırlayacağım, üzülme sen. Üç yıl sonra yatılı yapı enstitü
sınavlarına hazırlarım. Hadi yolumuz uzun, bu kez bize hiçbir şey ve hiç
kimse engel olamayacak, hakkımızı yedirmeyeceğiz.” Der.
Mustafa Öğretmen ve Sefer herkesten habersiz yeniden çalışmaya başlarlar.
Giresun merkezde yapılacak olan sınav günü gelir çatar. Mustafa Öğretmen
sınav için gerekli başvuruları yapar. Bu girişimlerden Hasan Bey’in
haberi yoktur. Ama Sefer’i de kara kara düşündüren bir şey vardır. O da
sınava nasıl gideceğidir!?
Sefer’in yaşadığı köy olan Nefsi Piraziz’in Giresun’a olan uzaklığı dağ
yollarından gittiği takdirde yaklaşık 30-35 km’dir.
Giresun’da çocuklar, gençler hem ailelerine destek hem de kendilerine
harçlık yapmak için fındık bahçeleri toplandıktan sonra bahçelere inerler
ve soğlama* yaparlar.
Sınav ertesinin akşamında erkenden yatağa girer Sefer. Sabah soğlama
yapmak istediğini ve çok erken kalkacağını söyler annesine. Ve sabah beş
gibi kalkar. Annesi ekmek arası çıkını hazırlayıp oğluna verir. Sefer,
kara lastiğini ayağına giyer ve peştamalini de beline sarıp bahçelerin
içinde kaybolur. Evden epey uzaklaşmıştır. Peştamalinini bildiği bir
bahçenin bir dalına asar, koşarak, yürüyerek Giresun’a yola çıkar. Sınav
09:00’da başlamaktadır. Ve dokuzu beş geçe 30-35 km’lik yolu soluk soluğa
okulun kapısında alır.
Sınavını bitiren Sefer okuldan ayrılır ve yine geldiği tempoyla köyünün
bahçelerine yol alır. Bıraktığı peştamalini alır ve kalan iki saatlik
sürede eteğini doldurmanın çabasına girer. Boş etekle eve gidemezdi. Bütün
gün ne yaptığı konusunda sorguya alınacaktı. Kalan iki saat boyunca
toplayabildiği kadar fındığı toplar ve evin yolunu tutar. Bu kadar az
fındığın açıklamasını düşünür. Ve birden aklına bahçede hastalandığını ve
uzun bir süre uyuya kaldığını söylemek gelir aklına.
Hasan Bey, kahvededir. Annesi karşılar ve eteğinde bu kadar az fındık
görünce şaşırır. “oğlum hep eteğin dolu gelir senin, hayırdır ne den bu
kadar az oldu.” Der.
“Anne, rahatsızlandım, içtiğim dere suyundan galiba sürekli kusmaya
başladım. Karnımın ağrısı da cabası. Bir süre uzandım. Ve uykuya
dalmışım. Hala hiç halim yok, izin verirsen ben uyuyayım biraz. Bu günlük
böyle olsun yarın çıkartırım acısını,” der gülümser annesine. Annesi de
ona gülümser, yanağından öper ve başını okşayarak, “tamam oğlum, hadi
biraz dinlen. Sıcak bir çorbada yaparım. Yemek hazır olunca kaldırırım
seni.” Der.
_____________ * soğlama: fındık zamanı dallardaki, yerlerdeki tüm fındıklar toplandıktan
sonra isteyenin istediği bahçede gezerek gözden kaçmış çotanakları ve çeç
fındıkları toplama işi.
2.Bölüm
Sefer, annesine çaktırmadan bir ohh çeker ve yatağa girer.
Sınav gününün açıklanacağı günler gelir. Sefer, heyecanla sonuçları
beklemektedir. Mustafa Öğretmen’e görünmek için her türlü manevrayı
yapar. Okul tatile girdiğinden Mustafa Öğretmen köyün kahvesinde her gün
arkadaşları ile sohbet eder, oyun oynarlardı. Derken, yine kahvenin
önünden bir ileri bir geri gidip gelen Sefer’i gören Mustafa öğretmen
yanına çağırır. Koşarak yanına giden Sefer heyecanla sınav sonucunu
öğrenmek ister. Mustafa Öğretmen, Sefer’i önce yanaklarından sonra da
alnından öper başını okşar. Sefer’in bu davranışların şaşkınlığı
karşısında Mustafa Öğretmen sesini yükselterek kahvedekilere seslenir:
“Beyler, ağalar dinleyin beni. Size köyümüz adına güzel bir haber
vereceğim. Şu çocuğu görüyor musunuz? Adı sefer, benim öğrencim. Kimsenin
haberi olmadan onu yatılı yapı enstitü sınavlarına soktum. Bu çocuk ne
yaptı? Ne yaptı biliyor musunuz? Bu çocuk Giresun ilinde sınava giren 120
öğrencinin arasında sınavı birincilikle kazandı. Köyümüzün adını duyurdu.
Bu çocuk bizim yüz akımızdır.” Dedi.
Köylüler bu gurur verici haberden dolayı şaşkın ama sevinç ifadeleriyle
memnuniyetlerini yansıttılar. Sefer, bu yaşadığı duygu seli karşısında
heyecandan ne yapacağını bilmeden, insanların karşısında hazır ol’da
kıpırdamadan duruyordu. Tükürüğünü yutmaktan zorlanıyordu. Bu kez
sevinçten kan ter içinde kalmıştı. Hemen eve gidip bunu anlatmalıydı
annesine. Öğretmeninin elini hızla öperek uzaklaştı kahveden. Yüz yüz
elli metre gitti ve birden durdu. “iyi güzel ama ben bunu babama nasıl
açıklarım, nasıl derim kaygısı ve korkusuyla adımlarını yavaşlattı ve
ağır ağır yürüyerek eve geldi. Akşam babasına bu haberi verdiğinde evde
nasıl bir kıyamet kopacaktı? Babası ona yine “oğlum, paramız yok, sizi
zor geçindiriyorum. Bak dört kardeşin daha var ve beşincisi de yolda. Bu
fındık seni okutmaz. Bu fındık bizi zor besliyor. Bu parayı senin için
kullanamam. Yarı aç yaşıyoruz. Üstümüze başımıza, soframıza bak… Çoğu kez
aç kalkıyoruz sofradan. Hadi unut bunu, hadi oğlum işimize gücümüze
bakalım.” Diyeceğini hissediyordu.
Hasan bey kahveden eve gelmiştir. Sefer de hüzün ve sevinç karışımıyla
yatağa girmiş uykuya dalmıştı. Nafiye hanım kocasına sofrayı hazırlar,
ancak Hasan bey pek iştahlı değildir. Nafiye hanım:
“Hayırdır bey neden oynatıyorsun kaşığı çorbada. Neden yemiyorsun? Bir
şey mi oldu canını sıkan?” Der.
Hasan bey, sofradan kalkar ve eşine:
“Biraz canım sıkıldı. Oğlumuzun ölümüne neden olan o küçük hayvanın nasıl
bir gücü varmış. Mustafa öğretmen kahvede anlattı kenelerle ilgili
bilgiyi. İçim acıdı, içim yandı. O yüzden bir şey yiyemiyorum.” Der ve
pencerenin kenarına çekilip sigarasını yakar. Nafiye hanım da merakla:
“Hadi bey anlat, öğretmenin söylediklerini bana da. Ben de bileyim bu
büyük acımıza neden olan hayvanın gücünü…”
Nafiye hanım kocasının karşısına geçer ve Hasan bey anlatmaya başlar:
“Keneler ufak tefek hayvanlar ya, güçleri o kadar etkiliymiş ki bir
boğayı bile ısırdığında öldürebiliyormuş. Üstelik bunların gözleri de
yokmuş. Kör hayvanlarmış. Ama buna karşılık çok gelişmiş bir koku
organları varmış… fakat bu gelişmişlik bütün canlılar için geçerli
değilmiş… Bu koku, koyun inek, insan gibi canlıların derisinden çıkan
asitli bir yağ gibiymiş…
Bu keneler, böylesi canlıların sürtünebileceği alçak ağaçlar ya da
çalılıklar üzerinde yaşarlarmış ve sabırla avlarını beklerlermiş… Bütün
sıcakkanlı canlılar keneler için birer avmış… Bu canlılardan her hangi
biri kenenin bulunduğu dalın altından geçerse, kene kendisini hemen
kendisini bırakıverir; eğer avının üstüne düşerse, o zaman başı ile
canlının derisinden içeri girer keneye yetecek kadar kanı emdikten sonra
yere düşüp yumurtalarını bırakıp ölürmüş…
Eğer kene, bu kör hayvan avının üstüne düşmezse o zaman yeni baştan ağaç
dallarına ve çalılıklara yeniden tırmanırmış… keneler hiç acele etmezmiş
ve uzun yıllar aç kalıp taki avının derisine düşünceye kadar devam
edermiş…”
Hasan Beyin anlattıkları karşısında acısı daha da alevlenen Nafiye hanım
bir süre sessiz kaldıktan sonra yerinden kalkar ve yer yataklarını serer.
Hiçbir konuşmadan yatağa uzan Hasan Bey ve Nafiye hanım sabaha kadar
yataklarında döner dururlar.
Hasan Bey, ertesi gün gittiği kahvede oğlunun başarısı için
arkadaşlarından övgüler gelir ve tek tek kutlarlar. Bu arada Hasan Bey,
oğlunun bu başarısı karşısında ezilir ve köy halkının dayattı bu gurur
karşısında oğlunu okutmaya karar verir. Ve hemen eve geri döner. Sefer,
yataktadır ve oğluna seslenir, “Sefer, yanıma gel. Şu benden habersiz
çevirdiğiniz dolaplar üzerine konuşalım.” Der. Sefer babasının bu
yaklaşımından olumlu bir şey beklemez. Yataktan isteksizce kalkar ve
babasının yanına gider.
Hadi hazırlan seni okuluna kayıt yaptırmaya gideceğiz. Yarın yola
çıkarız, der demez sefer şaşkın şaşkın bir annesine bir de babasına
bakar. Her şeyden ümidini kestiği anda babasının bu sözleri onu deliye
döndürmüştü. Ne yapacağını bilemedi önce ama sonra birden babasının
boynuna sarılıp, “teşekkürler babacığım… teşekkürler diyerek
yanaklarından ellerinden öpmeye başladı.
Ertesi gün yaklaşık üç saatlik yolculuğa çıkarlar. Okula kaydı yapılınca
baba oğul ilk defa yemek yemek için lokantaya giderler. Aralarında pek
bir konuşma geçmez. Sefer mutludur ve içi kıpır kıpır. Hasan Bey ise
düşünceli, “ben bu çocuğu nasıl okutacağım” diye geçirir içinden. Sefer,
1953-1954 eğitim öğretim yılında zümrüt Rize’de yatılı yapı enstitüsünde
okumaya başlar.
İlk sene elektriğin ne olduğunu ve nasıl çalıştığını anlamak ve bilmek
için sürekli elektrik düğmesiyle oynar. Açar kapatır; açar bir daha
kapatır, derken nöbetçi öğretmene yakalanır. Nöbetçi öğretmen Sefer’in bu
davranışını hayatı boyunca unutamayacağı birkaç tokatla cezalandırır. Ve
bir daha kolay kolay yaklaşamaz elektrik düğmelerine. Ve günlüğüne şöyle
bir not düşer; “elektrik düğmeleriyle oynarken yediğim dayağı hiç
unutmam. İyi bir inşaat öğretmeni oldum. Bana topraktan başla bir
apartman yap deseler, yaparım, yaptım da. Bir evi topraktan alıp kat kat
bina yaparım. Bir tek şeyi yapmam. Yapamam. O evin elektrik tesisatını.
Çünkü yediğim o dayak bende bu yönümü eksik bıraktırdı. Ampul bile
değiştiremem. Nasıl bir iz kalmışsa benden…”
Sefer, babasının gönderdiği kuruşlar yetmediği için okulda ek gelir
sağlayacak işler yapar. Örneğin hafta sonları arkadaşlarının elbiselerini
ütüler, ayakkabılarını boyar, matematik ödevlerini yapar. Sinema parası
için yapar daha çok bunu. Sinema da onu büyüler ve kazandığı
harçlıklarını sinema için harcardı. Okuldaki ilk dönemleri ağır geçer. Bu
herkes için geçerliydi. Oraya gelen herkes ana baba ocağından ilk
çıkışları… Sonunda orada herkes birbiriyle başka bir aile olurlar. Ve
kaldıkları sürece birbirleriyle yıllarca kopmayacak dostluklar,
kardeşlikler kurulur.
Kalan boş zamanlarında ise okulun kütüphanesinde yeni çevrilmiş
klasikleri okumaya başlar. Roman klasiklerinin yan ısıra felsefe
çevirilerini de okur. Edebiyat ve felsefe dünyasından okuduğu kitaplar
hayallerini ve ideallerini daha da genişletir ve netleştirir.
Okuduklarından notlar alır günlüğüne… Son sınıfta edebiyat öğretmeni son
sınavları için sınıfa girer. Soru-cevap yöntemine dayanmayan bir sınavla
karşılaşırlar. Öğretmeni öğrencilerine bir hikaye anlatır. Ve anlattıktan
sonra şöyle devam eder:
“Evet gençler! Artık bunca almış olduğunuz bu eğitimden sonra hayatın
kollarına atılacaksınız. Bu eğitim size çırak olmanızı ve çıraklıktan
çıkıp nasıl birer ustaya dönmeniz gerektiğini verdi. Çıraklığın ne
olduğunu anladıysanız nasıl usta olacağınızı da kavramışsınızdır. Sınavda
sizden istediğim anlattığım hikayeyi yorumlamanızdır. Hepinize başarılar
diliyorum.”
3.Bölüm
Öğretmenin anlattığı hikaye şöyledir:
“Bir usta ve onun çırağı kırda yürümektedirler; bir ağacın altında
dururlar. Hava sıcaktır, otururlar. Usta çırağına: “Orada bir kuyu
görüyorum. Bana biraz su getirebilir misin?” der. Genç çırak, beş yüz
metre ilerdeki kuyuya gider. Genç bir kıza rastlar. Birbirlerinden
hoşlanırlar. Konuşmaya başlarlar. Genç kız yakındaki köyde oturduğunu
söyler. Delikanlı, kıza, testisini taşımayı öğrenir. Köy kadar giderler.
Genç kız, delikanlıyı ailesine tanıtır. Yemeğe davet eder. Vakit geç
olmuştur. Gece kalmasını önerirler. Kalır. Genç kızla çok hoş vakit
geçirmektedir. Sonraki günleri de onunla geçirir. Sonunda evlenirler.
Delikanlı köyde çalışmaya başlar. Çocukları olur. Sonra kızın anne-babası
ölür. Yaşam son derece olağan bir biçimde sürmektedir, derken günün
birinde delikanlı birden su getirmeye gittiğini anımsar! Karısının
saçlarına aklar düşmüştür. Ağacın altında bekleyen ustasına su götürmesi
gerektiğini hatırlar. Aceleyle köyü terk eder. Bir çanak su alır ve
altında olduğu ağaca gider ve orada kendisine şunu söyleyen ustasını
bulur:
‘Neyse… Beni bekleteceksin sandım.’
Okulda oldukça başarılı olan sefer, son sınıfa geldiğinde üniversite
sınavlarına girerler. Sefer, İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat
mühendisliğini kazanır ve babasına mektup yazar:
“Sevgili Babacığım,
Okulumu muvaffakiyetle tamamladım. Bir ay daha buradayım. Çünkü pratik
kazanmak için okulun döner sermayesi için başka bir okulun onarım içinde
çalışacağım. Bu arada sana çok mutlu bir haber vermek istiyorum.
Üniversite sınavını kazandım. Eğer izin verirsen bu eğitimimi de
tamamlamak istiyorum. Ağustos başında yanınızdayım.
Annemin ve senin ellerinden kardeşlerimin de gözlerinizden öperim.
Oğlunuz"
Sefer, babasına yazdığı mektubun cevabını sabırsızlıkla beklemeye başlar.
Üç hafta sonra babasından bir telgraf gelir. Telgraf çok kısadır; “Acele
köye gel. Fındığa başlayacağız.” Sefer telgrafı okuyunca büyün
hayallerinin sona erdiğini düşünür ve ilkokulda babasıyla yaptığı
konuşmalar gelir aklına. Ümitsizce durumu kabullenir ve ağustos ayında
köye babasının yanına gider. Aralarında hiçbir konuşma geçmez. Sadece
babasının arada söylemiş olduğu söz kalır Sefer’in belleğinde; “Oğlum,
paramız yok, seni okutamam. İstanbul’un nasıl bir şehir olduğunu
bilemezsin.”
Ailesinin bu durumu karşısında Sefer, kurs öğretmenliğine başvurarak
ekonomik katkı sağlamayı düşünür. Babası bu duruma itiraz etmez, çünkü
oğlu para kazanacaktır.
Sefer için artık Anadolu yolculuğu başlamıştır…Ve oğlu babasının Anadolu
yolculuğunda attığı binlerce adımın izlerini günlüğünden okumaya devam
eder:
“Kurs öğretmenliği için 35 günlük eğitim görmek üzere Ankara’ya gittim.
1959 yılında Ankara Yapı Meslek Lisesinde göreve başladım. Kurs eğitimim
bittikten sonra ilk görev yerim Eymür’e atanırım. Bir yıl kaldıktan sonra
görev yerim değişir ve Şereflikoçhisar’ın Sarıyahşi köyünde ikinci
kursumu açarım.
1960 yılında askerlik görevim için Isparta’dayım.Ardından yedek subay
öğretmen olarak Antalya’nın Adrasan köyünde öğretmenliğe başlarım. İki
yıl sonra Finike Askerlik şubesinden teskeremi alır ve amcasının kızıyla
yuvamın ilk adımlarını atarım. Adrasan’dan sonra tekrar köy kursu
öğretmenliğine başvurur ancak boş kadro olmadığından dolayı memleketim
Giresun’a dönerim.
Muvakkat öğretmen olarak Giresun’un Kovanlık köyüne müdür olarak
atanırım. İlk kızım burada dünyaya gelir. Kovanlık Köyünde beş sınıfı
birden okuturum. İki yıl sonra asil öğretmenliğe geçer bir yıl
çalıştıktan sonra teknik öğretmen olarak Maraş’a tayinim çıkar ancak
kabul etmem, edemem. Tayinimin ilk öğretime aktarılmasını istedim. Bu kez
isteğim yerine gelmez. Verdiğim ikinci dilekçe ile Amasya’ya tayinim
çıkar. Göreve Taşova/Dörtyol köyünde kurs öğretmeni olarak başlarım.
İkinci sene Taşova’nın Alparslan köyüne çıkar tayinim. Ve bir kızım ve
bir oğlum daha dünyaya gelir.
1965 yılında Sivas’ta kısa bir dönem çalıştım. 1969 yılında İzmir Sanat
Öğretmen okulunda iki yıl okumak suretiyle İzmir’e yerleşirim. Kendi
bölümünde (yapı) birinci olur ve tayinim Konya’nın Karapınar ilçesine
çıkar. Orada Pratik Sanat Okulu öğretmeni olarak göreve başlarım.
1974 yılının kış ortasında ani bir kararla tayinim çıkar ve Niğde’nin
Ulukışla ilçesine zorunlu olarak atanırım. Bu arada Ankara’da yapı meslek
lisesinde yüksek okul farklarını vererek yüksek okul diplomasını alır ve
çeşitli özel nedenlerle eksik kalan eğitimimi tamamlarım.
Ulukışla Endüstri Meslek Lisesinde uzun bir süre öğretmenlik ve müdürlük
yaptıktan sonra idareci olarak Afyon’un Şuhut ilçesine atamam
gerçekleşir. Kabul edemem çünkü ailem parçalanmıştır. Ardından Bakan
emriyle Denizli’nin Çal ilçesine isteğim dışında tayinim çıkar. Bir yıl
kaldıktan sonra ailemi bir araya getirmek için Ankara Yapı Meslek
Lisesine tayinim çıkar.”
Sefer, 1995 yılında emeklilik dilekçesini verir ve köyüne geri döner.
4.Bölüm
Oğlu, babasının günlüğünü okumaya döner.
…
“İçimde elem dolu bazı bazı da bir haz.
Yağmur gülü göz yaşı, güldüğüm günler pek az.
Harcadığım gün kadar devamlı çile çektim.
Çektiğim çile kadar ümitle hülya ektim.”
Babasının tuttuğu günlük; kendisinin tuttuğu defterler… Hasan dedenin
torununa her yaz geldiğinde kucağına alıp okuduğu manilerin de etkisinde
kalarak defterlerini açar. Babası ile yaptığı konuşmayı not aldığı
defterini bulur ve yazdıklarını okumaya başlar;
“Doğru kal, doğrularınla… Korkuyorum dedikten sonra bir şey yapamazsın…
Yoruldun, herkes gibi. Yanlış yap, yanlışınla hesaplaş… Yaptığın
yanlışları tekrar etmediğin sürece küçük de olsa bir doğrunun noktasında
bulursun kendini… Sonsuzluk, aldığın nefesin uzunluğu değil, senin doğaya
ve insana duyduğun saygının sesidir. Eğemediğim fındık dallarına karşı
olan inadını olağan buldum. Ve zaman zaman gülümsedim bu hallerine… Benim
yüzümden yalnızsın; senin aklında kaldım. Sağ ol…”
Günlüğün son sayfasına geldiğinde oğlu birden telaşlanır. Garip bir hisse
kapılır. Garip olduğu kadar babasının kendisini bir şeye hazırladığını
hisseder. Ama o şeyi anlamak ve düşünmek istemez. Elleri titrer. İçi
daralır ve hızla defteri kapatır. Günlüğü yerine bırakır… Boğulur
gibidir. Kendini bir an önce dışarı atmak ister. Annesine hiçbir şey
hissettirmeden usulca kalkar babasının yanından. Ter içinde soluk soluğa
kalır. Annesiyle yüz yüze gelmeden seslenir:
“Anne, ben limana iniyorum, biraz dolaşıp gelirim.”
Annesinin vereceği cevabı beklemeden kendini dışarı atar. Ve limanda
babasının yazdığı şu cümleleri tekrar eder:
“Şimdi verin ellerinizi vedalaşalım.
İyi günleri yad edelim, kötü günleri unutalım.
Şimdi yıldızlara daha yakınım…
Elveda…”
Oğlu eve döner ve doğru mutfaktaki annesinin yanına gider. Annesine
belinden sarılıp boynundan öper. Perihan Hanım oğlunun bu ilgisine
gülümseyerek cevap verir:
“Oynaşma benimle… Hadi git babanı çağır, yemek hazır.”
“Tamam annelerin balı…” der ve babasının yanına gider. Elinden öper ve
babasını kaldırmaya çalışır. Babasının kalkan eli birden koltuğa düşer.
Ve oğlu o an bir adım geri çekilir ve yutkunarak, kırık bir sesle:
“Anne, annnee, anneeee… babam, ba bam, baaabaamm…”
Perihan hanım bu tuhaf sesleri anlamak için başını sağa çevirir ve
oğlunun hareketsiz duruşu ve yüzündeki donuk halinden:
“Sefer, Sefer,” diye iç geçirirken elindeki tabak düşer. Kırılan tabağın
evin her odasına yayılır…