ÖYKÜ

Salih Aydemir  







FINDIK TOZU


1.Bölüm

“Artık büyüdüm, genç bir adam oldum. Çevremde yıllarca dönüp dolaşan acılarla olgunlaşmıştım. Binlerce adım attım topraklarımda. Acıların, yoksullukların ve çaresizliklerin adı değişiyordu sadece. Zaman oldu buz kestim, zaman oldu kömür oldum toprak olmam gerekirken… Fitilli ateşlerle mumlu iplerle çevirdim okuduğum kitapların sayfasını. Karanlıkla aram gitgide daralıyordu ama hiçbir zaman yok edemiyordum…

Hayatım bir kurgu muydu? Hayatım yoksa bir oyundan mı ibaretti? İçimde yeşerttiğim ideallerim ne içindi? Kurgu bana ait değildi. Evet bunu anlayabiliyorum. Ya oyun? O da bana ait değildi ama oyunun içinde olabilirim. Hiç olmazsa kendi oyunumu da oynama fırsatı yaratabiliriz.

Evet, hayat bir oyundu; bu oyunda herkes kendi oyununu oynuyordu. Üstelik herkes bu oyunda oynadığı oyunun en iyisini oynamak istiyordu. İşte bu, dedim. İşte bu. Oynamam gereken oyunda kendi oyunumu oynamaya başladım.

Artık büyüdüm, genç bir adam oldum. Yaşadıklarım ve okuduklarımla binlerce daha adım atabilirim ülkemin topraklarında. Sadece adı değişiyordu yaşadıklarımın ama özü değişmiyordu.”

Günlüğünden başka bir sayfayı açar:

“Şöyle kendi kendime sorarım arasıra.
Yaşadığım günlerden nedir hatıra.
Çocukluktan başlayıp gelirim yavaş yavaş.
Hayatımı görürüm baştan sona bir savaş.”


Elinde tuttuğu hatıra defterini okuduktan sonra usulca sehpanın üzerine koyar. Fındık kabuklarıyla kıpkırmızı olan sobanın üstündeki kestanelerin çatlayan kabuklarına bakar bir süre. Sonra sobanın odaya verdiği sıcaklıkla gözleri yavaş yavaş kapanır ve uyku ile yaşadığı günlerin gerçekliklerine bırakır kendini koltuğa…

Eşi Perihan Hanım, akşam yemeğini yapmak için mutfağa yönelir. Babası gibi öğretmen olan oğlu da babasının yarı uykulu halini izler. Ara tatil için anne ve babasını köylerinde ziyarete gitmiştir.

Oğlu, ilk defa babasının duygulu anına denk gelmiştir. Ve kendi kendine…

“Yaşlılık bu olsa gerek, insan ömrünü tamamladığını hissedince geçmiş, bir kitap gibi sayfa sayfa açılıyor şimdiye…” diye düşündü. Ardından babasının elinden bıraktığı günlüğü alıp okumaya başlar.

“1938 yılında doğdum. Doğduğumda babam İstanbul’da bahriye askeriydi. Babasız doğdum ve dört yıl boyunca babamı görmedim. Nüfusa köyün ileri gelenleri iki yıl sonra beni kayıt ettirmişler. Babam 1942 yılında köye geldiğinde kendisinin babam olduğunu bilmediğim için ona ‘emmi’ diye seslendim.

Yoksulduk. Çıplak ayakla dolaşır, annemin yamadığı pantolonları giyerdim. Arada etek giymişliğim de olmuş. Köyde çoğu aile yoksuldu. O yüzden kimse kimseyi küçümsemez, kınamaz, hor görmez ve alay etmezdi. Babam geldikten sonra üç kardeşim (ikisi erkek, bir kız) dünyaya geldi.

Babam askerliğinden önce çobanlık yapardı. Babam, eşi Nafiye hanım ile evlenmelerini şöyle anlatmıştı: ‘oğlum, dağlarda çobanlık yapardım. Evlenme yaşıma geldiğimde yol arkadaşımı seçmek zorundaydım. Taliplerim vardı ama hiç birinin yüzünü dahi görmüyordum. Ben de dedim ki; beni isteyen kim varsa bana hediyesini göndersin. Gönderecekleri hediyeye göre eşimi seçeceğim. Hediyeler gelir ve çoğu da ilgimi çekmezdi. Geri çevirir ve hediyeleri iade ederdim aracılar ile. Bir gün hiç ummadığım anda başka bir hediye geldi. Evlilikten neredeyse vaz geçecektim. İsteksizce gelen hediyeyi açtım. Birden yüreğim ısınmaya gözlerim ise sevinçten dolmaya başladı. Gelen hediye bir yün çoraptı. İşte dedim, işte evleneceğim kadın…'

Neden mi? Şundan oğul; dağlarda çobanlık yapanın en çok ihtiyaç duyduğu bir hediyeydi yün çorap. Beni düşünen, sağlığım için endişe eden birinin bana ördüğü bu yün çorap benim için çok anlamlıydı. Hemen hediyeyi ileten kişiyle haber saldım. Bu kadınla evleneceğim.” Dedim.

Benden sonra doğan iki küçük kardeşimden biri kene ısırmasından diğeri çiçek hastalığından dolayı yaşamlarını yitirirler. Bir zaman sonra üçüncü kardeşim Vedat, evin önünde kaynayan pekmez kazanına düşer. Zar zor kazandık çıkardıklarında vücudunun her yeri yanık içindedir. Ve bu duruma nasıl müdahale edileceğine dair kimsenin bir tecrübesi yok. Bir ara komşularının aklına inek dışkısını sürmek gelir. Ve bu dışkıyı vücudunun her bölgesine sürerler. Kardeşimin canhıraş sesi kulağımdan hiç gitmedi. Nasıl bir çığlık, nasıl bir acı anlatamam. Vedat’ın şu sözlerini, yakarışlarını da unutmuş değilim. “Anne, acım çok acıyor, bu sürdüğünüz şey öyle pis, öyle ağır kokuyor ki dayanamıyorum. Acımdan daha beter bir acı bu sürdüğünüz. Ölmek istemiyorum anne, kurtar acımı al…” diye diye annemin ellerinde kardeşim hayata veda etti.

Sobanın başında uyuklayan babamı seyrediyorum. Kah gülümsüyor kah acı içinde yüzü değişiyordu. Günlüğü daha fazla okuyamadım. Usulca aldığım yere geri koydum.

Sefer, ilkokula başlar. Yine ayaklar çıplak ve yine yamalı pantolonludur. Okuldaki Mustafa Öğretmenini çok sever. Onda sevgiyi, şevkatı görür. Mustafa Öğretmen de Sefer’in akıllı, zeki ve saygılı ve disiplinli halini çok sever. Beklediği, ısındığı baba sevgisini karşılıksız verir.

İlkokul beşinci sınıfa geldiğinde Mustafa Öğretmen, Sefer’e “Eve gittiğinde babana söyle, seni yatılı öğretmen okulu sınavlarına sokacağım.” Der. Sefer sevinçle okuldan çıkar ve babasının olduğu kahveye koşarak gider. Babasını masada domino oynarken görür ve usulca yaklaşarak kulağına, “baba, öğretmenim beni yatılı sınavlara sokacakmış, sana haber vermemi istedi. İzin verir misin?” Babası oğlunun bu sözlerini duymazlıktan gelir. Sefer tekrar fısıldar kulağına… Hasan baba, oğluna yüzünü döner ve “şimdi eve git, akşam konuşuruz bu konuyu” der ve uzaklaştırır oğlunu.

Sefer, yaşadığı heyecanın karşılığını alamadan eve üzgün ve buruk adımlarla gider. Akşamın olmasını sabırsızlıkla bekler. Zaman geçmez. Yerinde duramaz, kıpır kıpır evin içinde bir o odadan bir diğer odaya gider gelir.

Hasan bey akşam eve gelir ve sofraya otururlar. Sefer, yemekten bir kaşık bile almaz. Babasının ağzından çıkacak bir söz için gözlerini dikmiştir babasına. Hasan bey, oğlunun bu halinden habersiz ve konuyu unutmuş bir halde çorbasını kaşıklamaya devam eder. annesinin oğluna bira kaç kez yemek yemesi için uyarıda bulunur. Sonunda Hasan bey de oğluna döner yemek yemesi için kaç göz işaretlerinde bulunur.

Sefer artık dayanamaz ve babasına kahvede yaptıkları konuşmayı hatırlatır. Hasan bey oğluna döner ve net bir ifade ile “seni okutacak param yok, bu sene de fındık az. Size zor bakıyorum zaten. Seni ben bu fındık bahçesiyle okutamam. Bunu unut.” Der. Birkaç kaçık çorbadan alır ve usulca sofradan kalkıp yatağına uzanır. Hayal kırıklığı içinde yatakta sessizce ağlar.

Bu arada Hasan bey, kahvede çok sık görünmese de kene ısırıklarından kaynaklanan ölümler üzerine konuşmaların yapıldığını duyar. Genelde hiçbir sohbete katılmayan Hasan Bey, yaşadığı acının ateşi içinde yandığı için kulak kesilir. Başlangıçta bir uğultu vardır ve kimin ne söylediği anlaşılmamaktadır. Birden içeriye Mustafa Öğretmen girer ve kahvedeki uğultu karşısında bir an durur insanların anlaşılmaz konuşmalarına tanık olur. Kısa bir süre sonra konuştukları konunun kene ve ölümleri hakkında olduğunu anlar. Kendine bir sandalye bulur ve bir masanın kıyısına oturur. Keneler hakkında okuduğu bilgiyi aklında kaldığı haliyle anlatmak ister. Ve kahvedekileri susturmak için seslenir:

“Beyler, ağalar! Bu gürültü de ne? Bilip bilmediğiniz her şey hakkında rastgele hep bir ağızdan konuşup gürültü yapıyorsunuz. Bu konuda en azından sizden daha iyi bildiğim bu konuyu size anlatmak isterim susarsanız eğer?”

İlk başta herkes tarafından anlaşılmayan Mustafa öğretmene Hasan bey bağırarak destek verir. Hasan Beyin bu ses tonu kahvedekileri susturmaya yetmiştir. O anda Mustafa öğretmen Hasan beye teşekkür edercesine, başını eğer ve anlatmaya başlar:

“Beyler, ağalar keneler hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz. Ben de tama olarak onlar hakkında tam bir bilgiye sahip değilim. Ama birkaç yıl önce kitapları karıştırırken onlar yazılmış bir yazı okumuştum. Ve onların yaşamları ve özelliklerini okurken açıkçası çok etkilendim. Beğenmediğimiz ya da küçük gördüğümüz ama hem yaşamları ve güçlerini okuyunca şaşırdım. İzin verirseniz anlatayım size? Kene ısırıklarına karşı nasıl mücadele bilmiyorum ama onları tanımanın önemli olduğunu söyleyebilirim.” Der ve anlatmaya başlar. Hasan bey tüm dikkati ile Mustafa öğretmeni dinler ve kahvedeki herkesi etkilediğinden daha çok etkilenir. Hasan bey, Mustafa öğretmenin yanına gider ve elini sıkar yarı acı bir gülümsemeyle. Hasan bey, kahveden ayrılır ve üzgün ve düşünceli evinin yolunu tutar.

Ertesi gün gözleri şiş bir şekilde yataktan kalkar ve hiçbir şey yemeden okulun yolunu tutar. Durumu öğretmeni ile paylaşır. Mustafa Öğretmen üzülür ama ardından içten bir tebessümle Sefer’in başını okşar ve “üzülme sen, seni ben sokacağım sınavlara, babanın da bundan haberi olmayacak. Hadi sen de gülümse, geçsin o güzel gözlerinin şişliği… sınavlar yakın tez elden çalışmaya başlasak iyi olur.” Diyerek hazırlıklara başlarlar.

O yıl Sefer, yatılı öğretmen okulu sınavlarına Bulancak’ta girer. Ve sınavı birincilikle kazanır. Ancak yörenin etkili kişilerince (!) bu hakkı elinden alınır ve bir başka çocuğa verilir. Mustafa Öğretmen bu duruma sinirlenir ve müdahale etmeye çalışsa da etkili olamaz. Öğrencisinin hakkını koruyamadığı için üzülür ve Sefer’i karşısına alır “seni başka sınavlara hazırlayacağım, üzülme sen. Üç yıl sonra yatılı yapı enstitü sınavlarına hazırlarım. Hadi yolumuz uzun, bu kez bize hiçbir şey ve hiç kimse engel olamayacak, hakkımızı yedirmeyeceğiz.” Der.

Mustafa Öğretmen ve Sefer herkesten habersiz yeniden çalışmaya başlarlar. Giresun merkezde yapılacak olan sınav günü gelir çatar. Mustafa Öğretmen sınav için gerekli başvuruları yapar. Bu girişimlerden Hasan Bey’in haberi yoktur. Ama Sefer’i de kara kara düşündüren bir şey vardır. O da sınava nasıl gideceğidir!?

Sefer’in yaşadığı köy olan Nefsi Piraziz’in Giresun’a olan uzaklığı dağ yollarından gittiği takdirde yaklaşık 30-35 km’dir.

Giresun’da çocuklar, gençler hem ailelerine destek hem de kendilerine harçlık yapmak için fındık bahçeleri toplandıktan sonra bahçelere inerler ve soğlama* yaparlar.

Sınav ertesinin akşamında erkenden yatağa girer Sefer. Sabah soğlama yapmak istediğini ve çok erken kalkacağını söyler annesine. Ve sabah beş gibi kalkar. Annesi ekmek arası çıkını hazırlayıp oğluna verir. Sefer, kara lastiğini ayağına giyer ve peştamalini de beline sarıp bahçelerin içinde kaybolur. Evden epey uzaklaşmıştır. Peştamalinini bildiği bir bahçenin bir dalına asar, koşarak, yürüyerek Giresun’a yola çıkar. Sınav 09:00’da başlamaktadır. Ve dokuzu beş geçe 30-35 km’lik yolu soluk soluğa okulun kapısında alır.

Sınavını bitiren Sefer okuldan ayrılır ve yine geldiği tempoyla köyünün bahçelerine yol alır. Bıraktığı peştamalini alır ve kalan iki saatlik sürede eteğini doldurmanın çabasına girer. Boş etekle eve gidemezdi. Bütün gün ne yaptığı konusunda sorguya alınacaktı. Kalan iki saat boyunca toplayabildiği kadar fındığı toplar ve evin yolunu tutar. Bu kadar az fındığın açıklamasını düşünür. Ve birden aklına bahçede hastalandığını ve uzun bir süre uyuya kaldığını söylemek gelir aklına.

Hasan Bey, kahvededir. Annesi karşılar ve eteğinde bu kadar az fındık görünce şaşırır. “oğlum hep eteğin dolu gelir senin, hayırdır ne den bu kadar az oldu.” Der.

“Anne, rahatsızlandım, içtiğim dere suyundan galiba sürekli kusmaya başladım. Karnımın ağrısı da cabası. Bir süre uzandım. Ve uykuya dalmışım. Hala hiç halim yok, izin verirsen ben uyuyayım biraz. Bu günlük böyle olsun yarın çıkartırım acısını,” der gülümser annesine. Annesi de ona gülümser, yanağından öper ve başını okşayarak, “tamam oğlum, hadi biraz dinlen. Sıcak bir çorbada yaparım. Yemek hazır olunca kaldırırım seni.” Der.
_____________
* soğlama: fındık zamanı dallardaki, yerlerdeki tüm fındıklar toplandıktan sonra isteyenin istediği bahçede gezerek gözden kaçmış çotanakları ve çeç fındıkları toplama işi.




2.Bölüm

Sefer, annesine çaktırmadan bir ohh çeker ve yatağa girer.

Sınav gününün açıklanacağı günler gelir. Sefer, heyecanla sonuçları beklemektedir. Mustafa Öğretmen’e görünmek için her türlü manevrayı yapar. Okul tatile girdiğinden Mustafa Öğretmen köyün kahvesinde her gün arkadaşları ile sohbet eder, oyun oynarlardı. Derken, yine kahvenin önünden bir ileri bir geri gidip gelen Sefer’i gören Mustafa öğretmen yanına çağırır. Koşarak yanına giden Sefer heyecanla sınav sonucunu öğrenmek ister. Mustafa Öğretmen, Sefer’i önce yanaklarından sonra da alnından öper başını okşar. Sefer’in bu davranışların şaşkınlığı karşısında Mustafa Öğretmen sesini yükselterek kahvedekilere seslenir: “Beyler, ağalar dinleyin beni. Size köyümüz adına güzel bir haber vereceğim. Şu çocuğu görüyor musunuz? Adı sefer, benim öğrencim. Kimsenin haberi olmadan onu yatılı yapı enstitü sınavlarına soktum. Bu çocuk ne yaptı? Ne yaptı biliyor musunuz? Bu çocuk Giresun ilinde sınava giren 120 öğrencinin arasında sınavı birincilikle kazandı. Köyümüzün adını duyurdu. Bu çocuk bizim yüz akımızdır.” Dedi.

Köylüler bu gurur verici haberden dolayı şaşkın ama sevinç ifadeleriyle memnuniyetlerini yansıttılar. Sefer, bu yaşadığı duygu seli karşısında heyecandan ne yapacağını bilmeden, insanların karşısında hazır ol’da kıpırdamadan duruyordu. Tükürüğünü yutmaktan zorlanıyordu. Bu kez sevinçten kan ter içinde kalmıştı. Hemen eve gidip bunu anlatmalıydı annesine. Öğretmeninin elini hızla öperek uzaklaştı kahveden. Yüz yüz elli metre gitti ve birden durdu. “iyi güzel ama ben bunu babama nasıl açıklarım, nasıl derim kaygısı ve korkusuyla adımlarını yavaşlattı ve ağır ağır yürüyerek eve geldi. Akşam babasına bu haberi verdiğinde evde nasıl bir kıyamet kopacaktı? Babası ona yine “oğlum, paramız yok, sizi zor geçindiriyorum. Bak dört kardeşin daha var ve beşincisi de yolda. Bu fındık seni okutmaz. Bu fındık bizi zor besliyor. Bu parayı senin için kullanamam. Yarı aç yaşıyoruz. Üstümüze başımıza, soframıza bak… Çoğu kez aç kalkıyoruz sofradan. Hadi unut bunu, hadi oğlum işimize gücümüze bakalım.” Diyeceğini hissediyordu.

Hasan bey kahveden eve gelmiştir. Sefer de hüzün ve sevinç karışımıyla yatağa girmiş uykuya dalmıştı. Nafiye hanım kocasına sofrayı hazırlar, ancak Hasan bey pek iştahlı değildir. Nafiye hanım:

“Hayırdır bey neden oynatıyorsun kaşığı çorbada. Neden yemiyorsun? Bir şey mi oldu canını sıkan?” Der.

Hasan bey, sofradan kalkar ve eşine:

“Biraz canım sıkıldı. Oğlumuzun ölümüne neden olan o küçük hayvanın nasıl bir gücü varmış. Mustafa öğretmen kahvede anlattı kenelerle ilgili bilgiyi. İçim acıdı, içim yandı. O yüzden bir şey yiyemiyorum.” Der ve pencerenin kenarına çekilip sigarasını yakar. Nafiye hanım da merakla:

“Hadi bey anlat, öğretmenin söylediklerini bana da. Ben de bileyim bu büyük acımıza neden olan hayvanın gücünü…”

Nafiye hanım kocasının karşısına geçer ve Hasan bey anlatmaya başlar:

“Keneler ufak tefek hayvanlar ya, güçleri o kadar etkiliymiş ki bir boğayı bile ısırdığında öldürebiliyormuş. Üstelik bunların gözleri de yokmuş. Kör hayvanlarmış. Ama buna karşılık çok gelişmiş bir koku organları varmış… fakat bu gelişmişlik bütün canlılar için geçerli değilmiş… Bu koku, koyun inek, insan gibi canlıların derisinden çıkan asitli bir yağ gibiymiş…

Bu keneler, böylesi canlıların sürtünebileceği alçak ağaçlar ya da çalılıklar üzerinde yaşarlarmış ve sabırla avlarını beklerlermiş… Bütün sıcakkanlı canlılar keneler için birer avmış… Bu canlılardan her hangi biri kenenin bulunduğu dalın altından geçerse, kene kendisini hemen kendisini bırakıverir; eğer avının üstüne düşerse, o zaman başı ile canlının derisinden içeri girer keneye yetecek kadar kanı emdikten sonra yere düşüp yumurtalarını bırakıp ölürmüş…

Eğer kene, bu kör hayvan avının üstüne düşmezse o zaman yeni baştan ağaç dallarına ve çalılıklara yeniden tırmanırmış… keneler hiç acele etmezmiş ve uzun yıllar aç kalıp taki avının derisine düşünceye kadar devam edermiş…”

Hasan Beyin anlattıkları karşısında acısı daha da alevlenen Nafiye hanım bir süre sessiz kaldıktan sonra yerinden kalkar ve yer yataklarını serer. Hiçbir konuşmadan yatağa uzan Hasan Bey ve Nafiye hanım sabaha kadar yataklarında döner dururlar.

Hasan Bey, ertesi gün gittiği kahvede oğlunun başarısı için arkadaşlarından övgüler gelir ve tek tek kutlarlar. Bu arada Hasan Bey, oğlunun bu başarısı karşısında ezilir ve köy halkının dayattı bu gurur karşısında oğlunu okutmaya karar verir. Ve hemen eve geri döner. Sefer, yataktadır ve oğluna seslenir, “Sefer, yanıma gel. Şu benden habersiz çevirdiğiniz dolaplar üzerine konuşalım.” Der. Sefer babasının bu yaklaşımından olumlu bir şey beklemez. Yataktan isteksizce kalkar ve babasının yanına gider.

Hadi hazırlan seni okuluna kayıt yaptırmaya gideceğiz. Yarın yola çıkarız, der demez sefer şaşkın şaşkın bir annesine bir de babasına bakar. Her şeyden ümidini kestiği anda babasının bu sözleri onu deliye döndürmüştü. Ne yapacağını bilemedi önce ama sonra birden babasının boynuna sarılıp, “teşekkürler babacığım… teşekkürler diyerek yanaklarından ellerinden öpmeye başladı.

Ertesi gün yaklaşık üç saatlik yolculuğa çıkarlar. Okula kaydı yapılınca baba oğul ilk defa yemek yemek için lokantaya giderler. Aralarında pek bir konuşma geçmez. Sefer mutludur ve içi kıpır kıpır. Hasan Bey ise düşünceli, “ben bu çocuğu nasıl okutacağım” diye geçirir içinden. Sefer, 1953-1954 eğitim öğretim yılında zümrüt Rize’de yatılı yapı enstitüsünde okumaya başlar.

İlk sene elektriğin ne olduğunu ve nasıl çalıştığını anlamak ve bilmek için sürekli elektrik düğmesiyle oynar. Açar kapatır; açar bir daha kapatır, derken nöbetçi öğretmene yakalanır. Nöbetçi öğretmen Sefer’in bu davranışını hayatı boyunca unutamayacağı birkaç tokatla cezalandırır. Ve bir daha kolay kolay yaklaşamaz elektrik düğmelerine. Ve günlüğüne şöyle bir not düşer; “elektrik düğmeleriyle oynarken yediğim dayağı hiç unutmam. İyi bir inşaat öğretmeni oldum. Bana topraktan başla bir apartman yap deseler, yaparım, yaptım da. Bir evi topraktan alıp kat kat bina yaparım. Bir tek şeyi yapmam. Yapamam. O evin elektrik tesisatını. Çünkü yediğim o dayak bende bu yönümü eksik bıraktırdı. Ampul bile değiştiremem. Nasıl bir iz kalmışsa benden…”

Sefer, babasının gönderdiği kuruşlar yetmediği için okulda ek gelir sağlayacak işler yapar. Örneğin hafta sonları arkadaşlarının elbiselerini ütüler, ayakkabılarını boyar, matematik ödevlerini yapar. Sinema parası için yapar daha çok bunu. Sinema da onu büyüler ve kazandığı harçlıklarını sinema için harcardı. Okuldaki ilk dönemleri ağır geçer. Bu herkes için geçerliydi. Oraya gelen herkes ana baba ocağından ilk çıkışları… Sonunda orada herkes birbiriyle başka bir aile olurlar. Ve kaldıkları sürece birbirleriyle yıllarca kopmayacak dostluklar, kardeşlikler kurulur.

Kalan boş zamanlarında ise okulun kütüphanesinde yeni çevrilmiş klasikleri okumaya başlar. Roman klasiklerinin yan ısıra felsefe çevirilerini de okur. Edebiyat ve felsefe dünyasından okuduğu kitaplar hayallerini ve ideallerini daha da genişletir ve netleştirir. Okuduklarından notlar alır günlüğüne… Son sınıfta edebiyat öğretmeni son sınavları için sınıfa girer. Soru-cevap yöntemine dayanmayan bir sınavla karşılaşırlar. Öğretmeni öğrencilerine bir hikaye anlatır. Ve anlattıktan sonra şöyle devam eder:

“Evet gençler! Artık bunca almış olduğunuz bu eğitimden sonra hayatın kollarına atılacaksınız. Bu eğitim size çırak olmanızı ve çıraklıktan çıkıp nasıl birer ustaya dönmeniz gerektiğini verdi. Çıraklığın ne olduğunu anladıysanız nasıl usta olacağınızı da kavramışsınızdır. Sınavda sizden istediğim anlattığım hikayeyi yorumlamanızdır. Hepinize başarılar diliyorum.”




3.Bölüm



Öğretmenin anlattığı hikaye şöyledir:

“Bir usta ve onun çırağı kırda yürümektedirler; bir ağacın altında dururlar. Hava sıcaktır, otururlar. Usta çırağına: “Orada bir kuyu görüyorum. Bana biraz su getirebilir misin?” der. Genç çırak, beş yüz metre ilerdeki kuyuya gider. Genç bir kıza rastlar. Birbirlerinden hoşlanırlar. Konuşmaya başlarlar. Genç kız yakındaki köyde oturduğunu söyler. Delikanlı, kıza, testisini taşımayı öğrenir. Köy kadar giderler.

Genç kız, delikanlıyı ailesine tanıtır. Yemeğe davet eder. Vakit geç olmuştur. Gece kalmasını önerirler. Kalır. Genç kızla çok hoş vakit geçirmektedir. Sonraki günleri de onunla geçirir. Sonunda evlenirler. Delikanlı köyde çalışmaya başlar. Çocukları olur. Sonra kızın anne-babası ölür. Yaşam son derece olağan bir biçimde sürmektedir, derken günün birinde delikanlı birden su getirmeye gittiğini anımsar! Karısının saçlarına aklar düşmüştür. Ağacın altında bekleyen ustasına su götürmesi gerektiğini hatırlar. Aceleyle köyü terk eder. Bir çanak su alır ve altında olduğu ağaca gider ve orada kendisine şunu söyleyen ustasını bulur:

‘Neyse… Beni bekleteceksin sandım.’

Okulda oldukça başarılı olan sefer, son sınıfa geldiğinde üniversite sınavlarına girerler. Sefer, İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat mühendisliğini kazanır ve babasına mektup yazar:


“Sevgili Babacığım,

Okulumu muvaffakiyetle tamamladım. Bir ay daha buradayım. Çünkü pratik kazanmak için okulun döner sermayesi için başka bir okulun onarım içinde çalışacağım. Bu arada sana çok mutlu bir haber vermek istiyorum. Üniversite sınavını kazandım. Eğer izin verirsen bu eğitimimi de tamamlamak istiyorum. Ağustos başında yanınızdayım.

Annemin ve senin ellerinden kardeşlerimin de gözlerinizden öperim.

                                                                                                             Oğlunuz"

Sefer, babasına yazdığı mektubun cevabını sabırsızlıkla beklemeye başlar. Üç hafta sonra babasından bir telgraf gelir. Telgraf çok kısadır; “Acele köye gel. Fındığa başlayacağız.” Sefer telgrafı okuyunca büyün hayallerinin sona erdiğini düşünür ve ilkokulda babasıyla yaptığı konuşmalar gelir aklına. Ümitsizce durumu kabullenir ve ağustos ayında köye babasının yanına gider. Aralarında hiçbir konuşma geçmez. Sadece babasının arada söylemiş olduğu söz kalır Sefer’in belleğinde; “Oğlum, paramız yok, seni okutamam. İstanbul’un nasıl bir şehir olduğunu bilemezsin.”

Ailesinin bu durumu karşısında Sefer, kurs öğretmenliğine başvurarak ekonomik katkı sağlamayı düşünür. Babası bu duruma itiraz etmez, çünkü oğlu para kazanacaktır.

Sefer için artık Anadolu yolculuğu başlamıştır…Ve oğlu babasının Anadolu yolculuğunda attığı binlerce adımın izlerini günlüğünden okumaya devam eder:

“Kurs öğretmenliği için 35 günlük eğitim görmek üzere Ankara’ya gittim. 1959 yılında Ankara Yapı Meslek Lisesinde göreve başladım. Kurs eğitimim bittikten sonra ilk görev yerim Eymür’e atanırım. Bir yıl kaldıktan sonra görev yerim değişir ve Şereflikoçhisar’ın Sarıyahşi köyünde ikinci kursumu açarım.

1960 yılında askerlik görevim için Isparta’dayım.Ardından yedek subay öğretmen olarak Antalya’nın Adrasan köyünde öğretmenliğe başlarım. İki yıl sonra Finike Askerlik şubesinden teskeremi alır ve amcasının kızıyla yuvamın ilk adımlarını atarım. Adrasan’dan sonra tekrar köy kursu öğretmenliğine başvurur ancak boş kadro olmadığından dolayı memleketim Giresun’a dönerim.

Muvakkat öğretmen olarak Giresun’un Kovanlık köyüne müdür olarak atanırım. İlk kızım burada dünyaya gelir. Kovanlık Köyünde beş sınıfı birden okuturum. İki yıl sonra asil öğretmenliğe geçer bir yıl çalıştıktan sonra teknik öğretmen olarak Maraş’a tayinim çıkar ancak kabul etmem, edemem. Tayinimin ilk öğretime aktarılmasını istedim. Bu kez isteğim yerine gelmez. Verdiğim ikinci dilekçe ile Amasya’ya tayinim çıkar. Göreve Taşova/Dörtyol köyünde kurs öğretmeni olarak başlarım. İkinci sene Taşova’nın Alparslan köyüne çıkar tayinim. Ve bir kızım ve bir oğlum daha dünyaya gelir.

1965 yılında Sivas’ta kısa bir dönem çalıştım. 1969 yılında İzmir Sanat Öğretmen okulunda iki yıl okumak suretiyle İzmir’e yerleşirim. Kendi bölümünde (yapı) birinci olur ve tayinim Konya’nın Karapınar ilçesine çıkar. Orada Pratik Sanat Okulu öğretmeni olarak göreve başlarım.

1974 yılının kış ortasında ani bir kararla tayinim çıkar ve Niğde’nin Ulukışla ilçesine zorunlu olarak atanırım. Bu arada Ankara’da yapı meslek lisesinde yüksek okul farklarını vererek yüksek okul diplomasını alır ve çeşitli özel nedenlerle eksik kalan eğitimimi tamamlarım.

Ulukışla Endüstri Meslek Lisesinde uzun bir süre öğretmenlik ve müdürlük yaptıktan sonra idareci olarak Afyon’un Şuhut ilçesine atamam gerçekleşir. Kabul edemem çünkü ailem parçalanmıştır. Ardından Bakan emriyle Denizli’nin Çal ilçesine isteğim dışında tayinim çıkar. Bir yıl kaldıktan sonra ailemi bir araya getirmek için Ankara Yapı Meslek Lisesine tayinim çıkar.”


Sefer, 1995 yılında emeklilik dilekçesini verir ve köyüne geri döner.




4.Bölüm

Oğlu, babasının günlüğünü okumaya döner.

“İçimde elem dolu bazı bazı da bir haz.
Yağmur gülü göz yaşı, güldüğüm günler pek az.
Harcadığım gün kadar devamlı çile çektim.
Çektiğim çile kadar ümitle hülya ektim.”

Babasının tuttuğu günlük; kendisinin tuttuğu defterler… Hasan dedenin torununa her yaz geldiğinde kucağına alıp okuduğu manilerin de etkisinde kalarak defterlerini açar. Babası ile yaptığı konuşmayı not aldığı defterini bulur ve yazdıklarını okumaya başlar;

“Doğru kal, doğrularınla… Korkuyorum dedikten sonra bir şey yapamazsın… Yoruldun, herkes gibi. Yanlış yap, yanlışınla hesaplaş… Yaptığın yanlışları tekrar etmediğin sürece küçük de olsa bir doğrunun noktasında bulursun kendini… Sonsuzluk, aldığın nefesin uzunluğu değil, senin doğaya ve insana duyduğun saygının sesidir. Eğemediğim fındık dallarına karşı olan inadını olağan buldum. Ve zaman zaman gülümsedim bu hallerine… Benim yüzümden yalnızsın; senin aklında kaldım. Sağ ol…”


Günlüğün son sayfasına geldiğinde oğlu birden telaşlanır. Garip bir hisse kapılır. Garip olduğu kadar babasının kendisini bir şeye hazırladığını hisseder. Ama o şeyi anlamak ve düşünmek istemez. Elleri titrer. İçi daralır ve hızla defteri kapatır. Günlüğü yerine bırakır… Boğulur gibidir. Kendini bir an önce dışarı atmak ister. Annesine hiçbir şey hissettirmeden usulca kalkar babasının yanından. Ter içinde soluk soluğa kalır. Annesiyle yüz yüze gelmeden seslenir:

“Anne, ben limana iniyorum, biraz dolaşıp gelirim.”

Annesinin vereceği cevabı beklemeden kendini dışarı atar. Ve limanda babasının yazdığı şu cümleleri tekrar eder:

“Şimdi verin ellerinizi vedalaşalım.
İyi günleri yad edelim, kötü günleri unutalım.
Şimdi yıldızlara daha yakınım…
Elveda…”


Oğlu eve döner ve doğru mutfaktaki annesinin yanına gider. Annesine belinden sarılıp boynundan öper. Perihan Hanım oğlunun bu ilgisine gülümseyerek cevap verir:

“Oynaşma benimle… Hadi git babanı çağır, yemek hazır.”

“Tamam annelerin balı…” der ve babasının yanına gider. Elinden öper ve babasını kaldırmaya çalışır. Babasının kalkan eli birden koltuğa düşer. Ve oğlu o an bir adım geri çekilir ve yutkunarak, kırık bir sesle:

“Anne, annnee, anneeee… babam, ba bam, baaabaamm…”

Perihan hanım bu tuhaf sesleri anlamak için başını sağa çevirir ve oğlunun hareketsiz duruşu ve yüzündeki donuk halinden:

“Sefer, Sefer,” diye iç geçirirken elindeki tabak düşer. Kırılan tabağın evin her odasına yayılır…


içindekiler    üst    geri    ileri   




 21