ÖYKÜ

Dilek Özalp   





SOKAKLARDA ARSIZ YALNIZLIĞIM


Tek başıma hiçbir sorunun yanıtını bulamıyorum. Hep yeni hayatlar yaşamak isterken aynı hayatları yeniden yaşıyorum. Karanlık, çıkmaz sokaklarla dolu bir kentte, aynı yolu kim bilir kaç kez yürüyen birine benzetiyorum kendimi. Yürüdüğüm tüm sokaklarda, hep aynı yerde duran farklı yüzlere rastlıyorum. Baktığım her yüzün benimle aynı acıları, umutları, mutlulukları, ihanetleri yaşadığını düşünüyorum. Onlarla konuşma cesaretini buluyorum kendimde. Bildiğim her şeyi ayrıntısıyla anlatıyorum. Çok sonra ayrımına varıyorum; dinliyor gibi yapıp dinlemediklerinin, anlıyor gibi yapıp anlamadıklarının.

O an, birikmiş anılar bir kâbus gibi yapışıyor boğazıma, gırtlağıma. Hepsi bir yana, tek bir anı geliyor gözümün önüne. Ancak ne geriye gidebiliyor ne de ileriye atılabiliyorum. Zihnimi ortadan ikiye bölüyor. Parlak, gözleri kamaştıran bir anı. O anıdan kurtulmak için, insanlar arasına karışmak istiyorum. Her yere gitmek, her şeyi yapmak, hayal kurmak… Ancak kurduğum hiçbir hayal beni o anıdan kurtaracak kadar güçlü değil.

Çaresiz, yeniden sokaklara dönüyorum. Gecenin bir vakti her yer insan. Hiç kimse evine gitmek istemiyor, herkes dibe vurmuş sanki. Gideceğim yerlere o anı götürüyor beni. Anılar acımasız, hayaller kırgın, zihin yorgun.

Kendimle o kadar meşgulüm ki, birinin bana seslendiğini çok sonra duyuyorum.

”Her şeyle, herkesle ilgileniyormuş gibi baksan da, şu an sadece kendi içine bakıyorsun.”diyor.

Bu cümleyi söylediği an, caddedeki her şey susuyor, tüm ışıklar sönüyor. Tanıdık bir yüz. Boğazıma yapışan anılardan, bir filmden, bir romandan… Anımsayamıyorum. Yüzüme bakmadan devam ediyor; ”Seni tanıyorum, yaptıklarınla gurur duyuyorum.”

Beni iyi tanıdığını anlıyorum.

“Her şey ne kadar gürültülü değil mi?” diyorum.

“Evet” diyor, “Çünkü herkes aynı anda konuşuyor; ama kimse kimseyi dinlemiyor. Herkes kendisi sandığı kişiden söz ediyor, sonra yeniden kendi karanlığına gömülüyor.”

”Neden?” diye soruyorum.

Bu kez gözlerime bakarak konuşmaya başlıyor:

”Bana hikayeni anlatır mısın?”.

Caddenin ışıkları yeniden parlamaya başlıyor. Bu kez hafif bir yağmur eşlik ediyor o ışıklara. Çok düşünmeden, bir teselli bulma umuduyla anlatmaya başlıyorum:

“Beni anlayacak biri olur mu bu hayatta?”

Hemen cevaplıyor:

“Yalnızlık dozunda kullanıldığında iyidir, olgunlaştırır bizi. Tabi ki seni anlayacak birileri vardır.”

“O şimdi ne yapıyordur?” diye soruyorum.

Etrafa ‘susun’ der gibi baktıktan sonra:

”Ruhuna dokunduğun insanlarla görünmez bir bağ vardır aranda. Senden çok uzakta olsa da o bağ hep kalır. Anıları, yaşananları özleten, olgunlaştıran, gülümseten, acı çektiren o görünmez bağdır. Seni düşünüyor.”

İnanasım gelmiyor. Ancak öyle güven veren bir bilge edasıyla konuşuyor ki; dinlemek, dinlemek, dinlemek istiyorum.

”Kibir, bencillik, ruhu zayıflatır, körleştirir. O kadar kör olur ki, yaşayacağı tüm güzellikler ona bir kabus gibi, külfet gibi gelmeye başlar. Özgürlüğünü elinden alır. Tüm yaşamını ertelemeye, korkmaya başlarsın… Daha çok şey eklenebilir bunlara. Hepimizde var bu duygulardan” diyor.

Her cümlesi biraz daha içime dokunuyor.

“Nasıl kurtulur bunlardan insan?” diyorum.

“Kurtulamaz. Hepsinden her zaman biraz kalır. Aramızdaki o görünmez bağ, işte onu gördüğü zaman bu duygularıyla yaşamayı bırakır. Onlarla baş etmeyi bilir. O görünmez bağ öğretir bize ne kadar sevdiğimizi, uğrunda neler yapıp nelerden vazgeçeceğimizi.”

Sanki konuşamadığım cümleleri bana söylüyormuş gibi, tüm zihnimi okuyor. Kendi içime dönerek:

”Kendimi anlamaya, tanımaya harcadığım onca zamanda onu anlamaya çalışsaydım, anılar birer cellat gibi boğazıma dayanmazdı.” İçimden yükselen bu korkunç ses beni bir kez daha sarsıyor.

Ayrılmış olsam da, onu bir daha hiç görmeyecek olsam da, aramızdaki o görünmez bağın varlığı bir an için mutlu ediyor beni. Mırıldanır gibi şu dizeler çıkıyor ağzımdan.

     ”Dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti,
      Sonra bütün bulutlar hep birden geçti,
      Anılar, anılar, belki hepsi bir kelime.”


Söylediğimi anlamak istiyormuşçasına bakıyor bana.

“Edip Cansever.” diyorum.

Evine gitmek istemeyen insanlarla dolup taşıyor cadde. Herkes konuşuyor; ama kimse birbirini dinlemiyor. Bir ben konuşuyorum, bir o dinliyor.

“İnsan karşılıksız sevgiden yorulur” diyorum. “Beklemekten, sabretmekten… Ansızın olmalı her şey. Birikmiş tüm sevgilerin bir patlaması gibi.”

Kendimi o kadar kaptırmış anlatıyorum ki, kaldırıma takılınca ayrımına varıyorum yürümeye başladığımızın.

”Seni seviyor. diyor. ”Kibri, gururu, bencilliği, zorba bir aşık yapsa da seviyor seni. Aranızdaki o bağ... Sen görmesen de, o görmese de her şey olması gerektiği gibi aslında.”

Çok daha umutsuz bir sancı içinde:

“Ne zaman kaybolur o bağ, unutur beni” diye soruyorum.

”Sen vazgeçtiğin zaman” diyor.

“Aslında birbirimizi çok sevmek istiyorduk. Ama hep erteliyorduk. Bir bulup bir yitirme oyunu oynuyorduk. Korkularımızı anlatıyorduk. Korkularımızın altında yatan güçsüzlüğümüzü, acizliğimizi görmeden, kabul etmeden yapıyorduk bunu.”

Hızlı, kendinden emin anlatışıma bir solukluk ara verip etrafa bakıyorum. Bir sokakta yapayalnızım. Huzur veren bilgenin ne sesi ne de kendisi var. Bu sokağı tanıyorum. Karşımda evim duruyor. İçeri giriyorum. Fotoğraflar, mektuplar, plaklar, kitaplar, kahve kutuları… Ondan kalan ne varsa, aramızdaki o bağ ile birlikte bahçeye çıkarıp yakıyorum.

“Benim gibi birini nasıl seversin?” diye sorup durduğunda yıllarca, anlatsaydım belki bu kadar hoyrat ve acımasız olmazdı diye düşünüyorum.

Dumanların arasında huzur veren bilgenin yüzünü görüyorum. Gülümsüyorum. O vazgeçtiğimi anlıyor; bense huzur veren bilgenin aramızdaki o görünmez bağ olduğunu. Durup alevlere bakıyorum. Bilge yok oluyor; ben hayata dönüyorum.


dizin    üst    geri    ileri  

 

 



  9  

 SÜJE  /  Dilek Özalp   / yirmi dokuz eylül iki bin on beş     12