ÖYKÜ

Korkut Kabapalamut     







İLAN EDİLMEMİŞ VE FAZLA ŞİDDETLİ OLMAYAN BİR BUNALIM


Ofiste yapacak iş yoktu. Ani bir hareketle kalkıp masanın üzerinde duran cep telefonunu ve cüzdanını aceleyle el çantasına tıkıştırdı. Kapıyı, anahtarı delikte iki kez süratle döndürerek kilitleyip sokağa çıktı. Telefonla bir taksi çağırıp sabırsızlıkla beklemeye koyuldu. Üç dakika içinde gelmesini umduğu araç, yaklaşık dokuz dakika sonra iş hanının önünde hazır ve nazırdı. Anlamlı bir yanıt alamayacağını adı gibi bildiğinden neden bu derece geciktiğini sormamaya karar verdiği sürücüye, en yakın Metro istasyonuna sürmesini söyledi. Hava sauna kadar sıcaktı. Taksici, elbette ki klimayı açmamıştı. Gidilecek mesafe, umduklarından kısa olduğunda hep böyle yaparlardı bunlar. Yolcudan hınçlarını böyle çıkarırlardı. Çiğ adamlardı yani, yapacak bir şey yoktu... Saatine baktı. Paydos etmek için fazlasıyla, hatta komik derecede erkendi. Gülümsedi. Taksi ücreti sekiz lira tuttu. Adama parayı çeşitli ebatlardaki bozukluklarla ödedi. İşlem bu yüzden biraz uzadı. İkisi de birbirlerine iyi günler dilemedi doğallıkla. Baştan sona sessiz, düşmanca bir yolculuk olmuştu. Zaten birkaç dakikadan fazla da sürmemişti.

Trenden inince en yakın kitapçıya kararlılıkla yöneldi. Yine de epey bir yürümesi gerekti. Bir türlü yeşile dönmeyen, hep iğrenç arabaları kayıran yaya düşmanı trafik ışıklarına her zamanki gibi ağız dolusu küfretti. Yanı başında sarmaş dolaş yürüyen, aptal aptal da sırıtan genç bir çifte içinden uzunca söylendi. Neredeyse, cadde ortasında çırılçıplak soyunup seks yapacaklardı utanmazlar. Birden, acayip derecede acıktığını fark etti. Canı şöyle güzel bir ızgara köfte çekiyordu. Yanında sıcak ve ince lavaşıyla birlikte. En iyisi bir mangalcıya çöreklenmekti. Yemeğin üzerine sigara içemeyeceğini düşününce, kendini tutamayıp gene sinirlendi. Bir ay önce sigarayı dördüncü kez bırakmıştı. Sık sık, bunun hayatında verdiği en aptalca karar olduğunu düşünüyorsa da, geri adım atmaya yanaşmıyordu. Hayatı boyunca kendinden çok fazla taviz vermişti ve artık bunu sonlandırmanın, akıntının yönünü biraz olsun değiştirmenin zamanı gelmişti.

Bol Bol Et adlı bir mangalcının dışarıdaki masalarından birine ilişti. Kendisinden başka tek müşteri yoktu. Yakışıklı, genç bir garson hemen yanına seğirtti. Siparişini, suni olduğu yedi yüz metreden kolaylıkla anlaşılabilecek bir kibarlıkla, sözde konukseverlikle aldı, hemen arkasını dönüp dükkâna daldı. Belli ki son derece yılışık bir tipti.

Kısa bir süre önce satın aldığı ucuz ve siyah el çantasından incecik bir öykü kitabı çıkardı. İlk öyküyü iyimserlikle ve nedense büyük bir beklentiyle okumaya başladı. Genç bir kadın yazarın ilk kitabıydı bu. Yazarın biyografisinde doğum tarihi yazmıyorsa da, arka kapakta genç bir öykücümüz olduğu açıkça belirtilmişti. Buna sevindi. Genç olmayan öykücülerden öyle pek de hazzetmezdi. Belki biraz Truman Capote ve William Saroyan hariç…

Canı, içini çeke çeke ağlamak ya da haykırmak istiyordu nedense. Ancak, yaşı ve bulunduğu mekân itibarıyla bunun olanaksızlığını kavramak hiç de zor değildi. Zaten mensubu bulunduğu sıkıcı cinsiyet de bu anlamsız eylem için pek uygun sayılmazdı. Onun yerine, köftesi gelene dek oyalanmak üzere kendine bir çay söyledi. Çay, korktuğu üzere ılık ve zehir gibi karaydı. İçmekten derhal vazgeçti. Az önce masaya bıraktığı kitaba yeniden sığınmaya karar verdi. Cümleler kısa ama dinamikti. Öykü, kendini ortalama bir tempoyla da olsa okutuyor, okurun elinden tutuyor, onunla bir, beklenmedik bir sona doğru keyifle sürükleniyor ya da yuvarlanıyordu. Altı sayfadan ibaretti ve galiba 12 Eylül döneminde geçiyordu. Zira devrimciler ve işkencelerden bahsediliyordu bir yerinde. Aslında bahsedilmese de olurdu. Öykü, bu toplumsal, acılı motifler olmadan da yeterince doyurucu, ikna ediciydi zaten.

Köfteler son derece lezzetliydi. Yanında altı çeşit de meze getirmişlerdi ama o sadece birine, çatalının ucuyla biraz dokundu, diğerleri yenilebilir şeylermiş gibi görünmedi gözüne hiç. Köfteleri iştahla ve süratle yalayıp yuttu. Üzerine, koyu, şekersiz bir kahve söyledi. Suyunu da içip makul boyutlardaki hesabı ödedikten sonra, artist tabiatlı garsona yalandan teşekkür ederek masadan kalktı. İki lira bahşiş bırakmıştı. Bu miktara nasıl tepki vereceğini gözlemlemek için, çaktırmamaya çalışarak garsona baktı, adam beklediği üzere herhangi bir tepki vermedi. Sıradan bir garsonsa da, kafası hemen herkes gibi son derece meşgul olmalıydı, zaten artık rol yapmak zorunda da değildi. Şımarık, müşkülpesent ve cimri bir müşteriyi daha güzelce doyurup başarıyla savuşturmuştu başından işte. Yaşamının geri kalanını, buna odaklanarak geçirecek hali yoktu. Hem zaten iki lira neydi ki, hiçbir şey satın almaya yetmezdi. İşler de hayli kesattı ne zamandır. Köfte ve diğer ürünler çok iyi olmasına rağmen, eskisine oranla çok azalmıştı müşteriler. Zira neredeyse her gün yeni bir kiloyla et-but salonu açılıyordu. Yakında işsiz kalırsa pek de şaşmamalı, her şeye hazırlıklı olmalıydı. Nasıl yapmışsa yapmış, iki yıl içinde on bin lira kadar tasarrufta bulunmuştu. Bekârdı ve ailesinin yanında kalıyordu. İşsiz kalsa bile, bu para ona tam yedi ay süreyle yeterdi yaptığı pek ince hesaplara göre. Zaten ne zamandır bir kız arkadaşı da yoktu, dolayısıyla tasarruf ettiği paradan da biraz tasarruf edebilirdi, işte bu dünya böyle lanet olasıca bir yerdi. İnsanı saçma sapan düşüncelere sevk ediyordu…

Galiba köfteyi biraz fazla kaçırmıştı. Dolayısıyla üzerine güzel, bol şuruplu, kaymak ya da sade dondurmayla süslenmiş bir tatlı yeme düşüncesinden derhal vazgeçmek zorunda kaldı. Onun yerine, fazla uzakta olmayan kitapçıya dalıp dergileri dikkatle incelemeye başladı. Ne çok sayıda edebiyat dergisi yayınlanıyordu böyle. İki tanesini seçip kafeterya bölümündeki rahat koltuklardan birine krallar gibi kuruldu, bir kez daha çay söyledi. Gelen çay, çok taze ve lezzetliydi bu kez neyse ki. Dergilerdeki şiirleri hızla, art arda okumaya başladı. Okuduğu elli civarındaki şiirden salt ikisini çok beğendi. Diğerlerinin çoğu, deli saçması ya da minik birer aptallık abidesiydi. Yazıları okumayı ise aklının ucundan dahi geçirmedi. Büyük bölümü, okunamayacak derecede kuru, sıkıcı, yersiz ve anlamsız oluyordu. On beş yıldır düzenli olarak dergi okuyan, en azından satın alan biri sıfatıyla, bu düşüncesini herkese karşı, her çeşit ortamda sonuna dek savunabilirdi. Dergiler olmasa da olurdu, hepsinin de canı cehenneme idi.

Keyfi, nasıl olduysa yerine gelmişti. Bunu, yutarcasına okuduğu kötü yazılmış ama her nasılsa yayınlanmayı başarmış şiirlere borçlu olamazdı tabii. Muhtemel nedenler üzerinde inatla düşündüyse de doyurucu bir sonuca ulaşması mümkün olmadı. Ruh hali, birdenbire ve anlaşılmaz biçimde düzelmişti işte. Gerçi herhangi bir şey değişmiş ya da gerçekleşmiş değildi. Dünya da, kendisi de, beş dakika önce her nasılsa aynen öyle anlamsız, sıkıcı, açıklanamazlardı. Yine de fazla kurcalamaya gerek yoktu bunu, üzümünü yemeli, bağcıyı tümüyle görmezden gelmeliydi. Belki de, uzaklarda bir yerlerde, uzun süredir yalnızlıktan sıkılan bir ağaca güzel, şakacı, hoş sesli bir kuş konmuştu. Bir nedeni olmaksızın ayağa kalktı. Kasada oturan kızın yanına giderek gülümsedi, ‘’Herhalde işe yeni başladınız, hayırlı olsun,’’ dedi. Kız biraz şaşırdıysa da, bu beklenmedik duruma hemen uyum sağlayarak içtenlikle gülümsedi, teşekkür etti. ‘’Hoş geldiniz,’’ diye de sahici bir nezaketle ekledi. Tam o sırada dükkânın giriş kapısı aniden açıldı. Metro çıkışında rastladığı o yılışık, sarmaş dolaş yürüyen, daha doğrusu yolda iki başlı acayip bir hayvanmışçasına sürüklenen âşık çift, ortak bir kararlılıkla kasaya doğru yöneldi. Kahraman adlı bir şairin yeni çıkan şiir kitabının gelip gelmediğini sordular. Kasiyer kız da onları dükkânın arka taraflarındaki kitaplar arasında eşinen çilekeş, yorgun bir görevliye yönlendirdi. Bundan yalnızca birkaç saniye sonra hava birdenbire karardı, gölgelendi, gök gürlemeye başladı. Hiç hesapta olmayan yağmurun atıştırmasına fazla da bir şey kalmamıştı belli ki.



dizin    üst    geri    ileri  

 



  4  

 SÜJE  /  Korkut Kabapalamut  /  yirmi dokuz eylül iki bin on beş     12