İLAN EDİLMEMİŞ VE FAZLA ŞİDDETLİ
OLMAYAN BİR BUNALIM
Ofiste yapacak iş yoktu. Ani bir hareketle kalkıp masanın üzerinde duran
cep telefonunu ve cüzdanını aceleyle el çantasına tıkıştırdı. Kapıyı,
anahtarı delikte iki kez süratle döndürerek kilitleyip sokağa çıktı.
Telefonla bir taksi çağırıp sabırsızlıkla beklemeye koyuldu. Üç dakika
içinde gelmesini umduğu araç, yaklaşık dokuz dakika sonra iş hanının
önünde hazır ve nazırdı. Anlamlı bir yanıt alamayacağını adı gibi
bildiğinden neden bu derece geciktiğini sormamaya karar verdiği sürücüye,
en yakın Metro istasyonuna sürmesini söyledi. Hava sauna kadar sıcaktı.
Taksici, elbette ki klimayı açmamıştı. Gidilecek mesafe, umduklarından
kısa olduğunda hep böyle yaparlardı bunlar. Yolcudan hınçlarını böyle
çıkarırlardı. Çiğ adamlardı yani, yapacak bir şey yoktu... Saatine baktı.
Paydos etmek için fazlasıyla, hatta komik derecede erkendi. Gülümsedi.
Taksi ücreti sekiz lira tuttu. Adama parayı çeşitli ebatlardaki
bozukluklarla ödedi. İşlem bu yüzden biraz uzadı. İkisi de birbirlerine
iyi günler dilemedi doğallıkla. Baştan sona sessiz, düşmanca bir yolculuk
olmuştu. Zaten birkaç dakikadan fazla da sürmemişti.
Trenden inince en yakın kitapçıya kararlılıkla yöneldi. Yine de epey bir
yürümesi gerekti. Bir türlü yeşile dönmeyen, hep iğrenç arabaları kayıran
yaya düşmanı trafik ışıklarına her zamanki gibi ağız dolusu küfretti.
Yanı başında sarmaş dolaş yürüyen, aptal aptal da sırıtan genç bir çifte
içinden uzunca söylendi. Neredeyse, cadde ortasında çırılçıplak soyunup
seks yapacaklardı utanmazlar. Birden, acayip derecede acıktığını fark
etti. Canı şöyle güzel bir ızgara köfte çekiyordu. Yanında sıcak ve ince
lavaşıyla birlikte. En iyisi bir mangalcıya çöreklenmekti. Yemeğin
üzerine sigara içemeyeceğini düşününce, kendini tutamayıp gene
sinirlendi. Bir ay önce sigarayı dördüncü kez bırakmıştı. Sık sık, bunun
hayatında verdiği en aptalca karar olduğunu düşünüyorsa da, geri adım
atmaya yanaşmıyordu. Hayatı boyunca kendinden çok fazla taviz vermişti ve
artık bunu sonlandırmanın, akıntının yönünü biraz olsun değiştirmenin
zamanı gelmişti.
Bol Bol Et adlı bir mangalcının dışarıdaki masalarından birine ilişti.
Kendisinden başka tek müşteri yoktu. Yakışıklı, genç bir garson hemen
yanına seğirtti. Siparişini, suni olduğu yedi yüz metreden kolaylıkla
anlaşılabilecek bir kibarlıkla, sözde konukseverlikle aldı, hemen
arkasını dönüp dükkâna daldı. Belli ki son derece yılışık bir tipti.
Kısa bir süre önce satın aldığı ucuz ve siyah el çantasından incecik bir
öykü kitabı çıkardı. İlk öyküyü iyimserlikle ve nedense büyük bir
beklentiyle okumaya başladı. Genç bir kadın yazarın ilk kitabıydı bu.
Yazarın biyografisinde doğum tarihi yazmıyorsa da, arka kapakta genç bir
öykücümüz olduğu açıkça belirtilmişti. Buna sevindi. Genç olmayan
öykücülerden öyle pek de hazzetmezdi. Belki biraz Truman Capote ve
William Saroyan hariç…
Canı, içini çeke çeke ağlamak ya da haykırmak istiyordu nedense. Ancak,
yaşı ve bulunduğu mekân itibarıyla bunun olanaksızlığını kavramak hiç de
zor değildi. Zaten mensubu bulunduğu sıkıcı cinsiyet de bu anlamsız eylem
için pek uygun sayılmazdı. Onun yerine, köftesi gelene dek oyalanmak
üzere kendine bir çay söyledi. Çay, korktuğu üzere ılık ve zehir gibi
karaydı. İçmekten derhal vazgeçti. Az önce masaya bıraktığı kitaba
yeniden sığınmaya karar verdi. Cümleler kısa ama dinamikti. Öykü, kendini
ortalama bir tempoyla da olsa okutuyor, okurun elinden tutuyor, onunla
bir, beklenmedik bir sona doğru keyifle sürükleniyor ya da
yuvarlanıyordu. Altı sayfadan ibaretti ve galiba 12 Eylül döneminde
geçiyordu. Zira devrimciler ve işkencelerden bahsediliyordu bir yerinde.
Aslında bahsedilmese de olurdu. Öykü, bu toplumsal, acılı motifler
olmadan da yeterince doyurucu, ikna ediciydi zaten.
Köfteler son derece lezzetliydi. Yanında altı çeşit de meze getirmişlerdi
ama o sadece birine, çatalının ucuyla biraz dokundu, diğerleri
yenilebilir şeylermiş gibi görünmedi gözüne hiç. Köfteleri iştahla ve
süratle yalayıp yuttu. Üzerine, koyu, şekersiz bir kahve söyledi. Suyunu
da içip makul boyutlardaki hesabı ödedikten sonra, artist tabiatlı
garsona yalandan teşekkür ederek masadan kalktı. İki lira bahşiş
bırakmıştı. Bu miktara nasıl tepki vereceğini gözlemlemek için,
çaktırmamaya çalışarak garsona baktı, adam beklediği üzere herhangi bir
tepki vermedi. Sıradan bir garsonsa da, kafası hemen herkes gibi son
derece meşgul olmalıydı, zaten artık rol yapmak zorunda da değildi.
Şımarık, müşkülpesent ve cimri bir müşteriyi daha güzelce doyurup
başarıyla savuşturmuştu başından işte. Yaşamının geri kalanını, buna
odaklanarak geçirecek hali yoktu. Hem zaten iki lira neydi ki, hiçbir şey
satın almaya yetmezdi. İşler de hayli kesattı ne zamandır. Köfte ve diğer
ürünler çok iyi olmasına rağmen, eskisine oranla çok azalmıştı
müşteriler. Zira neredeyse her gün yeni bir kiloyla et-but salonu
açılıyordu. Yakında işsiz kalırsa pek de şaşmamalı, her şeye hazırlıklı
olmalıydı. Nasıl yapmışsa yapmış, iki yıl içinde on bin lira kadar
tasarrufta bulunmuştu. Bekârdı ve ailesinin yanında kalıyordu. İşsiz
kalsa bile, bu para ona tam yedi ay süreyle yeterdi yaptığı pek ince
hesaplara göre. Zaten ne zamandır bir kız arkadaşı da yoktu, dolayısıyla
tasarruf ettiği paradan da biraz tasarruf edebilirdi, işte bu dünya böyle
lanet olasıca bir yerdi. İnsanı saçma sapan düşüncelere sevk ediyordu…
Galiba köfteyi biraz fazla kaçırmıştı. Dolayısıyla üzerine güzel, bol
şuruplu, kaymak ya da sade dondurmayla süslenmiş bir tatlı yeme
düşüncesinden derhal vazgeçmek zorunda kaldı. Onun yerine, fazla uzakta
olmayan kitapçıya dalıp dergileri dikkatle incelemeye başladı. Ne çok
sayıda edebiyat dergisi yayınlanıyordu böyle. İki tanesini seçip
kafeterya bölümündeki rahat koltuklardan birine krallar gibi kuruldu, bir
kez daha çay söyledi. Gelen çay, çok taze ve lezzetliydi bu kez neyse ki.
Dergilerdeki şiirleri hızla, art arda okumaya başladı. Okuduğu elli
civarındaki şiirden salt ikisini çok beğendi. Diğerlerinin çoğu, deli
saçması ya da minik birer aptallık abidesiydi. Yazıları okumayı ise
aklının ucundan dahi geçirmedi. Büyük bölümü, okunamayacak derecede kuru,
sıkıcı, yersiz ve anlamsız oluyordu. On beş yıldır düzenli olarak dergi
okuyan, en azından satın alan biri sıfatıyla, bu düşüncesini herkese
karşı, her çeşit ortamda sonuna dek savunabilirdi. Dergiler olmasa da
olurdu, hepsinin de canı cehenneme idi.
Keyfi, nasıl olduysa yerine gelmişti. Bunu, yutarcasına okuduğu kötü
yazılmış ama her nasılsa yayınlanmayı başarmış şiirlere borçlu olamazdı
tabii. Muhtemel nedenler üzerinde inatla düşündüyse de doyurucu bir
sonuca ulaşması mümkün olmadı. Ruh hali, birdenbire ve anlaşılmaz biçimde
düzelmişti işte. Gerçi herhangi bir şey değişmiş ya da gerçekleşmiş
değildi. Dünya da, kendisi de, beş dakika önce her nasılsa aynen öyle
anlamsız, sıkıcı, açıklanamazlardı. Yine de fazla kurcalamaya gerek yoktu
bunu, üzümünü yemeli, bağcıyı tümüyle görmezden gelmeliydi. Belki de,
uzaklarda bir yerlerde, uzun süredir yalnızlıktan sıkılan bir ağaca
güzel, şakacı, hoş sesli bir kuş konmuştu. Bir nedeni olmaksızın ayağa
kalktı. Kasada oturan kızın yanına giderek gülümsedi, ‘’Herhalde işe yeni
başladınız, hayırlı olsun,’’ dedi. Kız biraz şaşırdıysa da, bu
beklenmedik duruma hemen uyum sağlayarak içtenlikle gülümsedi, teşekkür
etti. ‘’Hoş geldiniz,’’ diye de sahici bir nezaketle ekledi. Tam o sırada
dükkânın giriş kapısı aniden açıldı. Metro çıkışında rastladığı o
yılışık, sarmaş dolaş yürüyen, daha doğrusu yolda iki başlı acayip bir
hayvanmışçasına sürüklenen âşık çift, ortak bir kararlılıkla kasaya doğru
yöneldi. Kahraman adlı bir şairin yeni çıkan şiir kitabının gelip
gelmediğini sordular. Kasiyer kız da onları dükkânın arka taraflarındaki
kitaplar arasında eşinen çilekeş, yorgun bir görevliye yönlendirdi.
Bundan yalnızca birkaç saniye sonra hava birdenbire karardı, gölgelendi,
gök gürlemeye başladı. Hiç hesapta olmayan yağmurun atıştırmasına fazla
da bir şey kalmamıştı belli ki.