ANLATI

Semih özcan   







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                                                - On Üçüncü Bölüm -

 ‘’GÜNEŞ YÜZÜ GÖRMEMİŞ ADAMLAR….’’


İşte yine Boğaz Köprüsü’nün üzerindeyim. Bayılıyorum bu köprünün üzerinden geçmeye… hele sabahın köründe, İstanbul’a yeni geldiğim zamanlarda. Sağlı sollu boydan boya uzanan Boğaz, işte İstanbul bu.Seyreyle gözüm, der gibi. Doğal olarak hava yine puslu. Hatta hafiften yağmur da çiseliyor. Üç gün önceki gelişimde de böyleydi. Şu kenti adam gibi günlük güneşlik göremeyeceğim. Ya buluta kaçar ya gözyaşı döker.

Sürgün dönemimde İzmir’e yerleşmemle kuşkusuz hep orada kalacağım demek değil bu. Hele benim gibi bir adam için hiç değil. Sürgün günlerinde de Ankara’ya giderek yasağı delmeyi becermiştim, bittikten sonra da sürdü gidip gelmelerim. Üstelik, buna bir de, daha önce Ankara’dan da birçok kez gidip geldiğim İstanbul’a gezmelerim de eklendi. Dünyada belki de çarpık kentleşmenin en nadide örneği olsa da seviyorum bu kenti, napayım? Burada gerçekten de yaşadığımı anlıyorum.

Okuldan atılmamdan kısa bir süre sonra yıllarca sürecek olan, askerden tüymek için kaçak yaşadığım dönem boyunca, yaşamım gelişmelerin durumuna göre İzmir-Ankara-İstanbul üçgeninde sürüp gitti. Bir hafta içinde üç kentte de olduğum dönemler de oldu.

Bu dönem içinde garip ama hoşuma da giden bir durum çıkmıştı ortaya. Ankara ve İzmir’de sürekli kalabileceğim yerler zaten vardı. İstanbul’da ise hem eş dost çoktu hem de dilediğim zaman dilediğim otelde istediğimce kalabiliyordum ve İstanbul’a gidip gelmelerim sürekli ve sık olmaya başlayınca artık burası da benim için bir gezi yeri değil ana ikamet ettiğim yere dönüşmüştü. Artık üç yerliydim. İzmir’de oturuyor görünüyor ama çokluk Ankara’da bulunuyor ve sık sık İstanbul’da yaşıyordum. Bu nedenle, o dönemlerde ‘nereli’ olduğumu soranlara yaşadığım günlerin mizahını da yapar olmuştum:

"İzmir’de oturuyor, Ankara’da kalıyor, İstanbul’da yaşıyorum."

İstanbul’a sabah vardığım günlerde ilk işim ya Babıali Yokuşu’na takılıp oradaki gazete ve yayınevlerindeki tanıdık arkadaşlara uğramak ya da hemen kendimi Taksim’e atıp Beyoğlu’nu, Galata’yı ve Tarlabaşı’nı gezmek olurdu. Kimi günler de Boğaz manzarasını daha iyi içime çekmek için çok sayıda arkadaşım olan Boğaziçi Üniversitesi’ne gitmek, orada 3-5 saat geçirmek olurdu. Boğaziçi Üniversite’sinin de girmediğim kantini yok gibidir. Hatta çoğu kez derslerine bile girdiğim oluyordu. Seviyordum orayı…

İstanbul’a bu gelişimin bir önemli nedeni de vardı. Şimdi sizlere anlattığım bu anıları daha o yıllarda toparlayıp kitaplaştırmayı dahası sinemaya aktarmayı planlıyordum. Bu konuda epeyce hazırlık da yapmıştım. Ancak ağırlık noktasını 12 Eylül’de yaşanan işkenceler alacaktı. Bu konuda yığınla belge de biriktirmiştim. Kendi notlarımın yanı sıra, çeşitli dergi ve gazetelerden işkence görüntüleri, anlatımları... Kısacası koltuğumun altında bu konuda eşsiz bir dosya da vardı. O günlerde ben bu hazırlıkların içindeyken rastlantı sonucu o dönemlerin sinemayla da ilişkisi olan Akademi yayınları bir film öyküsü yarışması açmıştı. İçine sinopsis de eklenen bir film öyküsü. Öykü ve sinopsis kabul edilirse senaryo ayrıca istenecekti. Buna katılmaya kafayı takmıştım. Ancak,yarışmadan çok geç haberim olduğu için ve önümde de yalnızca 3-4 gün kaldığından İstanbul’a gidip dosyayı elden vermeyi planlamıştım. Öykü ve sinopsis kısa yazım olduğu için ve konu kafamda net olduğundan rahatlıkla İstanbul’da sakince bir köşe bulup iki günde yazabilirdim. Özellikle de Şile, Ağva gibi kentin sakin yörelerine kaçıp dosyayı orada tamamlamayı düşlüyordum.

A bu arada daha fazla meraktan delirmeyin. Tarihi de söyleyeyim…1986 yılı, Nisan sonları. Dosyayı da 1 Mayıs sabahı teslim etmem gerekiyor en geç.

Terminale indiğimde kafamdan planı yaptım. Önce bizim Babıali taraflarına gidecek, orada yine eş dost ziyareti yapacak oradan da Taksim’e gidip, biraz Beyoğlu’na takılacak, Çiçek Pasajı’nda kendime gelirken gideceğim yeri de kafamda netleştirecektim. Bindim servis aracına, biraz erken indim, çevreme de pek bakmadan. Hava hoşuma gitmişti, biraz yürüyüş yapayım.

Ağzımdaki son sigara yakarken, bir büfeden sigara istedim. Adam sigarayı ayrı, para üstünü ayrı fırlattı önüme, bir kafama atmadığı kaldı. Önce anlamadım. Ama sonra çevremi ve belleğimi yoklayınca uyandım. Fatih’teydim ve Ramazan ayındaydık.

Çevremdeki çember sakalı ve kara çarşaflıların (o zaman bu durumda olan sadece Fatih vardı. Şimdi İstanbul’un her yeri böyle…) yiyecek gibi bakışlarından kurtulmak için hızlı adımlarla önümdeki ilk otobüs durağına yönelip ilk otobüse attım kendimi. Birkaç durak sonra da yeniden indim. Zaten gitmeyi planladığım yerlere de yaklaşmıştım. Yeniden yürümeye başladım. Bende bela eksik olmaz. Her an her çeşidinden var, bir süre yürüdükten sonra sıkıştım. Tuvaletim geldi yani, küçüğü. Hem de nasıl? Zor tutuyorum kendimi. İki büklüm de olsa inatla yürümeyi sürdürdüm. Bu arada yol kenarında bir lokanta gördüm, attım kendimi içeri. Sırf tuvalet için girmek ayıp geldi, bir de orada çorba içmek zorunda kaldım alelacele. Bitirdim çorbayı, tuvalet yok lokantada. Yeniden yola koyulurken yol boyunca en içten öpücüklerimi gönderdim belediyeye…(Çünkü Belediye Kanununa göre bütün lokantalarda tuvalet olmak zorunda. Yoksa ruhsat verilmez.) Epey uzunca bir yolu yürüdüm çatlaya çatlaya…

Eminönü’ne geldim. Meydanda koskoca cami. Şimdi birçok kişi hatta o an benim durumumda olan herkes camiye koşar değil mi? Hayır, ben koşmam. Karizmayı çizdirtmem. İnançla, ibadetle ilgim yok, tuvalet için bile olsa camiye gitmem. Hatta bu konuda sırf çıkar amaçlı olacağı için hiç gitmem. Ölürüm de gitmem. Ben yine iki büklüm kıvrana kıvrana o büyücek caddenin karşı kıyısına, deniz kenarına geldim. Tek kurtarıcım kıyıdaki vapurlar. Vapurlarda tuvalet var ya…

Şimdilerde çoğu kalktı, o zamanlar kıyılarda gişeler var. Gişelerin yanlarında da dizi dizi vapurlar. Çeşitli yönlere gidecek vapurlar bir yerde, nereye gidecekseniz aynı gişeden bilet alıyorsunuz.

Gişeye yanaştım. ‘Bir bilet’ dedim görevliye.

"Nereye?"  Soru mu şimdi bu. Nereye olursa. Yeter ki bir an önce tuvalete gideyim.

‘'Hiç fark etmez. İlk kalkan hangi vapursa ona."

Adam "tamam" dedi ama bir yandan da şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor. Niye şaşırdıysa. Bileti aldım. Sonra da sordum:

"Hangi vapur? Nereye gideceğim şimdi ben?"

Kalkacak vapuru gösterip ‘’Adalar’a…’’ derken şaşkınlığı iyice arttı.

Bu gişe memurlarının şaşkınlığı da hep beni bulur. Ondan önce de bu kez İzmir’de Konak’tan Karşıyaka’ya vapurla geçeceğim. Gişeden aldım bileti. O zamanlar yine jeton, kart v.b. yok, kağıt bilet. Ben vapurun gelmesini beklerken aklım nerelere dalmışsa, elimdeki bileti başlamışım yırtmaya. Vapur yanaştı, bilet elimde paramparça. Yanaştım turnikeye. Memura bilet parçalarını gösterip:

‘’Kusura bakmayın- biliyorsunuz az önce bileti sizden aldım. Yırtmışım. Geçsem olur mu?"

O da yüzüme şaşkın şaşkın bakıp ‘ Geç de ‘’ demişti, ‘’..neden yırttın anlayamadım…’’

Turnikeden geçerken yüzüne gülümseyerek yanıtladım sorusunu.

‘’Boşver, ben de anlamadım. Takma kafaya…’’

Ben Adalar vapuruna doğru yönelecekken birden gözüme sıradaki diğer düdük öttüren vapura kaydı:

‘’O vapur nereye gidecekti?" dedim.

Şaşkın biletçi aynı şaşkınlıkla yanıtladı sorumu:

‘’Karadeniz’e.’’

‘’Heee..’’ dedim, "o da fena değilmiş aslında."

O şaşkınlığın doruklarındayken ben Adalar vapuruna koşmaya başlamıştım.

Yine o zamanlar vapurlar yan yana sıralanır, yolcular da vapurdan vapura atlayarak bineceklere vapura ulaşırdı. Zaten oldum olası İstanbul’lu uzun atlama ve yüksek atlama alanlarında idmanlıdır. Hiçbir kentte İstanbul’daki gibi caddelerdeki yol güzergahlarını ayıran demir çubuklar yüksek değildir. Buna rağmen İstanbullu karşıdan karşıya bu demir çubukları ustalıkla aşarak caddeden geçme konusunda uzmandır. Üst geçit kullanmak yabancıların işidir.

Ben de büyük bir ustalıkla, üstelik o ‘sıkışmış’ vaziyetimle, vapurları aslanlar gibi aşarak beşinci sıradaki Adalar Vapuru’na attım kendimi. Doğru tuvalete….

Ohhhh.. dünya varmış.

İstanbul’a çok gidip gelmiştim ama nedense o zamana dek bir türlü Adalar’a gitmemiştim/ gidememiştim. Böylelikle tuvalet gereksinimi sayesinde Adalar’ı da görmüş oluyorum.

Tuvalet sonrasında çıktım güverteye. Çayımı aldım, sigaramı tüttürüyorum. Bu arada dinen yağmur hafiften yine çiselemeye başladı. Ve önümde bir çocuk sesi. ‘’ Boyayalım mı abi? ‘ Yağmur hafiften başladığı için, havada bulutlu, böyle bir havada da ayakkabı boyama isteği battı bana. Üstelik onca kalabalık içinde bula bula da beni buldu.

‘’Manyak mısın oğlum? Bu havada beni mi buldun? ‘’ diye savdım başımdan. Ama sonra bir baktım. Dokuz-on yaşlarında küçücük bir çocuk. Üzüldüm haline. Bu kez sevecen bir sesle ‘’hadi gel, gel’’ dedim, ‘’boya!’’ Boya bitince de söylediği paranın üç-dört katını verdim, çok sevimliydi.

O ilk gidişimde Adalar’a bayıldım. O kadar çok sevdim ki daha sonra her gidişimde Adalar benim için gitmezsem olmazlarım arasına girdi.

O gün tüm adaları büyük bir zevkle beğenerek gezdim. Burgaz’da Sait Faik’in, Heybeli’de Halit Ziya Uşaklıgil’in şimdi müze olan evlerine gittim. En son Büyükada’ya geldiğimde hayranlığım iyice arttı. Üstelik ada delik deşikti, adım başı yol çalışmaları vardı. Öyle ki Adalar Belediyesi girişe bir pano dikmiş, dört dilde özür diliyordu. Yine de bayıldım o kargacık burgacık yollardan adayı tavaf ederken.

Yukardakiyle ilginç bir diyaloğum var. Bazen beni kayıracağı tutar. Adalar’ı çok sevdim ya, küt hava değişti. Ani bir rüzgar ve dev dalgalara dönüşen bir deniz. Ve doğal olarak böyle durumlarda her zaman olduğu gibi Adalar’da vapur seferleri durdu. Geri dönüş yok, kaldık ortada. Artık istesem de istemesem de benim o malum yazı için sakin köşeyi bulmuştum: ‘Adalar.

Fakat öyle bir kötü dönem ki henüz mayıs ayı girmediği için sezon da açılmadı. İki-üç gün sonra açılacak ama şimdi değil. Yani ortalıkta açık otel yok. Güç bela bir yer buldum. Hem hoşuma da gitti. Cumbalı falan eski İstanbul evleri stilinde kagir bir eski bina. Girdim de otel sahibinin burnu havalarda. Yine o zamanlar hem sınırlı sayıda otel olduğu (ki o gün açık olan başka hiçbir otel yok) hem de insanların çoğunluğu İstanbul’da kalıp Adalar’a günübirlik gelmeyi seçtikleri için, oteller günlük çalışmıyor. Yani aynı bir yazlık tutar gibi sezonluk kalabiliyorsunuz. Çok çok zorlarsanız belki bir aylığa anlaşabilirsiniz. Adam inat, bir aylıktan kısa vermem diyor. Yahu zorunlu olarak kaldım, vapurlar işlemiyor diyorum, kabul etmiyor. Belki yarım saat tartıştık. Sonunda herhalde benim inatçılığımdan bıktı, iki günlüğüne anlaştık. Bu benim de işime geldi. İki gün burada kendimi yazmaya verecek, sonra da gidip film öykümü teslim edecektim.

Otelde kısa bir dinlenmenin ardında yeniden koyuldum Adalar’ın delik deşik yollarına..

Epey bir gezdikten sonra kıyıda güzel bir içkili lokanta gördüm. Attım kendimi içeriye.

Oturdum ama ortada menü yok. Hafiften huylandım. Çünkü ne de olsa ilk kez gittiğim bir yerdeyim. Fiyatlarını bilmiyorum, işin içinde anormal yüksek bir fiyat ödeyip sonra güç durumlarda kalmak da var. Bu nedenle zorunlu olarak ufaktan gittim.Sadece bir duble rakı (sonra bir duble daha) ve ortaya da içinde söğüş domates de olan bir peynir tabağı.

Yiyeceklerim bitince fiyat istedim. Geldi. Şaşırdım. Hemen hesaba itiraz ettim.

Çok değil az bulduğum hesaplara itiraz etmekte üstüme yoktur. Bu konuda çok yetenekliyim. Birçok mal ve hizmetin fiyatını arttırmayı becerdim. (Hele 4-5 yıl önce Ankara’da, Tandoğan’da bir lokantada sevdiğim bir yemeğin fiyatını yedi liradan on beş liraya yükseltmek gibi inanılmaz bir becerim olmuştu.)

Garson geldi, tek tek açıklamada bulunuyor. ‘Yok be kardeşim" dedim, "niye yüksek demiyorum? Niye az? Bak bakalım unuttuğun bir şey var mı?" O da afalladı biletçi gibi. Sonra içerden gidip fiyat listesini getirdi. Bu kez ben afalladım. Kafamdaki rakamların beşte biri ancaydı fiyatlar.

‘’Bu liste ciddi mi?" dedim. ‘’evet abi, bizde fiyatlar böyle".

‘’O zaman’’ dedim, ‘’..devam..git bana bir 35’lik getir." Yanına dört beş çeşit de en baba yemek ve mezelerden söyledim.

Doğal olarak anında sınıf atladık.

‘’Abi sizi şuraya alalım" dedi garson. Kıyıda nefis deniz manzaralı büyücek bir masaya oturtturdu. Oturdum oturmasına da başımdan bir dakika olsun ayrılmıyor. İkide bir başka isteğim olup olmadığını soruyor. Devamlı olarak önümdeki su ve rakı bardağını tazeliyor. Dahası koluma bakacak olsam anında satı söylüyor. Kısacası yalı kazığı gibi dikilip kaldı başımda.

Huylandım. Adam kendini enayi yerine konmuş gibi hissediyor. En sonunda dayanamayıp  "ya uzaklaş da rahat rahat içkimi içeyim" diyerek kovaladım. Sonunda güzel bir gece geçirdim.

Geç vakte kadar kaldım orada. Çıkışta otelime geldim. Hatta yolda açık olan bir bakkaldan iki de teneke bira aldım. ( Yine ‘o zamanlar’ bakkalların saat on gibi bir sorunu yoktu. ) Ama onlara gerek kalmadı. Balkonuma çıktım, geceye karşı öylesine bakındım tatlı tatlı.

Geç vakit yatmam ve içkili de olmama karşın sabahın köründe uyandım. Büyükada’nın adamı zinde yapan inanılmaz güzel bir havası var. Uyandığımda saatlerce uyumuş gibi kendimde ve zindeydim. Kalktım, adada sabah sabah yine güzel bir tur attım. Sonra kıyı kahvesine gelip poğaça ve çayla kahvaltımı ettim. Ardından bir gazete alıp yine çay söyleyerek yaydım gazetemi önüme.

İlk sayfa manşetten doğrudan bana sesleniyordu :

"Yarınki 1 Mayıs nedeniyle tüm İstanbul’da arama başlatıldı. Kuşkulu ve kimliksiz bulunan, dışarıdan geldiği tespit edilen çok sayıda kişi gözaltına alındı.’

İşte şimdi çuvalladık. Düpedüz benim durum. Kimliğim yok, iki yıl önce yitirmiştim. Onun yerine okuldan bi ara zar zor aldığım 'çarşaf’ var. O da yırtık, pörsük ve arkasını çevirdiğinde son geçerlilik tarihinin üzerinden bir yılı aşkın zaman geçmiş. Kimliksizim, 1 Mayıs dönemi Ankara’dan İstanbul’a gelmişim. Yakalandığım an Emniyet’e götürüleceğim kesin. Götürülünce de hem eski dosyalar çıkacak hem de yoklama kaçağıyım. Askerden kaçıyorum, o çıkacak. Doğru sürgün askerliğe.

Bu gibi durumlarda Adalar’ın görece bir rahatlığı var. Sakin ve pek arama tarama olmayan bir yer. Böyle bir durumda İstanbul’a gidemem. Hele bir sonraki gün gitmeyi düşünüyordum, 1 Mayıs günü, hiç gidemem. Anında enselenirim. Film öyküsünü vermem gerekiyordu, son gündü. Salla. İşer çatallaştı, o da kalsın.

Üstelik ada da çok hoşuma gitmişti. Hani yıllarca olsa kalabilirim. Ve bir süre sonra, ilk başta zar zor iki gün kalmaya ikna ettiğim otel sahibine gidip, iki gün daha kalacağımı söyledim.

Ayın ikisinde ayrıldım adadan, yine de dikkatliyim sağıma soluma. Öğle civarı Taksim’e geldim. Oradan Beyoğlu hemen ardından doğru Tarlabaşı. Tarlabaşı birçok kişinin girmekten korktuğu ama benim için de tam tersi kendimi rahat ve güvende hissettiğim bir yer. ‘Polisin bile giremediği ‘ bir bölge ya..tam benlik. Akşam üstüne dek Tarlabaşı kahve ve birahanelerinde vakit geçiriyorum. Akşama doğru hava kararmadan Taksim alanındayım. Düşünüyorum nereye gideyim diye. Ankara’ya dönmem en akıllıcası belki ama canım da hiç istemiyor. İlle içimden bir ses kal burada, daha görecek birbirinden güzel belalar var diyor. Hadi hayırlısı deyip Sirkeci’ye gidiyorum. Amacım İstanbul’un uzak semtlerinden birine gidip biraz daha vakit geçirmek hatta gece de kalmak. Rastgele banliyö trenine atlıyorum. Yine içimden bir sesle Florya’da iniyorum. Kıyıda nefis bir et lokantası görüyorum, içkili de bir yer. Hatta adı hala aklımda: ‘Kosova Et Lokantası.’ Ama henüz acıkmadım..üstelik pek içesim de yok. Şimdi oraya otursam geceye sarkar. Kalacak yer sorunu çözümlemeden oturmak sakat. Ama hemen yanıbaşında yine aynı yere ait bir çay bahçesi var. Oraya çöküyorum. Tam denize karşı, önümde de kumsal uzanıyor. Ve nefis bir hava. Bir saate yakın oturuyor, çay üstüne çay içiyorum.

Ve ortam çok hoşuma gidiyor, garsonu çağırıp yakınlarda otel olup olmadığını soruyorum. Yokmuş. Buralarda genellikle yazlık evler bulunur,diyor. Ama yine banliyö trenine atlayıp bir-iki durak öncesine gittiğimde Büyükçekmece’ye gider, orada rahatlıkla otel bulabilirmişim.

Öyle yapıyorum. Kalkıp yeniden banliyö trenine binip Büyükçekmece’de iniyorum.

Ve bikaç adım yürüdükten sonra karşıma çıkan ilk otele dalıyorum. Yerimi ayırtıp,paramı ödüyorum. Ancak saat daha çok erken geliyor, odama çıkmak istemiyorum. Yakınlarda oturabileceğim bir yer olup olmadığını soruyorum. Bikaç adım ötede yine otele ait bir çay bahçesi gösteriyor, resepsiyondaki çocuk. Gidiyorum, bikaç çay da orada içerim.

Bu arada yağmur ufak ufak yeniden başlıyor. Çay bahçesindeki televizyon da günün son haberlerini veriyor, sanırım saat gecenin on biri.

Bir haberle birden irkiliyorum.

Haberde, Dev-Sol’un bu akşam Büyükçekmece’de bir arabadan (sonra terk edilen bu araba bulunmuş) korsan radyo yayını yaptığını duyuruyor hükümet ve 12 Eylül cuntasından oluşan MGK hakkında. Ve Büyükçekmece’de genel arama başlatıldığını, her yerin didik didik edildiğini söylüyor haberler.

Yağmurdan kaçarken doluya tutulduk anlayacağınız. Hemen kalkıp düşünceli adımlarla otele doğru yönelirken kafamda ne yapacağımı düşünüyorum. Aslında yapılan eylem çok hoşuma gitti. Müthiş keyiflendim. 12 Eylül’e karşı yapılan her eylem kabulüm…de faturanın şak diye benim önüme konma olasılığı var.

Otele girdim, lobiden anahtarımı alıp odama yöneldim. Üstte ikinci katta. Kara kara n'apabileceğimi düşünüyorum. Önce elimdeki dosyayı yok etmem gerekecek. İşkence üzerine yığınla belge ve resim. İlk aramada bunlar görülürse her biri anında uygulamalı işkence olarak bana geri döner. Odama gidiyorum. Banyo ve tuvalet odada değil. Dışarda. Önce kızıyorum, sonra umursamadan dışarıdaki genel tuvalete gidiyorum. Dosyayı yakacağım. Hangi birini, nasıl yakayım? O kadar çok ki..daha çok dikkat çeker. Hem onca emek verip toplamışım onları. Kıyamıyorum. ‘Yakalayanın da yakalamayanın da…..’ deyip vaz geçiyorum yakmaktan. Hiç birini harcayamam. Yakalanacaksam bunlarla yakalanayım. Kararlıyım. Ama o an tuvalet ve banyonun odada olmayışı şimşek çaktırıyor beynimde. Yüksek bir tiratla ‘olmak ya da olmamak’ı oynamanın tam sırası. Alabildiğine gür bir sesle "burası ne böyle be! Otel mi ağır mı belli değil’’ diye bağıra bağıra inmeye başladım merdivenlerden. E yani.. beş yıldızlı otellerin kral dairelerine alışık olduğumuz için burası battı. (Bu arada haftada 2 gün su verilen, yirmi dört saat önceden banyo kuyruğuna girdiğimiz Cumhuriyet Yurdu’nda onca kalan Semih ben değilim, ‘öteki’ Semih…

O kadar gür bağırmışım ki, resepsiyondaki çocuk pıtsı. ‘’ N'oldu abi?’’ dedi ürkek ürkek.

‘’N'oldusu var mı lan? Odalarda banyo yok.’’

‘’Abi bizde böyle. Bizde dışarıda.’’

‘’Ben anlamam. Ben böyle iğrenç bir yerde bir dakika bile duramam. Ver paramı geri, ben ayrılıyorum.’’

Çocukcağız ürkek ürkek kasadan paramı çıkarıp uzatırken bir yandan da konuşuyor:

‘’Ama abi, nasıl olacak? Ben senin bilgilerini polis kayıt defterine de yazdım.’’

Bu bildiğim bir durumdu. Her otel her müşteriyi bir deftere kaydeder, sonra da bunu emniyete verirdi. Polisler de böylelikle buralardan gelen gideni izlerdi.

Bunu biliyorum bilmesine de bir de çocuk söyleyince iyice uyuz oldum. Artık ‘yolcudur Abbas, bağlasan durmaz.’

Çocuk çaresiz bir biçimde adeta yalvararak bana dert anlatmaya çalışırken, çözümü de anında buldum.

Senin memurun işini bilir de benim otel katibim bilmez mi?

Verdiği paranın yarısını önüne attım, ‘Yırt şu sayfayı şuradan, olsun bitsin’ dedi. Önce ırın mırın ettiyse de sonra parayı alıp yırttı. Ben de hemen tüydüm otelden. Yeniden banliyö trenindeyim.

Gecenin ilerlemiş bir saati olduğu için bu kez son durakta inmeyeceğim. Ara duraklardan birinde inip bir şekilde Topkapı’ya ulaşarak Ankara’ya dönmekten başka bir şey düşünmüyorum. Çok sevdiğim İstanbul bugün bana batmaya başladı.

Dediğim gibi, gözüme kestirdiğim, biraz da loşça bir durakta indim. Biraz fazla loşca bir yerde inmiş olacağım ki yürüdüğüm yollar basbayağı zifiri karanlık. Bir süre sonra karaltılarla yürüdüğüm yerleri seçebiliyorum. Gecenin bir buçuğunda, Yedikule zindanları çevresini arşınlıyorum. Adamı kesseler kimsenin ruhu duymaz mekanlardayım.

Gecenin o saatinde kargacık burgacık, dehliz gibi sokaklarına dalıp duruyorum bir çıkar yol bulabilmek için. Sonunda ilerde ışıkları yanan bir bina gördüm. Az ötesinde de ana cadde. Heh, dedim, kurtuldum. Hem de nasıl kurtulmak? Resmen dört ayak üstüne düştüm. Işıklara yaklaştıkça önce binanın önünde elinde koskocaman bir Thomson olan polisi gördüm. Üzerinde de ışıklı bir tabela:

‘Fatih Emniyet Amirliği’.

Geri dönülmez bir noktadayım. Sağımda solumda sapacak sokak da kalmadı. Kuzu kuzu emniyet binasına doğru yürümeye başladım. Gidip kendi elimle teslim olmak en iyisi. Gittim, polise nazikçe: "Afedersiniz, Topkapı’ya nereden gidebilirim." dedim. Yüzüme şöyle bir baktı ama hiç de düşündüğüm gibi çıkmadı. Bir güzel yolu tarif etti, ben de teşekkür ettim, yola koyuldum. Bikaç adım attım atmadım, yine bildiğimiz klasik polis sesi:

‘’Bir dakika..kimliğinizi görebilir miyim?’’

Buraya kadar. Sonun başlangıç evresine geldik. Üzerimdeki yırtık pırtık hale gelmiş ‘çarşaf’ı çıkarıp uzattım. Yırtık kağıt parçasını çözmeye çalıştı. Arkasına baktı, kullanım tarihinin geçtiğini de gördü. Sonra koltuğumun altındaki dosyaya takıldı. "Şuna bakabilir miyim?" Son noktanın konulmasına saniyeler kaldı. Dosyayı uzattım. Kapağı açtı. Dakika bir gol bir. Daha kapaktan gidiyorum. Kapakta büyücek bir Filistin askısında işkence sahnesi. Üşenmedi, hepsine tek tek baktı. Her bir sayfada ayrı bir işkence belgesi, resmi. İstanbul’a niye geldiğimi sordu. Bayılırım bu kente, çok severim. Gezmeye geldim, dedim. Sordu, Büyükada’da kaldığımı da söyledim. İşimi sordu. Yazar ve gazeteciyim dedim. Az önce o baktıkların üzerine yazıyorum şimdi de diye ekledim. Ve hayret..

Sanırım, kenarda köşede unutulmuş eski bir Pol-Der’liye denk gelmiştim. Dosyamı uzattı, yırtık pırtık çarşafımı geri verdi. ‘Buyrun, gidebilirsiniz’ dedi.

Yeniden sevinç ve şaşkınlıkla yola koyuldum yine seslendi. "Bir dakika".  Ben tam bu benimle oyun oynuyor, bu kez kesin gittim, diye düşünüyordum ki "Bugünlerde ortalık nazik. Arkadaşlar şimdi sizi aramalarla rahatsız edebilir" diyerek ekledi "gelin benimle."

Birlikte caddeye çıktık. Durakta hazır bekleyen taksiye eliyle işaret etti. Taksi anında önümüzde.

Taksiciye "Arkadaş yakınım. Topkapı’ya bırakıver" dedi. Ve ben inanılmaz bir rüyadaymışcasına bu badireyi de atlatarak kendimi terminalde buldum.

Yaklaşık bir saat sonra da Ankara’ya giden bir otobüse attım kendimi.

Ve nihayet kurtuldum..mu?

Size öyle geliyor. Dedim size. Ben de her an belanın her türlüsü bol miktarda bulunur. Seç seç al. Sabah Ankara’ya girmeye bir kilometre kala otobüsümüz durduruldu. Çevremiz asker ve polis arabalarıyla sarılmıştı. İçeriye de üçer dörder asker ve polis doldu. Arama.

Herkes kimliğini çıkarıyor ama bir tanesinin elinde bir fotoğraf var sanırım. Yüzlere bakıyor yalnızca. Onun için ben çıkarmadım. Sıra bana geldi. Yüzüme baktı, fotoğrafa baktı. Sonra yine yüzüme baktı. Geçti derken dönüp yeniden yüzüme baktı. Çıkaracak ama çıkaramadı. Bıraktı.

Bu kez gerçekten kurtulmuştum. Şimdi siz, bu olaydan sonra uzunca bir süre İstanbul’a gitmeyeceğimi düşünüyorsunuz değil mi? Yok canım. İki gün sonra yine yoldaydım. Ben İstanbul’u tutkuyla severim, tutuklanana dek yolu var.

Hani yazının bir yerinde Cumhuriyet Yurdu’ndan söz etmiştim ya…Ankara’da en güzel günlerimi /günlerimizi geçirdiğimiz yer. İnsan özlüyor gerçekten. Yurt baskınlarını hatta bir kez yediğimiz bombayı bile özlediğim oluyor.

Bir buçuk- iki ay kadar önce bizim Naim aradı telefonla. Naim Kandemir. Yazılarımdan yabancı değilsiniz kendisine. Yeni kitabı için benden fotoğraf istedi o yıllara ait. Özellikle Cumhuriyet Yurdu’nda geçen. Önce yok dedim de, inat etti. "Sen medyatik adamsın, vardır sende" diyerek..

Adam haklı çıktı. Onlarca hatta yüzlerce fotoğraf buldum o döneme ait. Her fotoğrafta da yığınla acı tatlı anı saklı. Anlayacağınız her oturuşta bu son diyorum ya, okuduğunuz bu anıların sonunu, ne zaman biteceğini sizden çok ben merak eder hale geldim. Hoş sizin de meraktan çok sonunu bağlayıp kurtulmak istediğinize de eminim. Yine o dönemlerde İlhan Selçuk’un köşesinde yazdığı bir fıkra geldi şimdi aklıma:

"Adamın biri lafı bir türlü bağlayamıyormuş. Sonunda adamı bağlayıp götürmüşler."

Benimki de o hesap. Yeniden bağlanıp götürüleceğim günleri beleyeceğiz gibi.

Fotoğraflardan biri Cumhuriyet Yurdu kantininde çekilmiş. Özelliği olmayan, sıradan bir fotoğraf aslında. Ama belleğime kazıdığı bir anısı var.



Fotoğraf 1980 Ekim’ine ait. 12 Eylül’den tam bir ay sonra. Şunun için çok iyi anımsıyorum. O fotoğraf öğleye doğru kahvaltıyla geçiştirdiğim bir gün. Ve aynı gün üç-dört saat sonra da televizyonda haberleri izliyoruz. Henüz bizim yurda el atmadılar ama biz yine de bekliyoruz. Televizyondaki haberler, basılan yerleri, yakalananları veriyor. Bu arada tek tük konuşanları, ‘pişman’ olanları gösteriyor: Yanlarında da irikıyım, karanlık yüzlü tipler. Sorgucuları, işkencecileri yani. Büyük bir utku kazanmışcasına ciddi pozlar veriyorlar.

O sırada kantinde bulunan yakın arkadaşlarımızdan feodal Ahmet bir süre bu karanlık yüzlü görüntülere nefret ve kinle baktı. Sonra da olanca öfkesini tek bir cümleye döktü:

‘’Güneş yüzü görmemiş adamlar bunlar!"
 

 - sürecek -

dizin    üst    geri    ileri  

 



 35 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi dokuz eylül iki bin on beş     12