FOTOĞRAF/METİN

Semih Özcan   







İÇİMDEKİ ‘ÖTEKİ’ : TARLABAŞI /  2




Gelenek hiç bozulmamış tı Tarlabaşı’nda. Gelenek de değil, bir yaşam kültürü. Yaşamı, varlığını inatla sürdürme, direnme kültürü. Yıllar öncesinde de semte kendine özgü rengini kazımıştı evden eve asılan rengarenk çamaşırlar. Şimdi de öyle..binalar ne denli karartılsa da, yıkılsa da, kırık dökük, kapkaranlık, simsiyah bir yokoluşun içine atılsa da yüreklerdeki rengarenklilik inatla kendini gösteriyor.

Bunu biraz da hatta büyük oranda Tarlabaşı’nın kozmopolit, çok kültürlü mozaiğinde aramak gerekir. Çok farklı etnik ya da ulusal kökenden insan yaşar Tarlabaşı’nda. Türk, Kürt, Çingene, Afrika zencisi Tarlabaşı ortak paydasında buluşurlar. Farklı kültürler bir potada erir ve kendi çok renkliliğini yaratır. Bu nedenle sokaklar boyu gördüğümüz o rengarenk çamaşırlar aslında Tarlabaşı’nın gerçek kimlik kartıdır. Yıkıma, yokoluşa sürüklense de bu kimlik kartını hiç yitirmez. Son yıllarda bu kültür yok edlmeye, onca insan bir gecede buhar olurcasına yerlerinden yurtlarından sürülmeye başlayınca da artık Tarlabaşı’nın yeni sakinleri arasına; hurdacılar, yersiz yurtsuz kalmış sokak insanları, tinerci çocuklar katılmaya başlar. Bundandır her adım başı hemen her binada gördüğümüz yanık izleri. Bu evlerden çoğunda soğuk kış günlerinde sokaklardan başka yatacak yeri olmayan çocuklar barınır..tinerci çocuklar, dediğimiz çocuklar. Ve bir an için ısınabilmek için ya tinere sarılırlar ya da ellerine geçirdikleri hurdaları yakarak ısınmaya çalışırlar. Çoğu bu yangınlarda yaşamını da yitirir. Onların bir başına, soğuktan noktalanan yaşamlarından geriye işte bu yanık izleri kalır.


 

Tarlabaşı yıllar önce ilk kurulduğu dönemlerde de aslında bir mülteci barınma yeridir. Ondandır her türlü dilden, ırktan insanların biraradalığı. Şu an günümüzde de, Avrupa kapılarını zorlayan mülteciler ne kadar suçluysa Tarlabaşı insanı da o kadar suçludur. Ege kıyılarına vuran küçük çocuk cesetleri ne kadar suçluysa Tarlabaşı’nın ‘tinerci çocuklar’ı da o kadar suçludur.

Tarlabaşı’nı adım adım yok etme planı sergilenirken, yalnızca binalar çürümeye bırakılmakla, yalnızca orada oturan insanların dışlanmasıyla, ötesi suçlanmalarıyla yetinilmedi. Birer birer her türlü kamu hizmeti de elini ayağını çekti bölgeden. Bir tür İstanbul’un göbeğinde mahrumiyet bölgesi, sürgün yeri yaratıldı. Ama tıpkı Balıkçı’nın ‘Mavi Sürgün’ü gibi. Her şeye karşın orada yaşayan insanların yüreklerindeki, yaşamlarındaki maviyi ortadan kaldıramadılar. Bundandır biraz da, yıkılan binaların balkonlarından yayılan rengarenk iplere dizili rengarenk çamaşırlar.
 


Yavaş yavaş kamu hizmetleri elini eteğini çekti dedim. Sağlığından eğitimine..tüm hizmetler durduruldu. Ora insanı kendi kaderine terk edildi. Oranın çocukları sokağa özellikle itildi. İnsanlar kendilerine özgü, iş alanları yaratmaya zorlandı. Polis bölgeyi tümden boşalttı. ‘Polisin bile giremediği bölge’ bilinci yaratıldı. Ve en sonunda çöpler de toplanmaz oldu.

Herhangi bir semtte, kentte görsek ortalığı ayağa kaldıracağımız çöp dağları Tarlabaşı’nın silüeti oldu. Bizle gazetelerde, televizyonlarda çarşaf çarşaf ‘çöp evler’ görüntülerine daldığımız günlerde, Tarlabaşı’nda bir ‘çöp kent’ yaratıldı.

Ama hep direndi Tarlabaşı insanı. Yıkılan, çürüyen binalarının bir katında da olsa yaşama savaşı veriyorsa, balkonuna çiçeklerini dizdi. Döküntü bir binada da yaşıyor olsa, balkonuna güneş şemsiyesini dikti, güneşe karşı çay keyfini de sürdü, demlenmesini de bildi. Bunu yaparken yoldan selam vererek geçenlere, kendi sardığı tütünlere sepetlerle sarkıtarak ikram etmesini de bırakmadı.
 


Son dönemlerinde tinerci çocukların, hurdacıların yanı sıra sokak kedilerinde de bir artma görüldü. Bu bir yanıyla toplanmayan çöplerin kedilere bir ‘cazibe merkezi’ oluşturmasının yanı sıra, Tarlabaşı halkının belki yaşamlarını kendilerine benzetmelerinden olacak, onlara sahip çıkmasıyla da yakından ilgili. Nerede bir kedi görseniz, önünde ya da yakınında özellikle özenle konmuş bir yiyecek, mama tabağı muhakkak görürsünüz.

Şimdilerde, özellikle de Gezi’den bu yana sol hatta genelde tüm muhalefet sokağı yeniden keşfetti. Kuşkusuz olumlu bir durum, artık halk edilgenlikten silkinip, sorunlarını birinci elden duyurmaya başladı. Sokak direnişleri yükselen değer oldu.
 


Tarlabaşı ise bu duruma zaten çok çok önceden geçmişti. Hatta sokağa inmeye zorunlu bırakıldı. Sokağa çıktı ve bir daha da evine dönmedi. Tarlabaşı halkının yaşamı sokak direnişleriyle, savaşlarıyla geçti yıllardır. Sokağa alışkındır, iyi tanır. Hatta belki birçok kişi bilmez, bu durum çok daha öncelerden fark edilmişti de..Nasıl mı? Cumhuriyetin ilk yıllarında, bayramlardaki fener alaylarında, Tarlabaşı sokakları ana yürüyüş güzergahıydı. Daha da ötesi, İstanbul’da ilk 1 Mayıs kutlamalarının başladığı dönemlerde yine yürüyüşün en görkemli bölümü Tarlabaşı’nda olurdu.. Tarlabaşı sokak eylemlerinin her zaman odağındaydı.
 


Alışkındır Tarlabaşı insanı sokağa. Tarlabaşı kültürü sokakta verilen yaşam mücadelesinin adıdır. Tarlabaşı bir sokak yaşamının adıdır. Sokak direnişine zorunludur.
 



dizin    üst    geri    ileri  

 



 16 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi dokuz eylül iki bin on beş     12