ÖYKÜ

Güven Tunç  







YEMEN NE YANA DÜŞER USTA


          Kışlanın önünde redif sesi var.
          Bakın çantasında acep nesi var.
          Bir çift kundurayla bir de fesi var.
          Ah o Yemendir gülü çemendir
                                                               Yemen Türküsü / Anonim





İdris üstünü silkeledi, bir daha silkeledi, bir daha, bir daha. Baş edebilirmiş gibi; yüzüne, gözüne, kaşına, kirpiğine, saçlarına, boynuna, boğazına yapışmış tozları silkeleyip silkeleyip durdu. Akciğerlerine yapışan tozdan ise haberli değildi daha. Haberli olsa, onları bile silkeleyebilir, yıkayabilir hatta annesinin bazı çamaşırlara yaptığı gibi sıkı sıkı çitileyebilirdi. Yeter ki şu iğrenç toz, herhangi bir yerinde kalmasın. Onunla yola çıkmasın, dolmuşa binmesin, terine karışıp kaşındırmasın, merkezdeki semtlerin ışıklı vitrinlerine, hareketli caddelerine, canlı kahvehanelerine uğratmayıp doğrudan mahallesine döndürmesin, onunla birlikte eve girmesin.

-İdris, hadi oğlum ya, geç kalacağız. Acele et biraz, acele et.

İdris muslukta yıkadığı mendiliyle boynunu, omuzlarını, kollarını, atletinin dışında kalan her yerini sildi ve ürpere ürpere sabah çıkardığı gömleğini askıdan alıp sırtına geçirdi. Gömleği her zamanki gibi temizdi ama vücudu kirlenmişti. Öyle bir kirlilikti ki, sabah giydiği tiril tiril gömlek bile canını acıtıyor, kaşındırıyor, ürpertiyor, o kadar silinmeye karşın ikinci ve kirli bir deri gibi yapışıp kalıyordu.

Yaşar yüzünü yıkamış, saçlarını ıslatıp arkaya taramış, arsızlık edip Kamil Abi’nin çekmecesini açmış, tıraş losyonunu bulup bolca sürünmüş geldi,

-Hadi oğlum, hadi ya. Bak geç kalacağız yine, kızları kapı kapıverecekler sonra.

İdris kararlı,

-Eve gidip yıkanmadan bir yere gitmem.
-Ne manyak olduğunu biliyoruz oğlum. Onun için acele ediyooooz.

Durakta onları bekleyen Apti’yi’yi de alıp neşeyle yola çıktılar.

Dolmuştan inince Yaşar’la Apti; İdris’e çabuk olmasını sıkı sıkı tembihleyip, o gelinceye kadar vakit geçirmek için de köşedeki kahveye girdiler.

İdris hızlı adımlarla sokağa daldı. Eve doğru biden yavaşladı. Bacısı Zehra geldi aklına zınk diye . İçi ezilir gibi oldu. Daha on beş gün önce Mehdi Marto ülkeye gelse, hangi şehir olursa olsun, kaç paraya patlarsa patlasın gitmeyi konuşmuşlardı. Mahallelerinden çıkmış birinden konuşuyorlardı. Mehdi Marto’dan. Artık o, dünyadaki bir çok şehrin en güzel evlerinde oturuyor en güzel mankenleriyle çıkıyor, en güzel arabalarına biniyor, en pahalı şampanyasından içiyordu. Önceleri bazıları küçümsemişlerdi. Şimdi peşinden koşuyorlardı. Bir programa çıkaramıyorlardı. Bir İspanyol televizyonu onu keşfetmişti. İspanyol, İngiliz, Fransız gruplarla, onların barlarında konser salonlarında söylüyordu. İspanya’da buradakinden çok tanınıyordu. Flemenko dedikleri o şarkıları bir güzel söylüyordu ki insanın yüreği ayaklanıyordu. İdris’in babası bile seviyordu şarkılarını. Memleketinin uzun havalarına benzetiyordu. Geçenlerde başbakan bile onu övmüştü.

Zehra, Mehdi’yi canlı dinlemeyi çok istiyordu. Koca bir star oldu artık o diyordu. “Bir idole dönüşen Mehdi”’yi ilk fark edenlerden biri olmaktan çok gururlanıyordu. Mehdi ile Zehra birkaç ay aynı liseye devam etmişlerdi. Bununla gururlanıyordu. Eski halini çok bilmese de onu yeni haliyle görmeyi hayal ediyordu. O dinletmiş o sevdirmişti İdris’e Mehdi’yi. En çok onun hakkıydı. Aslında, konsere onu götürmeyi, İdris de çok istiyordu. O gün tam bugündü ama. Aması vardı işte. Baştan boş bulunmuş Yaşar bir telaş bir heyecanla söz edince , “Gideriz oğlum, başka kiminle gideceğiz” lafını ağzından çok kolay çıkarmıştı. Arkadaşları, bacılarını bakkala bile götürmezlerdi. Ondan sonra da günlerce şehrin her yerine asılmış pankartları, afişleri görmez, belediye araçlarının, şehrin her semtinde günde beş kez yapılan çığırtkan anonslarını duymaz diye ummuştu. Ağzını açıp tek söz etmemişti Zehra. İmalı bir bakışı olmamıştı. Hayal kırıklığını gösterir bir tavrını fark ettirmemişti.

İdris eve vardığında, anası bahçede komşularla oturuyordu, Zehra arkadaşıyla alış veriş merkezine gitmişti. Gitmeden giysilerini hazırlamış divanın üzerine bırakmıştı. Zehra, abladan çok küçük kardeş gibiydi. Topu topu iki yaş vardı aralarında. Uslu uslu dururdu yanında. Ama arkadaşları onunla dalga geçelerdi, “ablasını getirdi” diye. Başka kızlar için denmezdi de kardeşler gelince böyle kınamalar, alay etmeler olurdu aralarında. Hem çok kalabalık olacaktı. Sıkışık sıkışık olunacaktı. Birbirlerini bir kaybederlerse onu bulamaz, koruyamazdı. Bazen kızları rahatsız ediyorlardı. Bu sefer kalsındı. Belki bir pazar günü sinemaya götürür gönlünü alırdı. İçinin ezikliği geçti

Şarkı söyleye söyleye girdi yıkanmaya. Keyfi yerine gelmeye başlamıştı. Çabuk çabuk başını yıkadı. Kese sürdü. Kese olmazsa olmazdı. Güzelce sabunlandı, suları dökündü, mis gibi çıktı banyodan. Koku da sürerdi artık. Böyle zamanlarda seviyordu kokuyu. Temizken koku daha bir başka oluyordu. Haftalığından küçük küçük biriktirmiş de almıştı. Hem de Kamil Abi’ninkinden. Çok güzel kokuyordu insan, çok güzel. “Biraz pahalı “ demişti Kamil Abi, ”ama kaliteli. Bir damlası bile yetiyor. Hem de hemen uçup gitmiyor öyle. Tüm gün güzel güzel kokuyorsun. Benimkiler bayılıyor.”

-Benimki de böyle şeyleri sever mi acaba?

Şaştı kaldı. Ansızın, “benimki” olmuştu o acayip kız. O acayip o tuhaf o manyak kız.
İdris sabahları işe giderken mahallelerinde değil de ana yoldaki durağa çıkıyordu. Oradakinden hem otobüse hem dolmuşa binme imkanı bulabiliyordu. Çok erken gittiği için tenha buluyordu, fazla beklemiyordu. Böylelikle kışları kör ayazda çok üşümemiş oluyor bir de buradan geçen vasıtaların şehir trafiğine takılmadan gidiyor olmasıyla üç beş dakika fazladan uyuyabiliyordu. O üç beş dakikalık uyku bazen öyle tatlı geliyordu ki, İdris yemeğe, içmeğe değişmiyordu. İşte o durakta rastlıyordu kıza. Kılığı dikkatini çekmişti. Acayip acayip giysileri, acayip acayip saçları, sivri ve yüksek topukları ya da kocaman kocaman postalları. Bir de makyajı. Gözlerine mor mor bir şeyler sürüyordu. Dudaklarına da. Kaşında o halkalardan vardı. Bazen o bazen kendisi önce biniyordu. Kendisi şehrin sonundaki marangozhanelerin, mobilya atölyelerinin otobüsüne binerken o merkeze gidenlere biniyordu. Kızın görünüşü, hali, tavrı İdris’e çok komik geliyordu. İçinden gülmek geliyordu. Kız anlamasın diye de dudaklarını sıkıca kapatmaya çalışıyor ya da arkasını dönüp yan gözle, ona çaktırmadan bakıyordu. Bir gün kız, kendine bakıldığını anladı artık. İdris utandı. Bakmamaya çalışıyordu ama elinde olmadan bakıyordu. Bazen birkaç gün üst üste karşılaşmadıkları oluyordu. O zamanlar İdris’in gözleri onu arıyordu.

Kış sonuna doğru bir gün kız durağa ondan sonra gelmiş doğrudan ona yönelmişti. İdris, kız kendine baktığını sanmasın diye hemen arkasını dönmüş volta atarmış gibi yürümüştü. Tam nereye geliyor bu diye merak edip döndüğünde kızla burun buruna gelmişti. İdris ne olduğunu anlamadan kız onun başını sıkıca tutmuş, durakta servis bekleyen iki çocuğun gözü önünde, dudaklarından sıkıca ve ıslak ıslak öpmüştü. Donup kalmıştı İdris. Eli ayağı boşanmıştı. İlk aklını başında hissettiği an kızı hızla itmiş nereye doğru olduğunu bilmeden koşa koşa duraktan uzaklaşmıştı.. Bu arada çocukların kikirdeyerek güldüğünü duymuş iyice şaşkınlaşmıştı. Habire elinin tersiyle ağzından akan tükürüğü silmişti. Perperişandı. Dağılmıştı. Dudakları acımıştı. Gözlerinden birbiri ardına akan yaşları yolda fark etmişti. O gün öğlene kadar dolaşmış, bir vitrin camında ağzına bulaşmış ruj izi görür gibi olmuş telaşla silmişti.

Şaşkınlığını ertelemiş öyle gitmişti işe. Soranlara da “Babam hastalandı” demişti. Bir şey anlayacaklar diye ödü kopmuştu.

Günlerce durağa içi titreyerek varabilmişti. Karşılaşmaktan ödü kopmuştu. Günlerce, iş içinde ne zaman bir boşluk olsa, dolmuşta oturacak yer bulsa, başını ne zaman yastığa koysa kızın yaptığı aklına gelir olmuştu. Günlerce dudakları yanmıştı sanki. Neyse ki, uzun süre kız da görünmemişti ortalıkta, durakta olaya şahit olan iki bebe de. Bu kez İdris merak etmeye başlamıştı. Yaptığından utanmış mıydı? Taşınmışlar mıydı?

On beş gün bir ay olmamıştı ki, bir sabah yine çıkıp gelmişti kız. İdris kaçmamış ama uzaklaşarak tetikte beklemişti. Yaklaşırsa yapacağını biliyordu. En azından bilir gibi yaparak içini rahatlatıyordu. Oysa kız hiç yüzlememişti. Hatta görmemezlikten gelmişti. Dolmuş gelince de alelacele binip gitmişti. İdris ilk karşı karşılaşmayı kazasız atlatmaktan memnun, bir “oh” çekmişti. Ondan sonraki bir kaç kez daha karşılaştıklarında, ki bu karşılaşmalar uzun aralıklarla olmuş, cemreler düşmüş kış ilk bahara dönmüştü, kız yine aynı tavrı göstermişti. Her seferinde İdris biraz daha rahatlamıştı. Artık o da kıza bakmıyor, o gün ne giyinmiş, ne sürmüş ilgilenmiyordu. Bu havada o koca botlar giyilir mi demiyordu. Bu saçları elektrik düğmesine elini sokarak mı kabartıyor diye düşünmüyordu. Sadece kendisini görüp görmediğini anlamaya çalışıyor, bir daha öpmeye kalkacak olursa hazır olmak için arada bir göz kaydırıyordu. Kız artık hiç mi hiç bakmıyordu. Put gibiydi. Geliyor, dolmuşun geldiği yoldan başka hiçbir şeye bakmıyor, bulunca da atlayıp gidiyordu.

Zaman geldi, karşılaşmalarda kızın ilgisizliği karşısında İdris, bir “oh” çekemez oldu. Kıza bozuluyordu, hallerine sinirleniyordu. Kendisi de kıza aynı şeyi yapmak istiyordu. Nasıl olduğunu anlasın istiyordu. İstiyordu da istemekle olmuyordu.. İdris’ ti onun adı. Utangaç diye, çok kızdırırdı arkadaşları. Nasıl yapacaktı da gidip kızı şap diye öpecekti ? Yanına bile yaklaşamazdı. En fazla sert, alaylı, küçümser olmaya çalıştığı tavrıyla bakıyordu. Elbiselerine, kabartılmış saçlarına, postallarına. Hem ne biçim rujlar sürüyordu öyle? Boyu da kısaydı. Bakıp bakıp beğenmedi kızı. Kız yine anladı. Bu sefer gülümsedi. Bir de göz kırptı utanmadan. Artık durakta ne zaman denk gelirlerse kız çapkınca gülümseyerek bakıyordu.. İdris, kendini bir tuhaf hissediyordu. Bir yanı dirense de bir yanı acayip merak ediyordu. Çalışıyor muydu? Okuyor muydu? Çalışıyorsa nerede çalışıyordu? Hangi mahallede oturuyordu? sevgilisi yok muydu? Bu kez isteyerek yanaşmak, konuşmak istiyordu. O kendiliğinden konuşamazdı. Kız gelsin konuşsun diye bekliyordu.

İş arasında bir boşluk olsun, dolmuşta oturacak yer bulunsun, akşam olsun yatma vakti gelsin hemen kız gelip oturuyordu beynine., sabah olsun durağa gitsin diye bekliyordu. Kafası karışmıştı. Bu kızla böyle olalı, başka kızlara dönüp bakmıyordu, bakamıyordu. Hiçbir kız ona bu kız kadar değişik ve merak uyandıran gelmiyordu. Acaba akşama, konsere o da gelir miydi? Belli olmaz belki gelirdi. Bir de bakmış kalabalıkların arasından çıkıp gelmiş ona doğru. Bu sefer kesin kendisi de ona gülerek bakabilirdi. Hatta cesaretini toplayıp göz bile kırpabilirdi. Gerisini hayal edemiyordu.

Aynanın karşısında kendi kendine konuştuğunu fark edince güldü. İvedilikle kurulandı, giyindi, evden koşa koşa çıkıp kahvenin oraya rüzgar gibi vardı. Annesi arkasından; içinde “yemek”, “aç karnına”, “gecikme” gibi sözcüklerin geçtiği tümcelerle bağırdı ama sesini ulaştıramadı.

Kahveden arkadaşlarını aldı, marketten alış veriş yaptılar, neşeli ıslıklarla yola dizildiler.

Bütün gece, bütün şehir, dünyanın bütün varlığı, zenginliği, özgürlüğü, eğlencesi, bütün bir hayat onlarındı sanki.

Büyükşehir belediyesinin düzenlediği bir konsere gidiyorlardı. Her zamanki konserlerden değildi bu. Öyle balonları, topları atıp atıp da insanların birbirine ezdirmeyeceklerdi. İnşallah uzun nutuklar atmayacaklardı. Mehdi böyle şeylerden hoşlanmıyordu. İzin vermezdi. Nedendir bilinmez belediye doğru bir iş yapmış güzel, büyük bir konser düzenlemişti. Nasıl olmuşsa Mehdi Marto’yu getirmiş, nasıl olduysa Mehdi Marto da kabul etmişti.

Mega star Mehdi Marto. Kısaca “Meho”, “Varoş prensi.” Televizyonlar öyle diyorlardı. Oysa Mehdi artık çok zengindi, meşhurdu, takım elbiselerle dolaşıyor, İngilizce konuşuyordu. Ferariden aşağısını beğenmiyor, kapısının önüne çektirmiyordu. Uçak alacağı konuşuluyordu. Tıklım tıklım doluydu konserleri. Kasetleri, cd'leri leblebi çekirdek gibi satılıyordu. Posterleri kapışılıyordu. Ama hala “varoş prensi” diye anılıyordu. Ne vardı ki varoşlu olmakla? Nesi vardı oturdukları mahallelerin, semtlerin de varoş diyorlardı. Onlar kadar zengin olmamaları mıydı oraları varoş yapan?. Ama çalıştıkları yerler ücreti az veriyordu. İdris hiç anlamıyordu. Babasına sormuştu o da bilememişti.

Meydana tam zamanında gelmişlerdi. Yan atölyeden Rıfat ve Tosun onları alanda bekleyeceklerdi. Cep telefonları yardımıyla buluştular. Bu arada mahalleden Ali ile Mesut’u, mobilyacılar sitesinden Burhan’ı, oto tamircileri sitesinden Ruhi’yi gördüler. Ruhi nişanlısını da getirmişti. Çok bir havalıydı. Arkasından güldüler. Sonra hemen yer bulma telaşına düştüler. Meydanın yarıdan çoğu dolmuştu. Gökyüzü kızıldan mora, kırmızıdan kavuniçine, yavru ağzına, eflatuna ışıldayarak dönüyordu. Ama az sonra ve hızla kararacaktı. Seyircilerin yeri aydınlatılmadığından nerede durduklarını, çevrede güzel kızlar olup olmadığını, arızalı tiplerin içine düşüp düşmediklerini anlamayacaklardı. Karanlığa kalmadan yerlerini kapmaları gerekiyordu. Arkalarda ama sahneyi görebilen bir yer buldular. Çok değişik tiplerden de gelen olmuştu konsere. Süper kızlar, burnu havada oğlanlardan vardı. Sayıları çok azdı, aralara dağılmışlardı ama yine de dikkat çekiyorlardı Üç dört kişilik bir grup onların seçtiği yerin yakınına gelip durdular. Çok değişik bir topluluğun merasimine katılmış, çok farklı bir yere gelmiş turistler gibi heyecanlıydılar. Neşeli coşkun ve taşkındılar. Habire çevreyi insanları izliyor habire gülümsüyorlardı. Kendi aralarında İngilizce konuşuyorlardı. Onlardan gözünü alamayan Yaşar, kızlardan birinin dizi oyuncusu olduğunu söyledi. Rıfat da Yaşar’ın attığını iddia etti.

Babalarının uyarısını dinlemişlerdi. Sıkış sıkış yerlerde durmamış, binlerce kişilik kalabalığın çok içine girmemiş, sinsi bakan garip davranan insanların yanından uzakları seçmişlerdi. Gelenlerin çoğu kendileri gibi insanlardı. Çokça çalışan, bazen boşta gezen genç işçi delikanlılar, biraz okullu gençler, çekirdeklerini, balonlarını almış gelmiş çocuklu aileler, karılarını paralı bir konsere götüremeyen beyler, evlerden izinli izinsiz genç kızlar. Bütün bir meydan artık dolmuştu. Bu sıkış tepişlikte sahnenin hemen önünde olsalar ne olacaktı? Kıpırdayacak yer olmayacak, iri kıyım korumalar yanaştırmayacak hatta görüşünü engellemeyeceklerdi ? Arkadaşlarının tecrübesiyle sabitti ki, Yaşarla İdris’in yer seçimindeki tartışmaları, engellenmezse bütün akşam böyle sürüp giderdi.

Son noktayı Yaşar koydu,

-Arızalılardan korkmaya ne gerek. En arızalısı yanımızda.

Güldüler. Gençlikleri vardı. Hiç dert görmemiş, yoksulluk çekmemiş, özenmemiş, üşümemiş, hakları yenmemiş gibi ağız dolusu güldüler.

İdris arkadaşlarına özellikle de Yaşar’a çaktırmadan, mutlu ve de belki yaşamında ilk kez, cilveli bir biçimde kendisiyle dalga geçerek, “Benimki buralarda mıdır?” diye çevreyi kolaçan edip durdu. Aslında içten içe onun böyle konserlere gelmeyeceğini tahmin ediyordu. Çevreden bazı kızlar bakıyor gibiydi ama ilgilenmek içinden gelmedi. Sıradan göründüler gözüne. “Manyaklara mı meyledeceğim acaba” diye düşünüp kıkırdadı.

Gökyüzü karardı. Sahnenin ışıkları loştan güçlüye döndürüldü. Uzun süredir devam eden hafif müziğin sesi yükseldi ritmi hızlandırıldı. İzleyicilerin dikkatleri sahneye çekildi. Müzik ansızın susturuldu. Gümbür gümbür bir ses, belediye başkanını bin bir türlü şaklabanlıkla sahneye çağırdı. Başkan, küçük dağları ben yarattım havasıyla sahne olarak tasarlanmış yüksek platforma seyircilerin arasından tırmandı. Bu tırmanıştaki kahramanlık için alkış istendi. Islıklar alkışlar ortalığı kapladı.

Bir konser böyle muhteşem mi başlar? Kemanlar, yaylarını kalplerin tellerinde kaydırdılar sanki. Gitar içlerini ezdi.Tüm seyirciler soluklarını tutup beklediler. Bir alkış yağmuru ardından, koşarak çıktı sahneye Mehdi. Şarkıya bir başladı sanki tüm dünya sustu onu dinledi. Alandaki herkes mum olmuş yanıyor mum olmuş eriyordu. Şarkının tam ortasında ansızın sustu. Alanda çıt yok. Koskoca meydanda insanlar neredeyse birbirinin soluk seslerini duydu sadece. Mehdi mağrurlandı.

Apti cebindeki kuruyemişleri çıkardı arkadaşlarına dağıttı. Gofretleri Yaşar almıştı. Çikolataya, gofrete bir de patates cipsine dayanamazdı. Torbalarını doldurmuş da olsalar o yine de ceplerine paketleri tıkıştırır öyle yola çıkardı? Tosun’un taşıdığı poşetten hepsi için suyla gazoz çıkardılar. Apti Ceket cebinden kola kutusuna kattığı votkayı çıkarıp yudumladı. İsteyenlere birer tadım verdi. İkinciyi, “sizi çarpar, alışkın değilsiniz” diye vermedi.

Mumlar yakıldı. Binlerce kişilik koro oluşturuldu şarkılar aynı anda bir yürekten söylendi. Gizlice getirilen biralar kafalara dikildi. Coşku, efkar, keder, özlem, aşk, umut. Tüm duygular ayaktaydı. Başka bir atmosfer oluştu. Herkes kardeş herkes aşık herkes özlemli herkes sarhoş. Şarkılar ardı ardına geliyordu. Ritim müzikte ve ruhlarda hızlanmıştı. Herkes dans ediyor halay çekiyor, sallanıyordu. Kimse kimsenin yabancısı değilmiş gibi geliyordu İdris’e, ama onlar yine de başkalarına dokunmadan kendi kendilerine eğleniyorlardı.

Yaşar, İdris, Apti, Sami, Rıfat, Tosun atmışlar ellerini birbirlerinin omuzlarına halay çekiyorlardı. Kalabalığın bir çok bölümlerinde de halay halkaları, zılgıtlar gırla gidiyordu. O hengamede bile İdris’in gözleri çevreyi kolaçan ediyordu.

Mehdi Marto coşmuştu, coşturuyordu. Seyirci mutluydu, organizatörlerle belediyeciler ise keyiften dört köşe.

Mehdi izin isteyip üstünü değiştirmeye gitti. Terlemişti. Alandaki eğlence doğaçlama sürerken Bir iki yerden fünye patlattılar. Uyarılar oldu.

Mehdi yine çok şık bir takımla göründü. Alkışlar ortalığı yıktı. Konser kaldığı yerden aynı heyecanla sürdü. İdris, Mehdi’nin takımın içine giydiği gömleği çok beğendi. Uzun süredir öyle yüksek yakalı beyaz bir gömlek için ölüyordu.

Mehdi seyircilerden bir çocuğu sahneye alıp sevdi. Mikrofona konuşturdu, çocuğun yarım yarım konuşmasına güldü, güldürdü. Şarkısını çocuğu kucağına alıp söyledi.

Her zamanki tatsızlık meydanın bir köşesinde kimse fark etmeden yavaş yavaş oluştu. Kağıtlar tutuşturulmaya, şişeler kırılmaya aşladı. Anons yinelendi. Taşanların tepkileri pek belli olmadı. Çoğunlukla şenliğin bir kaç yerinden tutuşturulup ortalığı dumana, ise boğan girişimler orada kalır, en fazla is kokusu sinerdi herkese. Azan olursa da derdest edilip çıkarılırdı meydanın dışına olur biterdi.

Anonslar şarkı aralarını beklemeksizin sıklaştı. Çünkü yine bu kez başka yerlerden fünyeler patlatılmaya başlandı. Mehdi sadece bilenlerin fark ettiği üzere, şarkısını şaşırdı. Aynı bölümü iki kez söyledi. Değişik gruptan konsere gelenler, kimse anlamadan sırra kadem bastı.

Alevler kesilmiyor, meydanın dolduran kalabalığın bazı yerlerinde boş bira şişeleri, kutular havaya atılıp kimin kafasına geleceği totosu oynanıyordu. İdris’ler durdukları yerden duydukları sesle, “Kız kaçıran” bile kullanıldığını anladılar. Huzursuz oldular.


İki şarkı arasındaki saniyelik boşlukta, İdris’lere çok uzak olmayan bir yerlerde bir kızın keskin bir çığlığa dönüşmüş sesi, hem sahneye hem uzaktaki seyircilere kadar ulaştı. Alanı salladı.

Kızın çevresinden huzursuz kıpırtılar, öfkeli sesler, itiş kakış gürültüsü yükseldi ve bir türlü bitmedi.

Mehdi Makro sahnede o tarafa yönelip şarkıyı kesti. Her şey kontrol altında havasıyla elini alnına koyup görmeye çalışırmış gibi durarak sordu. “Ne oluyor oralarda?”

Kalabalığın fısıltılı uğultusu arasında kızın isyankar sesine arkadaşlarının bağırtıları, olay neyse onu çıkaranların sözlü tacizleri birbirine girdi.

“Durdurun şu rezaleti.”
“Rezaletini yiyim senin”
“Buradaki hayvanlar saçlarımı tutuşturuyorlar.”
“Sensin hayvan”
“Orospu”

O bölüm ciddi ciddi karıştı.

Mehdi, bunları duymadı. “Yapmayın arkadaşlar. Buraya eğlenmeye geldik. Güvenlikçi arkadaşlar lütfen ilgilenelim.” deyip orkestraya işaret etti. Oynak bir türküyle konseri sürdürmeye çalıştı.

İdrisler huzursuz olmuşlardı. Hem kendileri için hem de kıza yapılan için huzursuz olmuşlardı. Bir gözleriyle diğer seyircilerin yaptığı gibi sahneyi izliyorlar diğer gözleriyle olay yerini, dumanların yükseldiği başka bölümleri ve gelecek güvenlikçileri.

Kalabalığın içinden bir sıra güvenlikçinin olay bölgelerine yöneldiği gözlendi.

Güvenlik şefi, hemen çözmeliyiz diye koşturdu. Telsizle ne kadar adam varsa çağırdı. Adamlar olay yerine bir an önce ulaşma paniğiyle seyircileri ezerek, hırpalayarak geçiyorlardı.

Mehdi artık ard arda hızlı hızlı söylüyordu. Televizyon görüntülerinde bir sakatlık olmasın diye gülerek söylemeye uğraşıyordu. Keyfi kaçtıkça kaçıyordu. Bağırtının geldiği yerdeki karmaşa yumağı büyüdükçe büyüyordu. Güvenlikçilerin birkaç kişiye fena giriştiğini gördü. “Allah yarattı demeden” vuruyorlardı. Göz ucuyla bakıp yatışmadığını fark edince yüzü asılıyor, notaların yerini kaçırıyordu. Ne kadar profesyonelce davranıp toparlamaya çalışsa da olmuyordu. Böyle ortamda da şarkı söylenmezdi artık.

Bu durumda olan bütün solistler gibi yapmaya çalıştı “Taşkınlık yapmayalım benim değerli, saygılı, kibar seyircilerim. Sizlere yakışmıyor. Sakin olun. Tüm şarkıları söyleyeceğiz. Hep birlikte söyleyeceğiz.”

Bu arada bazı fanatikler güvenliğin olay mahallerine koşmasından yararlanıp çoktan sahneye fırlamıştı. Sahneyi koruma işi orkestra elemanlarıyla birkaç sahne gerisi görevliye kalmıştı. Sarılmalarını, sarılıp bırakmamalarını, salyalı öpücüklerini engellemeye çalışıyordu. Görevliler de ellerinden geleni yapıyor, tuttuklarını sahneden aşağı atıyorlardı. Mehdi artık şarkı söylemeyi sürdüremiyordu. Mikrofonu bırakıp çekti gitti.

Kalabalık karışmış. konseri memnunlukla izleyen insanlar gitmiş yerine nedensiz bağıranlar, hüngür hüngür ağlayanlar, gülenler, avaz avaza şarkı söyleyenler, tanımadıkları insanlara yumruk sallayanlar, kaçışanlar, lanet okuyanlar, kınayanlar, küfredenler gelmişti sanki.

İdris’le arkadaşları biraz kenara çekilmişlerdi. Önceki yerlerinden çok geride değildi ama daha sakin bir köşeydi. Buradan izliyorlardı olan biteni. Ana babalarından tembihliydiler. Kimseyle takışılmayacaktı. Başları derde sokulmayacaktı. Çevrelerindeki bazı gruplarla birlikte sakince bekliyor, Mehdi sahneye döner diye konuşuyorlardı. Belki kıyafet değiştirmeye gitmişti. O öyle yeni bir havayla dönerse, olaylar yatışır konser sürer diye ümit ediyorlardı.

Alanın diğer tarafında ve sahne önünde ise itiş kakış öyle bir noktaya geldi güvenlik şefi, meydanın biraz ilerisine konuşlanmış polisten yalvar yakar yardım istedi. Onlar da geliyordu zaten. Yüze yakın sivil polis, konser başından beri aralardaydı. Daha olay başlarken komiserleri anlamış takviye kuvvet istemişti.

Mehdi Marko’nun bir minibüse bindirilmiş olarak hızla alandan uzaklaştırıldığı sözü yayıldı kalabalıkta. Başkanla karısı çoktan uçmuştu. Orkestra elemanları parlak yeleklerini, ışıltılı papyonlarını çıkarıp atmış, söylene söylene çalgılarını korumaya, kılıflarını geçirmeye, nakliye aracına kadar selamet içinde taşımaya çalışıyorlardı. Ortalık dalgalandı.

Aileli ailesiz bir çok grup gibi İdris’ler de gitmeye karar verdiler. Tam o sırada da polis ekipleri her yerden her köşeden aynı anda göründüler. Böyle olunca İdris’ler de kuşatmanın içinde kalıverdiler. Korksunlar mı sevinsinler mi bilemediler.

Alanda kalan topluluktan farklı yerlerdeki epey bir kişi, grup, kalabalık, iki üç saattir sıkışık durmanın getirdiği bir bunaltıyla; sahneye, korumalara, güvenlikçilere, yangın çıkaranlara, fünye patlatanlara, kıza bulaşanlara, bulaşmayanlara aşırı öfkelendiler. Bazıları açık, bazıları maskelenmiş bir halde, alandan çıkmak için kendine yol açarmış gibi yaparak önüne geleni çiğnemeye, vurmaya, kırmaya başladılar.

Bir anda sadece bir anda iş işten geçti ve şiddet tüm alana aynı anda yayıldı. Terör korkusu nedeniyle telaşlı olan ekip amirinin çağırmış olduğu özel ekip, panzerli, biber gazlı tim, alana bomba gibi düştü.

Polis çemberi genişlettiği gibi nokta müdahalelere de başladı. Çoluk çocuk, kız erkek demeden girişildi. Alan tümden sarıldı. Sahne ve çevresiyle kontrol altına alındı.

İdrisler çevrildikleri, çemberinde kaldıkları alandan polislere çaktırmadan usulca çıkmaya sıyrılmaya çalışıyorlardı. İşin şakası, eğlencesi, merakı kalmamıştı. Ama olan oldu. Diğer işçi ve işsiz delikanlı grupları gibi, aileyi çağrıştıran bir görüntüleri olmadığından, aralarında hiç çocuk, kadın, yaşlı, genç kız bulunmadığından, öyle sap gibi ve korkulu kıpırdadıklarından olağan şüpheli, potansiyel suçlu oldukları gerekçesiyle öncelikle derdest edilip ekip otolarına, otobüslere bindirildiler.

Yolları endişe içinde geçip Merkez’e götürüldüler. Getirilenlerin çokluğunu görünce korkuları biraz yatışır gibi oldu. Koridorlar, odalar, merdivenler, sahanlıklar insandan geçilmiyordu. On otobüse yakın insan gelmişti. Hepsi kendileri gibiydi. Genç. Birkaç tane şarapçı adam, Birkaç sokak çocuğu o kadar. Kalın kaşlı, orta yaşlı, asık suratlı bir memur da bundan cesaret alıp gelenleri habire azarlayıp bir hizaya geçirmeye, gruplar halinde bölmeye çalışıyordu. Hiç acıması yoktu. Kimsenin gözünün yaşına bakmıyor, ne söylense dinlemiyordu.


Bazılarının bağıra çağıra kimlik tespitleri yapılıyor. Cepleri boşaltılıyordu. Bazıları gruplar halinde bir yerlere götürülüyorlardı.

İdris’ler ve onlarla getirilenlerden karışık bir grup yapıp onları da bodrum katına götürdüler. Büyükçe bir salona alındılar. Camları boyalı küçük demirli pencerelerden, içerinin çıplak ampulünden ürktüler. Salon dört ayaklı eski bir masanın dışında tamamen boştu. Sorgucu olarak odaya gire gire, öncekinden asık suratlı adam girdi. Tümünün morali bozuldu. Yüzlerine bakmadan, kimliklerini ellerine alıp, ceplerindeki diğer eşyaları masaya boşaltmalarını söyledi.

Merkez’e getirilmek bir yana onun bu sertliğini görünce kaygılara battılar. Gömlek ceplerini, pantolon ceplerini bir anda boşalttılar.

Asık suratlı komiser her zaman böyle nemrut, böyle karanlık bakışlı değildi. Bugün evden epey canı sıkkın çıkmıştı. Oğlan yeni bir cep telefonu istiyordu, kız çizim masası. Babamız tek maaşla ne yapıyor demiyorlardı. Tek maaşla iki çocuğu okutmak kolay olmuyordu. O da kartlara yüklendikçe yükleniyordu. Dikiş tutmuyordu tabii ki. Çoğunlukla faizlere gidiyordu ödedikleri. Geçim derdi hayatında hiç eksik olmamıştı . İşte de zorlanıyordu. Bilgisayarı interneti ne kadar çabalasa, ne kadar kursa gönderilse de kullanmayı öğrenemiyordu. Yabancı dili sökemiyordu. Hem ne yapacaktı bundan sonra. Artık yaşlanıyordu. Akşamları evinde gitmek istiyordu, pijamasını giyinip televizyonun karşısında uzanıp oturmak istiyordu. Artık emekli olmak istiyordu. Anası ölmeden köye gidip üç ay yanında kalmak istiyordu. Ama o, bu saatte görev başında iki tane serserinin dağıttığı kalabalıkla uğraşıyordu.

Karşısına dizdiği güruhun, kimlikleriyle yüzlerini inceden inceye karşılaştırdı. Bunların olmadığı bal gibi belliydi. Ne diye alıp gelmişlerdi ki. Bunlar, karakollara, merkezlere alışmamalıydılar.

Masada cüzdanlar, kimlikler, cep telefonları, kredi kartları, sigara paketleri, ipad, beş tane kalem, bir iki tane kağıt mendil, üç cep aynası ve kadın bacağı şeklinde bir küçük çakı duruyordu.

Çakıyı alıp,
“Bu kimin?” diye sordu.
Yaşar ileri atıldı,
”Benim. Şey, ama yasak değil herhalde komiserim”
“Kes tamam”

Masaya bir daha baktı.
Cep telefonlarının, kredi kartlarının, yabancı sigaraların ve evde, oğlanla kızı birbirine düşüren o müzik çalan aletlerin çokluğunu bir arada görünce kan tepesine çıktı. Bu kaçıncı gruptu ki cebinden bunlar çıkmasın.

Hepsine doğru boş boş baktı.

"Ulan Allah belanızı versin. Alın eşyanızı, defolun gidin başımdan."



dizin    üst    geri    ileri  

 



 17 

 SÜJE  /  ven Tunç  /  yirmi altı eylül iki bin on dört     6