ÖYKÜ

İdris Akmar  







Bir Garip Düş: Göz, Kulak ve Dil


Yanyana otuz aracın sığabileceği, devasa genişlikte bir cadde yapılıyordu. Her yer gri, flu ve aynı biçimde görünecekti. İnsanlar başka türlü basacaklardı yere, biriken sular yeni yollar arayacaktı ve birbiriyle kesişen noktalar, farklı güzergahlara bakacaktı artık.

Ama sen bunların hiçbirini düşünmeden yürümeye devam edecektin. Zaten kaldırımları fütursuzca adımlıyordun. Tanıdık bir yüz görünce de cılız bir devinimle selamlayıp, dudaklarını sahtekarca kıpırdatarak gülümsüyordun..

Yine kaldırımı fütursuzca adımladığın bir anda, kirin ve beyaz boyanın tırnaklarıyla tutunduğu duvara asimetrik bir biçimde yapıştırılmış, 'A. Devlet Opera ve Balesi' yazılı mavi temalı bir afişe bakmak için duraklıyordun. Bu arada afişin hemen altında yer alan kalın ve iri puntolu, 'Uçan Hollandalı' yazısını fark ediyor, "Bu opera gerçekten seviliyor muydu?" diye kendine soruyor ve daha yakından incelemek için yüzünü afişe yaklaştırdığın anda, harfler saliseler içinde 'Eleman Aranıyor' yazısına evriliyordu. Büyük bir şaşkınlık içindeydin. Gözlerinden ilk kez şüphe duyuyordun ve şimdiye dek gördüğün her şeyin bir yanılsama, basit bir illüzyondan ibaret olduğunu düşünüyordun.

Afişin en alt tarafında bulunan siyah okun işaret ettiği bol ışıklı dükkanın önüne doğru büyük ama kuşku dolu adımlarla yürümeye başlıyordun. Dükkanın önünde durduğunda, mermer bir tezgaha dayalı, koca kafaları vücudundan bağımsız görünen, ağır fakat senkronize bir şekilde hareket ederek yufka açan onlarca hipopotam gözlerine bakıyordu ve sen hızla daha büyük bir şaşkınlığa doğru sürükleniyordun. Fakat bu kez yer çekimine yenik düşen ağzın da eşlik ediyordu sana. Çabucak toparlanmak için gayret ediyordun. Aynı zamanda, "Nasıl bir yanılsamanın içindeyim?" diye düşünüyor ve bir müddet daha bu tuhaf manzarayı seyrettikten sonra, üzerinde bulunduğun kaldırımı aynı kuşkuyla adımlamaya devam ediyordun.

Edith Piaf şarkı söylüyordu bir yerlerde. Kulaklarını dolduran bu kadife sesin verdiği hüzünle, içindeki ormanın ağaçlarını birer birer kesip, noel gecelerinde süslenmesi için yetim kalmış acılarına dağıtacaktın. Fakat susmuyordu Piaf ve sen, yaşların gözlerinden boşalırcasına akmasına izin veriyordun ve aniden çevreni saran yüzlerce çocuk seninle birlikte ağlıyordu. "Duyuyor musunuz? Duyuyor musunuz?" diye olanca gücünle boşluğa haykırıyor, gözlerinden akan yaşlara zorunlu bir hürriyet tanıyordun. Bu sırada çocuklar, ceplerinden çıkardıkları sapanlara bilye takarak kulaklarını nişan alıyorlar ve hep birlikte, az önce vücutlarını gölgeleyen, şimdi ise iç içe geçerek uzaklaşan gri bulutlara doğru koşmaya başlıyorlardı. Yere düşen kulaklarını kadife ceketinin cebine soktuktan sonra, hala duyabildiğin için yüreğinde peyda olan mutluluk kolonileriyle birlikte yürümeye devam ediyordun.

Bir müddet yürüdükten sonra, caddenin tamamlanan bölümünün tam ortasında kurulmuş ve hemen üstünde de 'Ücretsiz Gösteri' yazan büyük bir sahnenin üzerinde hulahop ile pandomim gösterisi yapan bir grup insan görüyordun. Sahnedeki bu gösteri grubunu ritimsiz bir şekilde sürekli olarak alkışlayan ve sayısı git gide artan bir güruh, sahnenin hemen ön tarafında diziliyordu ve arka taraflarda yer alan başka bir güruh ise, birbirlerini çimdikleyip ve birbirlerinin omuzlarına şakayla vurarak, "Bunu gördün mü?" diyor ve hep birlikte koca ağızlarını açarak gülüşüyorlardı. Karışıyordun onlara. Fakat o anda sona eriyordu gösteri ve herkes sahnenin çaprazında bulunan dar kapılı, oldukça sağlıksız görünen izbe bir lokantaya yöneliyordu. Lokantanın camında, 'Gösteri ücretsiz, yemek zorunlu' yazıyordu. Sen de dalıyordun o kapıdan ve az pişirilmiş, biberli yengeç sipariş ediyordun. Seni fazla bekletmeyen garsonlar, geniş ve yassı bir tabak içinde getirdikleri yengeci tek lokmada yutmaya çalışmana öfkeyle şahit oluyorlardı. Fakat yengeç, kendisine sirayet eden öfkenin sonucu keskin kıskaçlarıyla dilini koparıp, yassı tabağın üzerine düşürüyordu. Ama sen, dilinin koparılmasından dolayı değil de, cebinde para bulunmamasından ötürü içinde infilak etmeye hazır bir ağlama isteği duyuyordun ve belki de ilk kez bu kadar zayıf hissediyordun kendini, ilk kez bir toz bezinin değersizliğini yaşıyordun ve böylesi yavan bakışlara ilk kez maruz kalıyordun.

Garsonun rehin aldığı uzvunu yemek masasında bırakarak lokantadan çıkıyordun. Fakat bazı harfleri söyleyebildiğin için kendini yine de şanslı hissediyor ve tekrar yürümeye devam ediyordun.

Üstü başı pejmürde bir adam, elinde tuttuğu şemsiyeyi hemen sol tarafında bulunan ince ve alabildiğine uzanan metruk bir binayı işaret ederek, hiçbir şey söylemeden sana uzatıyordu. Sorgulamadan alıyordun ve aynı anda kötülük düşüyordu önüne. Başını semaya doğru kaldırıyordun ve binanın semayla bütünleştiğini görüyordun. Huzursuzdun. O anda başını mengeneyle sıkıştıran iki el hissediyordun ve bu ellerin arkasında beliren gölgelerden biri ağzındaki piponun dumanını, kulak boşluklarından beynine doğru üflüyordu -ya da sen öyle sanıyordun- ve bulanan zihninle beraber yavaş yavaş zayıfladığını hissediyordun ve o anda yaşlı adamın verdiği şemsiyeyi zorlukla da olsa açmayı başarıyor, tüm tedirginliğinle olduğun yerde dikilmeye devam ediyordun.

Beklemediğin bir anda -zaten hep hazırlıksızdın- ego düşüyordu önüne, sonra cehalet düşüyordu, nefret, kin, acı ve prangaya vurulmuş hürriyet düşüyordu ve son olarak hiçbir bedene uymayan amorf kıyafetler seriliyordu ayaklarının dibine. Bu kez tepkisiz kalıp, yüce bir aymazlıkla üzerinden atlıyordun ve zihnine nakşedilen şu, "Hiçbir şeyin olmadığını anladığımızda, kurtuluruz. -ebediyen."sözü anımsıyor, kalbinin miline saplanan bir sözcükle beraber yürümeye devam ediyordun. Nihil.


 

 



 37 

 

dizin    üst    geri    ileri