RÖPORTAJ

Semih Özcan  





 

MERAL ÖZTOPRAK

"PANDEMİNİN YAPTIĞI
DÜNYANIN HERKES İÇİN
KÖTÜ OLABİLECEĞİNİ
GÖZLERİMİZE SOKMAK OLDU
"

Ülkemizle birlikte dünya, geçtiğimiz mart ayından bu yana yeni bir 'boyuta' geçti. Evet, yaşadığımız günleri yeni bir 'boyut' olarak adlandırmak hiç de abartı değil.

Öncelikle birdenbire "evcilleştik". Arada bir dışarıya kendimizi kıtlıktan çıkmış gibi attığımız bir evcilleşme bu.

Maskeler, siperlikler, eldivenler ve her türden temizlik maddesi yaşamımızın vazgeçilmez aksesuarları oldular. Sadece yaşamımız değil, toplumsal hatta düşünsel altyapımız da altüst oldu. En özgürlükçülerimiz ''evde kalma''yı savunurken, biraz da işin ciddiyetinin farkında olmayan daha muhafazakar kesimimiz sokakların önemini kavrar oldu.

İnsanlar da değil, devletler de, yönetim organları da içten içe bir şok yaşıyor bugünlerde. Sonuç olarak yaşadığımız günlere sosyolojik ve yönetsel bir açılım getirmek amacıyla seçtik Süje'nin bu sayıki konuğunu: Prof. Dr. Meral Öztoprak.

Öztoprak, Yeditepe Üniversitesi Kamu Yönetimi bölüm başkanı. Meral Öztoprak adı Süje okurları için pek yabancı değil. 37.sayımızda kendisinden bir öykü yayınlamıştık: '' Üç Kadın Hikayesi..''


***

[ Semih Özcan ]  Corona salgını sonrasında Hong Kong’da görülen bir duvar yazısı, tüm bu yaşadıklarımızı özetler nitelikteydi: ‘’ Normale dönemeyiz çünkü eski normalimiz sorunun ta kendisiydi ‘’. Benzer bir anlayış bizim sosyal medyada da yer aldı:’’ Bir an önce bu kötü günlerden kurtulup eski kötü günlerimize dönelim’’ söylemiyle…

Küreselleşen dünyanın normali neydi? Ya da normalimiz var mıydı? Önümüzdeki süreçte ne gibi anormallikler bizi bekliyor?


[ Meral Öztoprak ]  İlki, Hong Kong’taki duvar yazısı “Normalimiz sorunun ta kendisiydi” derken katı gerçekçi. Türkiye’de sosyal medyada yer aldığını söylediğin ikinci cümle, “Bir an önce bu kötü günlerden kurtulup, eski kötü günlerimize dönelim” ifadesi mizahi. Bu iki cümlenin anlamı; bugünkü “daha (belki en!) kötü”nün sorumlusu olarak “dün bugünden iyi ama esasen kötü idi”dir.

Soyut olarak, tek başlarına alındıklarında öznel (sübjektif) görünen bu kavramları; hem “kötü”yü, hem “normal”i tanımlamak zor olabilirdi. Bunun tartışmasını felsefecilere bırakmalıyız.

Belli bir bağlamda, yukardaki ifadelerden yola çıkarak ve senin “küresel dünyanın normali” neydi sorunla da ilişkilendirerek pandemi öncesi dünyaya baktığımızda, dünyada küreselleşmenin kapitalist karakterinin neo-liberalizm olarak öne çıktığını görüyoruz.

Pandemi öncesi dünyanın; yarattığı gelir uçurumunu, yoksulluğu, işsizliği kanıksamamız ve bu yönleriyle her sabah uyandığımızda bizi şaşırtmaması anlamında “normal” olduğunu söylemek mümkün. Kötü olup olmadığını söylemek ise -bir yere kadar- düzenin kazananı ya da kaybedeni olmanıza göre değişebilir. Bir yere kadar dememin nedeni, pandemi kapıya dayandığında neo-liberalizm, kazananlar için dahi (özgürlükçü) şirin yüzünü kaybetmiş, krize girmiş durumdaydı. Pandemi bu süreçte katalizör işlevi gördü.

Pandeminin yaptığı dünyanın “herkes için kötü” olabileceğini gözlerimize sokmak oldu. Ayrıca yaygın olan bir şeyin normal olduğu anlamına gelmeyeceğini ve “herkes için kötü” diye bir durum olduğunda “kötü”nün öznel değil, nesnel bir kavram gibi kullanılabileceğini gösterdi. Kapitalizmin yarattığı eşitsizlikçi dünya kötü, -bana göre- bunun “normal” kabul edilmesi daha da kötüdür. Dünyanın birkaç ay öncesine kadarki “eski” durumu bu idi.

Biraz daha açarsak, küresel kapitalizm krizde idi ve pandemiyle hızla çöküşe yöneldi.

Dünyanın egemen gücü olarak ideolojisiyle ve uygulamalarıyla (M.Freedman’ıyla, S. Huntington’uyla, F. Fukuyama’sıyla, R.Reagon’ıyla) küresel kapitalizmin (neo-liberalizmin) öncüsü olan ABD başta olmak üzere (diğer pek çok ülkede de örnekleri artan hem krizi derinleştiren, hem çare arayan) Trump gibi politikacılarla küreselleşmenin 2. Dalgasına geçilmekteydi.

Sorunun ikinci kısmına, bizi bekleyen anormallikler konusuna fazla girmeyelim istersen, ama kısaca, teknolojinin bizi götüreceği güzergah ve bu yolda kimlerin, ne kadar yürüyebileceği üzerinden öngörü geliştirilebilir.


[ Semih Özcan ]  Dünya Sağlık Örgütü de bu salgının Çin’in bir bölgesinde yarasalardan çıktığını duyurdu. Ancak yarasalar bu yeryüzünde yıllardır var ve o bölgede bunların yenmesi de yeni bir durum değil. Bu virüsten sakınmak için bizlere hijyenin, temizliğin önerildiğini de düşünürsek salgının ana nedeni olarak dünyamızın kirletilmesi hatta yok edilmesini öne süremez miyiz? Geçen hafta internet üzerinden öğrencilerine verdiğin ve benim de izlediğim derste de belirttiğin gibi bundan sonrasında çevrenin daha da önem kazanacağını, çevreci hareketlerin güçleneceğini söyleyebilir miyiz?


[ Meral Öztoprak ] Sondan başlayayım, çevre bilincinin bundan sonra önem kazanması, pandemi öncesinde zaten bu bilince sahip olanların bir temennisi. Çevre tahribatından rant sağlayan kesimin korona deneyimi sonrası bir anda adeta hidayete ermişçesine rant sevdasından vazgeçebileceklerini umut etmek konusunda ümitli olmak kolay değil. Böyle mucizevi bir “rantiyeci aydınlanması”ından çok, kapitalizmin bundan önceki krizlerinde gösterdiği reflekslerinden; -sosyal devlet gibi- zorunlu “tavizleri”nden ve aynı anda vatandaşların karşı duruşlarından medet ummak daha akla yakın.

Virüsün nasıl çıktığı konusunda Prof.Dr. Gülümser Heper’in ciddi bir araştırmaya dayanan açıklaması oldu. Konuyu bilen ve konuya hakim bir bilim insanı olarak ondan dinlemek daha etik olur. (Veryansın TV)

Evet, korona ile kapitalizmin ilişkili olduğu bir varsayım konuşuluyor. İkisi arasında bir korelasyon olabilir ama ampirik çalışılmayan ve makro düzeydeki konularda deterministik bir ilişki iddia etmek konusunda ihtiyatlı olmak gerekir.
Ancak, sadece pandemi üzerinden değil de, çevre tahribatı, iklim değişikliği gibi konulara topluca bakıldığında, kapitalizmin doymak bilmeyen, değer tanımayan, çevre duyarlılığını kâr ve rant hırsına kurban edebilen bir anlayışı pandemiden sorumlu tutmak asla bir kolaycılık ya da haksızlık gibi de durmuyor.


[ Semih Özcan ]  Yine o derste çok hoşuma giden bir açıklamada bulunuyorsun. Coronadan çok kapitalizm kendini çok iyi mutasyona uğratıyor ve yaşadığı her sorunda kendi mutasyonunu yaratarak ayakta kalmayı başarıyor. Peki bu pandemi dönemi, kısa ve orta dönemli değil de, çok uzun bir süreyi kapsarsa yine de ayakta kalabilir mi? Uzun ve ölümcül bir süreç bazı devletlerin de varlığını tehlikeye düşürmez mi?


[ Meral Öztoprak ] Evet, ironik biçimde mutasyon yeteneğinin kapitalizmin ve koronanın ortak yönü olduğu söylenebilir. Geçmişten çıkarsama yapmayı denersek; kapitalizmin krizlerden (emek-sermaye temel çelişkisinin elbette ortadan kalkmadığı ama adına ister taviz diyelim, ister uzlaşı diyelim) bir yolunu bularak ve hatta güçlenerek çıktığı görülüyor. “Sosyal devlet” buna bir örnektir. Kapitalizmin Neo-liberal ekonomi politikalarının yarattığı yoksulluk ve gelir uçurumu ile ilgili olarak çözüm arayışları şimdilerde de var. Universal Basic Income (Evrensel Temel Gelir) çalışmaları Türkiye’de Temel Vatandaşlık Geliri (VTG) olarak sürüyor. Ali Mutlu Köylüoğlu başta olmak üzere bu konuda pek çok kişinin konuya ciddi ilgisi ve çabası var. Geçen yıl “VTG Araştırma, Geliştirme, Kültür ve Yayma Derneği” adıyla bir dernek de kuruldu.

Universal Basic Income (UBI), ABD’de Demokrat Parti’nin Başkan adaylarından 1975 doğumlu Andrew Young’ın seçim kampanyasının merkezindeki konuydu. Yang, New Hampshire seçimlerinde hayal kırıklığı yaratan bir sonuçtan sonra destekçilerine, "biz bu seçimi kazanamasak da daha yeni başlıyoruz" diyerek 11 Şubat 2020'de maalesef yarıştan çekildi.

Kapitalizmin yapısal çelişkileri daima kriz potansiyeli anlamına gelir. Ancak, teknolojinin bugün geldiği ve geleceği aşamalarda, emek-sermaye temel çelişkisi konusunda yorum yapmak için belki bir paradigma değişikliğine ihtiyaç olacaktır. Çünkü bugüne kadar emekle ilgili kadim tartışmalar kol gücü ve kafa gücü açısından yürütülürdü. Şimdi ise, insan emeğine ikame teknolojinin, yapay zekanın, robotların hayatı nasıl değiştireceği konusunda düşünmek durumundayız. Elbette insani boyut açısından işsizlik, çalışan yoksulluğu gibi sorunlar var önümüzde.


[ Semih Özcan ]  En azından Kamu Yararı gibi muğlak bir sözcüğün gerçeğinde gizlenen içinde bulunulan devletin ve ekonomik sistemin yararı anlayışında yani ‘Kamu Yönetimi’ anlayışında yeni tanımlara ulaşılabilir mi?


[ Meral Öztoprak ]  Tanımların değişen olguları karşılama kapasiteleri yetersiz kaldığında yeni kavramlara ve tanımlara gerek duyulur. Kamu Yönetimi açısından 1980’lerde piyasacı anlayışla “New Public Management” kavramı kullanılmaya başlanmıştı. Çeviri biraz tuhaf kaçsa da “Yeni Kamu İşletimi” diyebiliriz buna. 1990’lar “governance” (yönetişim), daha sonra ki yıllarda “good governance” (iyi yönetişim) ve son yıllarda “e-governance” gibi kavramlar kullanılmaya başlandı. Tekrar vurgularsak, kavramlardaki bu değişiklikler bu kavramların arkasındaki yönetim olgusu ve anlayışındaki değişim ile ilgili kuşkusuz.


[ Semih Özcan ]   Bu salgını ve benzeri sorunları atlatabilmek için ‘’küresel işbirliğinin önemini görmeli’’ diyorsun. Şu anki yaşadığımız sağlık hatta yaşamsal sorun açısından doğru ama sonuçta bu salgın da bu küreselleşmeden çıkmadı mı? Yani bu küreselleşme içinde yer alan; sermaye, devletler, sivil toplum örgütleri….. gibi aktörler arasında da bir seçim yapmak zorunda değil miyiz?


[ Meral Öztoprak ] Atila İlhan tarzıyla soracağım; “Hangi Küreselleşme?”. Küreselleşmenin konumuz bakımından iki yönü var: İlki küresel rekabet, ikincisi küresel işbirliği.

Senin kurduğun küreselleşme-pandemi ilişkisini küresel rekabetle ilişkilendirmek daha anlamlı geliyor bana. Benim sözünü ettiğim ise küresel işbirliği.

Küreselleşmenin bu iki boyutu, yani rekabet ve işbirliği birbirine zıt kavramlar. Ortak yönleri,  ölçekleri. Yani, zaten baştan beri burada pandemiden bahsederken de, rekabetten bahsederken de, işbirliğinden bahsederken de ölçeğimiz belli; küresel. Basitçe bile baktığımızda, küresel bir soruna küresel ölçekte çözüm aramak gerektiği bir aksiyomatik yöntem konusu.

Yine senin işaret ettiğin; sermaye, devletler, STK’lar gibi aktörler açısından bakıldığında devletleri, hatta adını daha net koyalım ulus-devletleri meşruiyet ve muhataplık açısından ayrı bir yere koymak gerekir.

Yani, küreselleşme ile ulus-devlet arasında bir tercih yapmak durumunda değiliz. Küreselleşme ve ulus devlet arasındaki çelişki küreselleşmeden çok söz edilmeye başlandığı doksanlı yıllarda Türkiye’de bazı çevrelerde endişe konusu olmuştu. Bu endişenin temelinde küreselleşme konusunda ve hatta AB ile ilişkilerde ulus devletlerin egemenliklerini yitireceği endişesi yatmakta idi.

Yakın zamana kadar devam eden o dönem artık Birinci Küreselleşme Dalgası diye tanımlanmaya başlandı. Bir süredir ulusal ekonomilerin öne alındığı İkinci Küreselleşme Döneminden söz ediliyor.

Bu endişelerden önce, ulus-devletlerin küresel dünyaya uyumlarında, iç işleyiş bakımından hukukun üstünlüğünün, demokrasinin, insan haklarının, devlette teknolojik dönüşümün işlemesinin öne alınmasına odaklanmalıyız diye düşünüyorum.


[ Semih Özcan ]  Salgın sonrasında hemen herkesin görüş birliği içinde olduğu bir nokta var. Kadınların yönetimde olduğu ülkelerde bu pandemi süreci daha iyi yönetiliyor. Yani bu ülkelerde bu salgından korunmak/kurtulmak, bu salgını geriletmek daha başarılı..bu gerçekten de çok net görülüyor. Bunu aynı zamanda yöneticilik görevlerinde de bulunmuş bir kadın olarak, neye bağlıyorsun? Çeşitli üniversitelerin yönetiminde bulundun, Hukuk Fakültesi Dekanlığı yaptın yani sadece akademik anlamda değil, fiili anlamda da yöneticilik yaptın? Bir kadın olarak yönetmek zor mu kolay mı?


[ Meral Öztoprak ] The NewYork Times’ın 15 Mayıs 2020’de yayınlanan ve 18 Mayıs’ta güncellenen dijital nüshasında Amanda Taub’un bir yazısı yer aldı. Yazının başlığı “Kadınların Yönettiği Uluslar Covid-19 ile (başetmede) Neden Daha İyi?” olduğu, alt başlık ise “Yeni liderlik tarzı, küresel tehditlerde yeni bir dönem vaat ediyor” idi.*

Yazıda daha sonra, bu kadın liderlerin kimler olduğu, ve covid 19 konusunda kendilerine özgü yaratıcı çözümlerinden örnekler yer alıyor.

Bu ülkeler ve kadın liderleri sosyal medyada çok yer buldu.

Almanya’da Angela Merkel, Tayvan’da Tsai ing-wen, Yeni Zelanda’da Jacinda Ardern, İzlanda’da Katrin Jacobsdottir, Finlandiya’da Sanna Marin, Norveç’de Erna Solberg ve Danimarka’da Mette Frederiksen. Hepsinin izlediği pandemi politikasına elbette girmeyeceğim ama ikisinden örnek verebilirim. İlki, konuşmalarını dikkatle izlediğim Merkel. İzlediği politikadan çok güven veren, kararlı ve gerçekçi duruşu etkileyici idi. Konunun ciddi olduğunu, herkesin de ciddi davranmasını söyledi. Karamsar olmayan gerçekçi söylemi çok saygıya değerdi benim gözümde.

İkinci olarak ilginç, yaratıcı, sempatik bulduğum yaklaşımlardan biri Norveç başbakanı Erna Solberg’in ülke genelindeki çocuklar için ve onların sorularına cevap verdiği, korkmanın neden iyi olduğunu açıkladığı yetişkinlerin katılımına izin verilmeyen, özel bir basın toplantısı düzenlemesi idi.

Kadın liderlerin karar mekanizmalarında daha fazla yer almaları onların doğalarına yakışan, yakıştırılan özgün fikirleri, yaklaşımları kadar, hatta daha çok hakkaniyet açısından önemli. Çünkü, burada sözünü ettiğimiz anatomik yapı değil, toplumsal cinsiyet (gender). Erkek egemen bir sosyo-kültürel ortamda -erkek gibi- olmalarıyla övgü alan ve kendisine atfedilen bu rolü içselleştiren kadın liderlerin duygusal zekalarıyla, şefkatleriyle, empati yetenekleriyle fark yaratacaklarını beklemek bana zor görünüyor. Siyasi çizgilerinden bağımsız olarak Türkiye’den örnek verecek olursak Tansu Çiller başarılı bulmadığım bir kadın lider iken, yine siyasi çizgisini bir yana bırakarak söylüyorum Meral Akşener başarılı bir kadın lider bana göre. Erkek egemen bir toplumsal yapıda kadın liderlerin daha fazla olmasının gerekliliğini az önce söylediğim gibi iki açıdan düşünmek gerekir: toplumun yarısını oluşturmaları nedeniyle biri, hatta birincisi hakkaniyet açısından, ikincisi duygusal zeka, şefkat, çatışmacı değil yapıcı olmaları gibi “kadın” kimliğine yakışan, yakıştırılan nitelikler bakımından.

Amanda Taub’un yazısında istisnai koşullardaki, birkaç istisnai kadın liderden hareketle kadın liderler hakkında olumlu sonuç çıkarmayı sorgulayan karşı argümana da yer verilmiş. Ancak bu karşı görüşe şahsen pek katılamıyorum. İyi kadın liderlik örnekleri verdikleri ders ve gelecek için ümidi artırmaları bakımından son derece önemlidir diye düşünüyorum.

Benim yöneticilik deneyimime gelince, akademik yaşamımın en büyük kısmında yöneticilik yaptım. Akademik yönü esas olduğu için anabilim dalı başkanlığı yöneticilik sayılmaz ama sonuçta bir sorumluluk taşıdığınız için onu da sayarsak öğretim üyeliğimin -dediğim gibi- büyük dilimi anabilim dalı başkanlığı, Bölüm Başkanlığı ve Dekanlık olmak üzere yönetici olarak geçti. Bu görevleri üstlenmenin çalıştığınız üniversitedeki öğretim üyesi matematiğine bağlı olan bir tarafı olur genellikle. Bunlar bir yanıyla onurlu görevlerdir bir yanıyla da akademik çalışmalarınızdan zaman çalan işlerdir diye düşünürdüm. Ne var ki, günün sonunda -mutlak olmasa da- fikrim biraz değişti. Giderek yöneticiliğin de insana çok şey kattığını düşünmeye başladım.

Sonuçta bu bir “kitap ve hayat” ikilemiyse, yöneticilik hayatı temsil ediyor.

Senin bu sorundaki “kadın olmak, yönetici olmak ve kişisel deneyimim” başlıklarını bir anekdotla bitirelim. Akdeniz Üniversitesi İİBF öğretim üyesi iken, o zamanki rektörümüz Prof. Dr. Mustafa Akaydın benimle görüşmek istedi ve Hukuk Fakültesi Dekanlığına beni düşündüğünü söyledi. Kesinlikle hiç beklemediğim bir öneri idi. Şaşırdım. Sonra dedim ki, hocam bu görece yeni, bir-kaç öğretim üyesi dışında öğretim üyesi olmayan sıkıntıları olan bir fakülte. Öyle olmasa, ne hukukçular, ne erkeklerden bana sıra gelirdi. Öneriniz beni onurlandırdı ama izin verirseniz kabul etmeden önce düşünmek istiyorum.

Ortak bir dostumuza açtım konuyu. Akaydın hocaya büyük saygım ve sevgim var. Bu yüzden nasıl reddedeceğimi bilemiyorum dedim. O da bana bir hayat dersi verdi: Belli ki sana güvenmiş, reddedersen olgunlukla karşılamış gibi davransa da içinde bir kırgınlık olur, bu insan doğasıdır. Kabul et, zorlanırsan size saygımdan kabul etmiştim ama yürütemiyorum der, istifanı verirsin dedi. Fakültedeki akademik ve idari arkadaşlarla öyle dört elle sarıldık ki, bunun bir de ikinci dönem ataması oldu.

 




 21 

 

dizin    üst    geri    ileri