ÖYKÜ

Ayşe Korkmaz  




 

Bukağı


Ah Aysel, sokmayacaktın o adamı hayatına. Geçen gün televizyonda gördüm. Seni öldüresiye dövüyordu. Attığı o kadar dayak yetmiyormuş gibi, “Kalk bize meze hazırla lan!” diye bağırıyordu. İçeriden açık saçık sarhoş naraları geliyordu.

Değişmişsin, saçların ağarmış, avurtların çökmüş. Gözlerinden tanıdım, menekşe rengi gözlerinden… Çocuğun eteklerine sarılmış, ağlıyordu. Vurdu, vurdu, vurdu adam sana. Bilmem kaçıncı tokattan sonra suratından kan boşaldı. Yanına koşmak, seni o hayatın içinden çekip çıkarmak istedim, yapamadım. Yolunu bilemedim, izini süremedim.

Böyle mi olacaktı sonumuz bizim? Ayrı yönlere uçuşan yapraklar gibi, kopup gittik birbirimizden. Ne hayallerimiz vardı oysa... Ne büyük bir aşkla bağlıydık birbirimize... Verilmiş sözlerimiz, hiç ayrılmamak için yeminimiz vardı. Hepsinden önemlisi büyük bir aşk hikâyemiz... Yıllar girdi aramıza, yollar girdi. Daha da kötüsü, bu garip insanlar girdi.

Benimki desen ayrı bela… Sabah dırdır, akşam dırdır, canımı burnuma getirdi yıllardır. Her Allah’ın günü misafir mi kabul edilir? Şişmanı zayıfı, kapalısı açığı, huylusu huysuzu, ellerinde tentenelerle bir yığın kadını içeri dolduruyor. Kahkahalar, çocuk sesleri, dedikodular… Koskoca mahalle aynı evde, dip dibe yaşıyoruz.

Benim evim bu küçük oda işte. Bu odada yatıyor, kalkıyor, televizyon izliyorum. En çok da seni düşünüyor, senden gelecek işaretleri bekliyorum. Akşamları köpek maması gibi bir tabak yemek atıyor önüme.

Ara sıra kızım başını kapıdan gösterecek olsa, "Gitme o yarım akıllının yanına!" diye bağırıyor.

Bir bilse hala beni sevdiğini, televizyondan mesajlar gönderdiğini, bu aleti açmamı bile yasaklar, eminim.

Ah Aysel, nasıl koparıp aldılar bizi birbirimizden! O gün bugündür beynimde bir şey koptu. Kopan her neyse yerine koyamıyorum. Üç beş radyo kanalından yayın yapıyor gibi, kafamın içindeki sesler susmuyor. Hangisine cevap vereceğimi şaşırıyorum. Kendi kendime konuşmaktan yoruluyorum.

Ara sıra televizyona kulak kabartıp bana gönderdiğin şarkıyı dinliyorum. O an ağlıyor bile olsam, sen üzülme diye gülümsüyorum. Beni bekliyorsun, biliyorum. Şu odanın dışına çıkamıyor olmak kahrediyor beni. Kendimi eksik, yıkık hissediyorum. Yine de sana belli etmemeye çalışıyorum. Bir de bu kadına... Odaya kamera yerleştirmiştir eminim. Olup biten her şeyi en küçük ayrıntısına kadar izliyordur. Seni bulduğumu bilsin istemiyorum.

Bazen aynı noktaya takılıp, saatlerce hareketsiz kalıyorum. Kılımı kıpırdatmak bile gelmiyor içimden. Yaşama umudumu büsbütün yitirdiğim, her şeyin anlamsızlaştığı zamanlarda oluyor bu. Nasıl desem, bu dünyada yapacak işim kalmamış gibi.

Biliyorum, en azından sana destek olmak için yaşamak zorunda olduğumu düşünüyorsun. Hayatın yükünü üzerinden almamı istiyorsun. Zayıfsın, dayanıksızsın, bunca zaman ayakta kalmış olmana bile şaşırıyorum. Benden uzakta nelerle karşı karşıya olduğunu düşündükçe, kahroluyorum. Ama Aysel, sen bana iyi gelmiyorsun.

Sakın geceleri dışarı çıkma, hiç tekin değil bu şehir. Yeraltında kimsenin bilmediği dehlizler var. Geceleri bu dehlizlerde dolaşan acayip yaratıkların seslerini duyuyorum. Her yer kan kokuyor. Amerika’dan fotoğraf çekmek için gelmiş bir kadının öldürülüşünden bahsediyor ya televizyon, otuz üç yaşında, adını hatırlayamıyorum. O yaratıkların işi bu da, biliyorum. Bazen yeryüzüne çıkıp boş sokaklarda, terk edilmiş binalarda dolaşıyorlar. Seni ele geçirmelerinden korkuyorum. Yıllar sonra bulmuşum, tekrar kaybetmek istemiyorum.

Dedim ya, beynimde yerine koyamadığım bir şeyler var. Düşüncemdeki boşlukları dolduramıyorum. Bu kadınla evlendiğim geceyi hatırlayamıyorum mesela. Yokluğundan yataklara düştüğüm, doktorların kara sevdaya tutulmuş dedikleri dönemde, gelip giderdi evimize. Nasıl oldu, beni nasıl ikna etti kendisiyle evlenmeye, bilmiyorum. Ben uyurken koynuma girmiş olabilir. Şimdi o da pişman ölesiye.

"Keşke sana varmasaydım..." diye yoluyor saçını başını.

İki çocuk yapacaktık seninle, biri kız, biri oğlan. Kız sana benzeyecekti, oğlan bana. Sen kıza halı dokumayı öğretecektin, ben oğlanla ava çıkacaktım. Bukağı motifi yapacaktın halımıza, herkes birbirimize düşkünlüğümüzü bilsin diye. Bir üçgenin köşesi göğe bakıp beni, diğer üçgenin köşesi yere bakıp seni anlatacaktı. Alt ve üst kenarları paralel şekilde birbirlerine bağlanmış olacaktı üçgenler. O adamın evinde halı dokuyor musun Aysel? Onu da beni sevdiğin gibi seviyor musun?

Arkadaşıma gidiyorum diye çıkardın evden. Sahi neydi arkadaşının adı, Emine mi? Tarla başında buluşurduk. Çoğu zaman yanında küçük kardeşin Mustafa olurdu. Bize bakıp kıs kıs gülerdi. Sizinkilere söylemesinden korkardım, sana bir kötülük yaparlar diye. Şeker alırdım Mustafa’ya, sus payı. Senin ona sonsuz bir güvenin vardı.

“Ben büyüttüm.” derdin, “Bu yüzden oğlum gibi... Üzüleceğim hiçbir şey yapmaz.”

Haklıydın güvenmekte. O küçücük haliyle, bize karşı herkesten olgun davrandı. Ben hep korkardım yine de. İçten içe bilirdim bizi birbirimize yar etmeyeceklerini. Seni başkasıyla nişanladıklarında büsbütün emin oldum.

"Senden ayrılırsam dağdan taştan farkım kalmaz." demiştin. "Çorak olurum, ıssız olurum, kaçır beni!"

Kaçırayım da, nasıl nereye? Elleriyle koymuş gibi buldular işte! Koskoca âlemde iki garip âşıktık oysa. Ne istediler bilmem. Dağ ettiler bizi, taş ettiler. Ocağımıza incir ağacı diktiler.

Aşkımıza ilk darbeyi, çocukken oynadığımız ayıp oyunlar vurmuştu. Hiç unutmam o günü. Annen beni, elinde sopayla kovalamıştı.

“Bu çocuğun yanında ne yapıyorsunuz siz? Kızıma kötü şeyler öğretiyor.” demişti anneme.

Sırf bu yüzden, yıllarca oyun oynamamıza izin vermediler. Ama bizi kaçarken yakaladıkları o gün, ikimiz de on sekizindeydik. Ve en ayıp oyunumuzu oynamıştık onlar gelmeden önce. Çiçeği burnunda bir çift olmuştuk kendimizce.

Yine de yar etmediler bizi birbirimize. Gözümün önünde takır takır vurdular seni. Babam beni ellerinden kaçırdığında ağır yaralıydım. Evimizi barkımızı bırakıp İstanbul’a geldik. İzimizi kaybettirdik sizinkilere. Herkes Aysel öldü dese de, onlara inanmadım hiç. Televizyonda gördüm, yaşıyorsun. İstanbul’da oturuyorsun üstelik. Belki bir nefes kadar yakınımdasın. Ama yolunu bilemedim, izini süremedim. Gelip alamadım o adamın elinden seni.

Kızım bugün sekiz yaşına girdi. Ona senin adını vermek istedim. Kabul ettiremedim bu kadına. Yine de ben "Aysel" diye seslendim hep. Zor günlerimde tek teselli kaynağım oldu bu. O kadar hakkım da olmasın mı? Ona bakarken seni görüyordum sanki. Belki de görmeyi umut ediyordum. Umut fakirin ekmeği değil midir? Ekmeksiz, susuz mu yaşanır mı?

Dışarıda yağmur yağıyor. En büyük kederleri yağmur taşıyor. Kırk kat gökyüzünün çilesini akıtıyor üstümüze. Yine de ben en çok yağmurlu günleri seviyorum. Çünkü yağmur yağarken, bütün kötülüklerden arındığımı hissediyorum. Bazen hiç kesilmeden yağsın istiyorum.

Geçen gün çok uzak bir yerde, Mozambik miydi neydi adı... Şiddetli yağışlardan dolayı sel felaketi olmuş, televizyon söyledi. Hep benim dualarım yüzünden. Altmış sekiz kişinin öldüğünü duyunca, nasıl bir bencillik yaptığımı anladım. İnan bana, kendimden utandım.

Buluşmalarımızın birinde, yokluğunu dayanılır kılmak için, bir fotoğraf istemiştim senden. Ertesi hafta mıydı, yoksa iki hafta sonra mıydı bilmiyorum, fotoğrafla birlikte pembe mendile sarılı bir tutam saç getirmiştin. Bu kadın eşyalarımın arasında bulup çöpe atmış utanmadan. Üzerlerine çay, salça, domates bulaşmış. Hepsini tek tek temizledim çöpten toplayıp. Saçının bir telini dünyalara değişir miyim? Fotoğrafı yırttığı yerlerden bantladım. Su geçirmesin diye naylona sararak bahçede bir taşın altına sakladım.

Artık hiç kimse ulaşamaz ona, ben bile... Sana doya doya bakmak, saçlarını okşamak için hayatımı bile veririm. Ama yoksun. Her şey anlamsızlaşıyor yoklukta, biliyorsun. Ah Aysel, sen bana iyi gelmiyorsun!

Soba cayır cayır yanıyor. Ben yine de üşüyorum hep. İçinden gelen kömür çıtırtısı damarlarımdaki bütün kanı çekiyor, sanki içimi boşaltıyor. Çok yakında öleceğim, biliyorum. Belli ki zehirliyor beni bu kadın. Benden kurtulup başka biriyle evlenebilmek için yapıyor bunu. Yavaş yavaş zehirliyor, tadına vara vara. Günden güne eriyip gitmemi izliyor büyük bir zevkle.

Sadece katil değil, aynı zamanda hırsız da... Senden kalan ne varsa çekip çıkarmak istiyor içimden. Kendini senin yerine koymak istiyor. Düşüncelerimi çalıp kendi düşüncelerini yerleştiriyor beynime.

“Başını kaldır da bir bak. Aysel yok, anla artık. Ben varım, kızımız var” diyor bu düşünceler.

En fazla ne yapabilir oysaki! Ölümle mi korkutacak gözümü? Yüzünü göremiyorsa artık gözlerim, ellerini tutamıyorsa ellerim, hangi ölüm aklımı alabilir?

Varlıkla yokluk arasındaki sınır çok ince bir çizgi değil midir zaten? Yanına gelemediğim, çaresizlik içerisinde kıvrandığım şu anın ne farkı var ki ölümden?

Bunu o anlamıyor, sen de anlamıyorsun. “Aysel, git başımdan!”, sen bana iyi gelmiyorsun.

Yine de ona bu zevki tattırmak istemiyorum. Şayet yaşama dair hiçbir umudum yoksa neden yavaş yavaş ölmeyi bekleyeyim? “Hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.” Başkasına bırakmadan, kendi canımı kendim alırım.

Tıpkı Türk filmlerinde olduğu gibi, babadan kalma silahımla, tek kurşunla ‘Tak!’ vururum kendimi. Tam da seni kaybettiğim gün bir şeylerin kopup gittiği yerden, kafamdan…

Bukağı bizim hayatlarımızı değil, gönüllerimizi birleştiriyor Aysel.

_______________________

Fotoğraf : Ayşe Nur Türk

 





 16 

 

dizin    üst    geri    ileri