|
|
|
Bukağı
Ah Aysel, sokmayacaktın o adamı hayatına. Geçen gün televizyonda gördüm.
Seni öldüresiye dövüyordu. Attığı o kadar dayak yetmiyormuş gibi, “Kalk
bize meze hazırla lan!” diye bağırıyordu. İçeriden açık saçık sarhoş
naraları geliyordu.
Değişmişsin, saçların ağarmış, avurtların çökmüş. Gözlerinden tanıdım,
menekşe rengi gözlerinden… Çocuğun eteklerine sarılmış, ağlıyordu. Vurdu,
vurdu, vurdu adam sana. Bilmem kaçıncı tokattan sonra suratından kan
boşaldı. Yanına koşmak, seni o hayatın içinden çekip çıkarmak istedim,
yapamadım. Yolunu bilemedim, izini süremedim.
Böyle mi olacaktı sonumuz bizim? Ayrı yönlere uçuşan yapraklar gibi,
kopup gittik birbirimizden. Ne hayallerimiz vardı oysa... Ne büyük bir
aşkla bağlıydık birbirimize... Verilmiş sözlerimiz, hiç ayrılmamak için
yeminimiz vardı. Hepsinden önemlisi büyük bir aşk hikâyemiz... Yıllar
girdi aramıza, yollar girdi. Daha da kötüsü, bu garip insanlar girdi.
Benimki desen ayrı bela… Sabah dırdır, akşam dırdır, canımı burnuma
getirdi yıllardır. Her Allah’ın günü misafir mi kabul edilir? Şişmanı
zayıfı, kapalısı açığı, huylusu huysuzu, ellerinde tentenelerle bir yığın
kadını içeri dolduruyor. Kahkahalar, çocuk sesleri, dedikodular… Koskoca
mahalle aynı evde, dip dibe yaşıyoruz.
Benim evim bu küçük oda işte. Bu odada yatıyor, kalkıyor, televizyon
izliyorum. En çok da seni düşünüyor, senden gelecek işaretleri
bekliyorum. Akşamları köpek maması gibi bir tabak yemek atıyor önüme.
Ara sıra kızım başını kapıdan gösterecek olsa, "Gitme o yarım akıllının
yanına!" diye bağırıyor.
Bir bilse hala beni sevdiğini, televizyondan mesajlar gönderdiğini, bu
aleti açmamı bile yasaklar, eminim.
Ah Aysel, nasıl koparıp aldılar bizi birbirimizden! O gün bugündür
beynimde bir şey koptu. Kopan her neyse yerine koyamıyorum. Üç beş radyo
kanalından yayın yapıyor gibi, kafamın içindeki sesler susmuyor.
Hangisine cevap vereceğimi şaşırıyorum. Kendi kendime konuşmaktan
yoruluyorum.
Ara sıra televizyona kulak kabartıp bana gönderdiğin şarkıyı dinliyorum.
O an ağlıyor bile olsam, sen üzülme diye gülümsüyorum. Beni bekliyorsun,
biliyorum. Şu odanın dışına çıkamıyor olmak kahrediyor beni. Kendimi
eksik, yıkık hissediyorum. Yine de sana belli etmemeye çalışıyorum. Bir
de bu kadına... Odaya kamera yerleştirmiştir eminim. Olup biten her şeyi
en küçük ayrıntısına kadar izliyordur. Seni bulduğumu bilsin istemiyorum.
Bazen aynı noktaya takılıp, saatlerce hareketsiz kalıyorum. Kılımı
kıpırdatmak bile gelmiyor içimden. Yaşama umudumu büsbütün yitirdiğim,
her şeyin anlamsızlaştığı zamanlarda oluyor bu. Nasıl desem, bu dünyada
yapacak işim kalmamış gibi.
Biliyorum, en azından sana destek olmak için yaşamak zorunda olduğumu
düşünüyorsun. Hayatın yükünü üzerinden almamı istiyorsun. Zayıfsın,
dayanıksızsın, bunca zaman ayakta kalmış olmana bile şaşırıyorum. Benden
uzakta nelerle karşı karşıya olduğunu düşündükçe, kahroluyorum. Ama
Aysel, sen bana iyi gelmiyorsun.
Sakın geceleri dışarı çıkma, hiç tekin değil bu şehir. Yeraltında
kimsenin bilmediği dehlizler var. Geceleri bu dehlizlerde dolaşan acayip
yaratıkların seslerini duyuyorum. Her yer kan kokuyor. Amerika’dan
fotoğraf çekmek için gelmiş bir kadının öldürülüşünden bahsediyor ya
televizyon, otuz üç yaşında, adını hatırlayamıyorum. O yaratıkların işi
bu da, biliyorum. Bazen yeryüzüne çıkıp boş sokaklarda, terk edilmiş
binalarda dolaşıyorlar. Seni ele geçirmelerinden korkuyorum. Yıllar sonra
bulmuşum, tekrar kaybetmek istemiyorum.
Dedim ya, beynimde yerine koyamadığım bir şeyler var. Düşüncemdeki
boşlukları dolduramıyorum. Bu kadınla evlendiğim geceyi hatırlayamıyorum
mesela. Yokluğundan yataklara düştüğüm, doktorların kara sevdaya tutulmuş
dedikleri dönemde, gelip giderdi evimize. Nasıl oldu, beni nasıl ikna
etti kendisiyle evlenmeye, bilmiyorum. Ben uyurken koynuma girmiş
olabilir. Şimdi o da pişman ölesiye.
"Keşke sana varmasaydım..." diye yoluyor saçını başını.
İki çocuk yapacaktık seninle, biri kız, biri oğlan. Kız sana
benzeyecekti, oğlan bana. Sen kıza halı dokumayı öğretecektin, ben
oğlanla ava çıkacaktım. Bukağı motifi yapacaktın halımıza, herkes
birbirimize düşkünlüğümüzü bilsin diye. Bir üçgenin köşesi göğe bakıp
beni, diğer üçgenin köşesi yere bakıp seni anlatacaktı. Alt ve üst
kenarları paralel şekilde birbirlerine bağlanmış olacaktı üçgenler. O
adamın evinde halı dokuyor musun Aysel? Onu da beni sevdiğin gibi seviyor
musun?
Arkadaşıma gidiyorum diye çıkardın evden. Sahi neydi arkadaşının adı,
Emine mi? Tarla başında buluşurduk. Çoğu zaman yanında küçük kardeşin
Mustafa olurdu. Bize bakıp kıs kıs gülerdi. Sizinkilere söylemesinden
korkardım, sana bir kötülük yaparlar diye. Şeker alırdım Mustafa’ya, sus
payı. Senin ona sonsuz bir güvenin vardı.
“Ben büyüttüm.” derdin, “Bu yüzden oğlum gibi... Üzüleceğim hiçbir şey
yapmaz.”
Haklıydın güvenmekte. O küçücük haliyle, bize karşı herkesten olgun
davrandı. Ben hep korkardım yine de. İçten içe bilirdim bizi birbirimize
yar etmeyeceklerini. Seni başkasıyla nişanladıklarında büsbütün emin
oldum.
"Senden ayrılırsam dağdan taştan farkım kalmaz." demiştin. "Çorak olurum,
ıssız olurum, kaçır beni!"
Kaçırayım da, nasıl nereye? Elleriyle koymuş gibi buldular işte! Koskoca
âlemde iki garip âşıktık oysa. Ne istediler
bilmem. Dağ ettiler bizi, taş ettiler. Ocağımıza incir ağacı diktiler.
Aşkımıza ilk darbeyi, çocukken oynadığımız ayıp oyunlar vurmuştu. Hiç
unutmam o günü. Annen beni, elinde sopayla kovalamıştı.
“Bu çocuğun yanında ne yapıyorsunuz siz? Kızıma kötü şeyler öğretiyor.”
demişti anneme.
Sırf bu yüzden, yıllarca oyun oynamamıza izin vermediler. Ama bizi
kaçarken yakaladıkları o gün, ikimiz de on sekizindeydik. Ve en ayıp
oyunumuzu oynamıştık onlar gelmeden önce. Çiçeği burnunda bir çift
olmuştuk kendimizce.
Yine de yar etmediler bizi birbirimize. Gözümün önünde takır takır
vurdular seni. Babam beni ellerinden kaçırdığında ağır yaralıydım.
Evimizi barkımızı bırakıp İstanbul’a geldik. İzimizi kaybettirdik
sizinkilere. Herkes Aysel öldü dese de, onlara inanmadım hiç.
Televizyonda gördüm, yaşıyorsun. İstanbul’da oturuyorsun üstelik. Belki
bir nefes kadar yakınımdasın. Ama yolunu bilemedim, izini süremedim.
Gelip alamadım o adamın elinden seni.
Kızım bugün sekiz yaşına girdi. Ona senin adını vermek istedim. Kabul
ettiremedim bu kadına. Yine de ben "Aysel" diye seslendim hep. Zor
günlerimde tek teselli kaynağım oldu bu. O kadar hakkım da olmasın mı?
Ona bakarken seni görüyordum sanki. Belki de görmeyi umut ediyordum. Umut
fakirin ekmeği değil midir? Ekmeksiz, susuz mu yaşanır mı?
Dışarıda yağmur yağıyor. En büyük kederleri yağmur taşıyor. Kırk kat
gökyüzünün çilesini akıtıyor üstümüze. Yine de ben en çok yağmurlu
günleri seviyorum. Çünkü yağmur yağarken, bütün kötülüklerden arındığımı
hissediyorum. Bazen hiç kesilmeden yağsın istiyorum.
Geçen gün çok uzak bir yerde, Mozambik miydi neydi adı... Şiddetli
yağışlardan dolayı sel felaketi olmuş, televizyon söyledi. Hep benim
dualarım yüzünden. Altmış sekiz kişinin öldüğünü duyunca, nasıl bir
bencillik yaptığımı anladım. İnan bana, kendimden utandım.
Buluşmalarımızın birinde, yokluğunu dayanılır kılmak için, bir fotoğraf
istemiştim senden. Ertesi hafta mıydı, yoksa iki hafta sonra mıydı
bilmiyorum, fotoğrafla birlikte pembe mendile sarılı bir tutam saç
getirmiştin. Bu kadın eşyalarımın arasında bulup çöpe atmış utanmadan.
Üzerlerine çay, salça, domates bulaşmış. Hepsini tek tek temizledim
çöpten toplayıp. Saçının bir telini dünyalara değişir miyim? Fotoğrafı
yırttığı yerlerden bantladım. Su geçirmesin diye naylona sararak bahçede
bir taşın altına sakladım.
Artık hiç kimse ulaşamaz ona, ben bile... Sana doya doya bakmak,
saçlarını okşamak için hayatımı bile veririm. Ama yoksun. Her şey
anlamsızlaşıyor yoklukta, biliyorsun. Ah Aysel, sen bana iyi gelmiyorsun!
Soba cayır cayır yanıyor. Ben yine de üşüyorum hep. İçinden gelen kömür
çıtırtısı damarlarımdaki bütün kanı çekiyor, sanki içimi boşaltıyor. Çok
yakında öleceğim, biliyorum. Belli ki zehirliyor beni bu kadın. Benden
kurtulup başka biriyle evlenebilmek için yapıyor bunu. Yavaş yavaş
zehirliyor, tadına vara vara. Günden güne eriyip gitmemi izliyor büyük
bir zevkle.
Sadece katil değil, aynı zamanda hırsız da... Senden kalan ne varsa çekip
çıkarmak istiyor içimden. Kendini senin yerine koymak istiyor.
Düşüncelerimi çalıp kendi düşüncelerini yerleştiriyor beynime.
“Başını kaldır da bir bak. Aysel yok, anla artık. Ben varım, kızımız var”
diyor bu düşünceler.
En fazla ne yapabilir oysaki! Ölümle mi korkutacak gözümü? Yüzünü
göremiyorsa artık gözlerim, ellerini tutamıyorsa ellerim, hangi ölüm
aklımı alabilir?
Varlıkla yokluk arasındaki sınır çok ince bir çizgi değil midir zaten?
Yanına gelemediğim, çaresizlik içerisinde kıvrandığım şu anın ne farkı
var ki ölümden?
Bunu o anlamıyor, sen de anlamıyorsun. “Aysel, git başımdan!”, sen bana
iyi gelmiyorsun.
Yine de ona bu zevki tattırmak istemiyorum. Şayet yaşama dair hiçbir
umudum yoksa neden yavaş yavaş ölmeyi bekleyeyim? “Hem kötüyüm,
karanlığım biraz, çirkinim.” Başkasına bırakmadan, kendi canımı kendim
alırım.
Tıpkı Türk filmlerinde olduğu gibi, babadan kalma silahımla, tek kurşunla
‘Tak!’ vururum kendimi. Tam da seni kaybettiğim gün bir şeylerin kopup
gittiği yerden, kafamdan…
Bukağı bizim hayatlarımızı değil, gönüllerimizi birleştiriyor Aysel.
_______________________
Fotoğraf : Ayşe Nur Türk
|
16
|