GEZİ - FOTOĞRAF

Semih Özcan   





 


 

- Bu yazı, geçtiğimiz günlerde büyük felaket yaşayan
dost Yunan halkına adanmıştır..-


Önümdeki menüye bakarken gözüm az ötedeki masaya takılıyor. Masanın üzerinde bir bardak çay. Belki on dakikadır aynen dopdolu olarak duruyor. Tek bir yudum dahi içilmemiş. Üstelik masada oturan bir kişi de var. Ama onun önünde bir başka içecek. Çay tek başına durup duruyor orada. Bir anlam veremiyorum. Madem içilmeyecekti, garson ne diye o bir bardak çayı getirip bıraktı oraya. Kafamda bu anlamsız görüntüye anlamlı yanıtlar bulmaya çalışıyorum… yola doğru bakan, menüyü gösteren kara tahtanın altındaki Türkçe yazıyı okuyana dek..

‘Demleme Türk çayı bulunur.‘

Gülümsüyorum ve ‘ticari deha’ya hayran kalıyorum.

Burası Chios, Türkiye’deki bilinen adıyla Sakız Adası. Gümrükten geçtikten sonra deniz kıyısından merkeze doğru giderken önünüze çıkan ilk ‘cafée’..Port Café”’.. Az önce yanımızdaki araba kiralama ofisinden arabamızı aldık. Güneş tam tepede sıcaklığını göstermeye başlayınca da, gölgelik tentesi olan bu cafée’de hem serinlemek hem de bir şeyler atıştırmak için buraya ilişiverdik. Adaya gelen Türk turistleri çekmek, onlara demleme Türk çayı yaptıklarını söylemek için de oturduğumuz bu kıyı kahvesinin işletmecileri bunu menülerinde yazmakla yetinmemiş, hoş, canlı bir de reklam yaratmışlar. Gülümsüyorum..

Eh madem böylesine yaratıcı reklam yapmışlar, bu Yunan topraklarında bir demleme Türk çayı içmek şart oldu deyip elimdeki menünün içecekler bölümünü açıyorum. Çay düşüncesi güzel de fiyatı ondan da güzel. Menüdeki fiyata bakıyorum; çay iki euro, üstelik büyük bardak ya da fincan falan değil, bildiğimiz küçük bardak çay. Sadece küçük bardağın az iricesi. Hani ‘ince belli’ değil de az ‘kalın belli’ olanından. Biraysa üç euro, üstelik yanında cips de var. Çayı boş veriyorum. ‘Chios Beer’ diyorum. Adanın en meşhur damla sakızlı birası. Yanına bir de burger.

Chios yani Sakız Adası, Çeşme’nin tam karşısında. Ve Çeşme’ye inanılmaz yakınlıkta, baktığınızda tüm kıyı şeridi, evleri, yeldeğirmenleri ayrıntılarıyla çok net görülen bir ada. Adadan da Çeşme çok net görülüyor. O kadar yakın ki, hani karada yakın yerleri belirtmek için ‘yürüyüş mesafesinde’ deriz ya, bu iki yer de birbirine ‘yüzüş mesafesinde’..İyi bir yüzücü çok rahat adaya yüzerek gidebilir.

Çeşme’den her sabah saat dokuzda Sakız’a feribot ve katamaranlar kalkıyor. Feribotla giderseniz biraz daha ucuz ama 35-40 dakika sürüyor. Bizim gibi hızlı katamaranla giderseniz ise sadece 20 dakika. Böylesine yakın bir yer.

Çeşme ve Chios..ikisi de bir denizin birbirine çok yakın iki kıyısı. İkisinin de kıyıları masmavi sulara açılıyor. Ama küçük bir fark da hemen göze çarpıyor. Chios maviyi hem yaşıyor hem yaşatıyor. Denizin maviliğini tamamlayan kıyılarıyla, yaşam biçimiyle düşlerimizdeki, daha doğrusu düşlerimizdeki bile değil, çoğumuzun çocukluğundaki eski yaşam biçimimizi şu anki haliyle bize yeniden sunuyor. Çeşme ve yakınındaki bize ait kıyılarsa, çok katlı, gökdelen boyutundaki binalarıyla, dağ yamaçlarına varana dek göz alabildiğine uzanan yapılaşmayla, bir sahil kasabasından çok çarpık gelişmenin hışmına uğramış boğucu kentleşmeleriyle bu maviliğe gri bir hüzün katıyor.

Bu mavilikteki belirgin ton farkı, her iki bölgenin de daha ilk girişlerinde başlıyor.

İzmir otobanından Çeşme sınırına girdiğiniz andan itibaren sizi dağ eteklerine kurulu çok sayıda  – neredeyse yüzlerce- - 'rüzgar enerji santrali’ (RES) karşılıyor. Çeşme halkını bir süredir haklı olarak isyan ettiren bu dev beton yığınları son derece itici bir görüntü vermekle kalmıyor başta bitki ve arılar olmak üzere doğal dengenin bozumundan çeşitli kanserojen hastalıklar da dahil olmak üzere bir dizi soruna yol açıyor. O kadar da çoklar ki..neredeyse tüm dağlar bunlarla kaplı. Ormanlarla, yeşilliklerle kaplı olması gereken bu alanlar sürekli dönen çift kollu canavarlara dönüşmüş. Chios’dan Çeşme’ye baktığınızda da gözünüzü ilk bunlar çıkarıyor.

Çeşme’den Sakız’a baktığınızda da rüzgarla dönen kollar görüyorsunuz ancak bunlar kimi deniz kıyısında kimi dağ tepelerinde tek tük, dört-beş yüz, altı yüz yıl öncesinden kalma tarihi yel değirmenleri. Şu an hiçbir işlevleri yok. Ama görüntüye, tarihten gelme farklı bir çekicilik ve estetik katıyorlar.

Pasaport ve vize işlemlerinden çıkıp ada topraklarına adım attığınız andan itibaren sizi Yunan konukseverliğinin sıcaklığı karşılıyor. ( Bu arada gerek Türk gerekse Yunan gümrük görevlilerinin çok sıcak ve yardımsever davrandıklarını da ayrıca belirtelim.) Baştan itibaren önünüze sıralanmış bir dizi Yunanlı genç, çalıştıkları işyerlerinin de reklamını yapmak amacıyla sizi damla sakızlı şeker ve Kavala kurabiyeleri ikramına boğuyorlar. Bunda da haklılar çünkü özellikle başta ekonomik sorunlar olmak üzere bir dizi sorunla boğuşan Yunan halkı için Türk turistler önemli bir gelir kaynağı. Tek tük İngiliz ve diğer Avrupa ülkelerinden turist gelse de adanın turizm gelirlerinin büyük çoğunluğu iç turizme ve Türklere dayanıyor. Belirgin bir iç turizm desteği var. Yunanistan anakarasından özellikle Atina’dan gelenler hayli fazla. Bir bölümünün ise adada yazlıkları var, yaz gelince Atinalıların önemli bir kesimi Sakız’a taşınıyor. (Yemek ve içecek sektörü başta olmak üzere adadaki işyerlerinde çalışanların büyük çoğunluğu ise yine çoğunluğu Atina’dan gelen öğrenciler. Yaşanan ekonomik kriz nedeniyle büyük bir işsizlikle boğuşan Yunan gençliği özellikle de üniversite öğrencileri ve okulu yeni bitiren kesim, bu sorunlarını yazları buralarda çalışarak aşmaya çalışıyor.)Atinalılar özellikle adanın güney sahillerini tercih ediyorlar. Ancak dış turizmin çok çok büyük çoğunluğu ise Türklerden oluşuyor. Ada yetkililerinin yaptığı açıklamaya göre Türk pasaportuyla gelenlerin, ki bunların çoğu sık sık gelip gidiyor, seksen beş bin kişi civarında. Bu rakam Kıbrıs’ın Türk kesiminin toplam nüfusuna eşit hatta ondan fazla.

Bu nedenle de adada üç dil öne çıkıyor. Tüm işyerlerinin tabelaları üç dilde yazılmış. Yunanca, İngilizce ve Türkçe. Yemek yemek için oturduğunuz bir mekanda ise Türkçe menü kesinlikle bulunuyor ya da tek menüde yine üç dilde yiyecek ve içeceklerin adları yazılı. Çok fazla olmasa da bu tür işyerlerinde çoğunlukla Türkçe bilenler bulunuyor. Hoş bulunmasa da pek fark etmiyor, bir şekilde anlaşıyorsunuz. Daha olmadı karşılıklı çat pat İngilizceyle derdinizi anlatıyorsunuz. Yani dil sorunu kesinlikle yaşamıyorsunuz..benim gibi.

Fikret Mualla’yla ilgili bir fıkra var…

       Fikret Mualla ilk Fransa’ya gidişinde arkadaşları telaşlanmış. Gitmiş, aylar geçmiş hiç ses seda yok. Mualla zırnık Fransızca bilmiyor, ne geldi bu adamın başına diye almış dostlarını bir telaş.
       Neyse, döndüğünde hemen toplanmışlar başına. ‘’Yahu sen hiç Fransızca bilmezsin. N’aptın aylarca? Hiç sorun yaşamadın mı?’’
       ‘’Yoo..’’ demiş Fikret Mualla, ‘’ben her yerde bildiğim dili konuştum. Çok da rahattım. Bir sorun olup olmadığını gidin Fransızlara sorun.’’

Doğrusu ben de öyleydim. Karşımdaki tıkır tıkır Yunanca konuştukça ben de tıkır tıkır Türkçe konuştum. Çok da iyi anlaştık. Hiç sorun yaşamadım. Her söylediğimi anladılar. ‘Buz’ deyince buz geldi, ‘ekmek’ deyince ekmek geldi, ‘su’ deyince su geldi. Zaten her girdiğim mekanda, yüksek sesle ‘Türkçe bilen var mı?’ diye soruyordum. Bazen bilen çıkıyordu, o zaman sorun yok, ‘No, ı m sorry..’ dediklerinde yine sorun yok. Ben derdimi yine Türkçe anlatıyordum. Ve kesin anlıyorlar..gerçi zaman zaman zorlandıkları oluyor ama sonuçta yine anlaşıyoruz.

Adanın güneyinde sevimli, küçük bir plaj bölgesi var..Komi. Kıyı boyunca iki-üç işletme var; yemek yiyip, bir şeyler içebileceğiniz. Önünüzse yanlamasına upuzun plaj. Plajda kumların üzerine şezlonglar, şemsiyeler serpiştirilmiş. Ve inanamayacaksınız, adamlar bu işin ticaretinde değil. Düşünebiliyor musunuz? Kıyı mafyası yok. Plajdan, şezlongdan, şemsiyelerden ‘verimli’ bir biçimde yararlanamıyorlar. Sakız’da tüm kıyılar böyle. Tümüyle ücretsiz. Tıpkı bizim kıyılarımızda da otuz-kırk yıl önce olduğu gibi. Dileyen dilediği yere kuruluyor, isterse yakınlarındaki kafeden içeceğini de getiriyor ya da havlularını şezlonga bırakıp, yanındaki işletmenin restoranında yemeğini yiyebiliyor. Ne plajdaki havlu ve diğer eşyalarının başına bir iş geliyor ne de herhangi biri başına dikilip de elindeki makbuzu burnunuza dayayıp para istemiyor. Plaja giriş de, şezlonglar da, şemsiyeler de ücretsiz. Sakız’ın tüm plajlarında durum böyle. Kıyı rantiyeciliği diye bir anlayış yok.

Komi de kıyıda yemek yiyip bir şeyler de içmek için bir kıyı lokantasına oturduk. Kimimiz plajda bir şezlonga havluları serdi. Hem yiyip içeceğiz hem isteyen denize girecek. Bu arada işletmenin sahibi de yabancı değil, daha önceden tanıyor. Çok iyi Türkçe konuşan, iyi içtiği kırmızı burnundan belli olan hafif göbekli, sevimli biri. Ama ortalarda yok. ‘Siesta da..yani uyuyor. (Bir süre sonra uyanıp, uykudan hafif şişmiş gözleriyle bize karşıdan el salladı. Fakat, yine çok iyi Türkçe konuşan, Atina’da öğrencilik yapıp yazın orada çalışan bir garsonları var. O da çok cana yakın, konuşkan ve sevimli biri, Aleksi. Bize o bakıyor. Bir süre sonra Aleksi yanımızdan ayrıldı, diğer masalara bakıyor. Ben de bira söyleyeceğim. El ettim, yine öğrencilik yapan genç bir kız geldi. Ama o hiç Türkçe bilmiyor. ‘Beer’ dedim. Hemen ‘ Chios Beer?’ dedi. Adanın birası ya. İlle her gelene öncelikle onu satacaklar. Ben de ilk geldiğimde içtiğimde açıkçası pek beğenmedim o birayı. Damla sakızlı bir bira, hafiften tadımsı. Vermut gibi bir şey. Tadımsı içki istesem Vermut söylerim, niye onu alayım? ‘ Hayır, hayır..beğenmedim onu. Başka bir bira..’ dedim. Kız menüden biralar bölümünü gösterdi. İyi de başta Türkçe biralar yazıyor da, bira çeşitlerinin hepsi de Yunan birası. Hiç birini bilmiyorum. Bir de adanın kendi birasını tadımsı buldum ya, içimden bir de kuşku var. Kim bilir bunlar nasıl diye. Kız yüzüme bakıyor, hangi birayı istediğimi sordu. ‘’ Ya sizde ‘adam gibi bira’ yok mu?’’ dedim.

‘’Adam gibi?!! Anlamadım..’ diyor şaşkın şaşkın yüzüme bakarak.

‘’Yahu, bira gibi bira işte..’’

Yine anlamadı. Bu kez de ‘bira gibi bira’nın hangisi olduğunu soruyor.

Bu arada, Chios Beer’in tadını beğenmediğim gibi, 33’lüktü. Ona da bozulmuştum.

‘’ Siz de doğru düzgün 50’lik bira yok mu? ‘’ dedim.

Heh.. 50’lik deyince bu kez anladı.

‘’50’liiik..var. Bunlar 50’lik’ dedi.

Dedi de gösterdiği biralar dediğim gibi Yunan birası. Altı-yedi çeşit de bira var. Ben nasıl seçeyim?

Kız anladı derdimi. Başladı bana biraların adını bir kez de sesli söylemeye. Saydı, saydı. Bir yerde ‘Alfa bira’ dedi. Heh..tamam dedim, hiç olmazsa az buçuk anladığım bir ad çıktı. Latin alfabesinin ilk harfi..alfa.

‘Alfa..alfa..bundan istiyorum.’

Böylelikle adlardan ad beğenip biramı söylemiş oldum. Fakat tam isabet, birayı çok beğendim. ‘Adam gibi bira’ böyle bişey işte.

Bu yöntem hoşuma gitti. Ondan sonra da hep bu yoldan gittim. Hangi adı beğenirsem onu söyledim. Örneğin; bu kez Ortaçağ’dan kalma en az altı- yedi yüz yıllık bir kasaba olan Mesta’dayız.  Orada da çevreyi gezdikten sonra yemek yemeye oturduk. Yine genç bir garson kız geldi. Hemen ona da sordum:

‘’Türkçe biliyor musun? ‘’

Biraz duraladı:

‘’Çok çok az. Çat-pat.’’

‘’Güzel. Bende çat-pat Yunanca da yok. Demek ki çok iyi anlaşacağız. ‘’

Bu arada az da olsa Türkçe biliyorum dedi ya, ben başladım kıza ‘hayat hikayemi’ anlatmaya. Masamın çevresine yaklaştıkça laf atıp bir şeyler diyorum. O bir şeyler söylüyor (büyük olasılıkla ‘çattık’ diyordur). Anlayacağız sohbet epey ilerledi. Biz şakır şakır kendi dillerimizde konuşuyoruz. Gerçi, yüzlerimizde birbirimizi anladığımıza ilişkin bir ifade yok ama olsun. Anlamasak da çok iyi anlaştık.

Derken diğer masalardan fırsat bulup menüyü getirdi. Ben yine ona sordum yemekleri. Sanki her birinin tariflerini istemişim gibi anlattıkça anlatıyor, ben yine anlamıyorum. Neyse, sonuçta ikimizin de anladığı bir noktada buluştuk: Tavuk. Tavuk şiş söyledim, o vartayı öyle atlattık. Bu arada özellikle belirteyim. Tavuk orada bizdeki gibi ucuz değil. Dışarda da yeseniz, kasaptan, marketten de alsanız örneğin dana etiyle aynı fiyat. Çünkü GDO’lu, katkı maddeli laboratuar ürünü fabrikasyon ‘tavuk’ bilmiyorlar. Gerçek organik çiftlik tavuğu var.

Geldik en zevkli kısma, içecek söylemeye. Yine bira söyleyeceğim de nasıl? Bira dedim, diğerleri gibi klasik başlangıcı yaptı: Chios Beer’. Nayııır!

İsimlerden isim beğen oyunu hoşuma gitmişti ya, burada da onu başlattım. Bir masada içilen birayı gösterdim, adını sordum. Söyledi, beğenmedim. Geçiniz. Başka bir masada, başka bir bira içen kişiyi gösterdim, onu da söyledi, o adı da beğenmedim. Onu da geç. Sonunda üçüncü bir masadaki biranın adını sordum: ‘’Mythos.’’

Mitos. Hah..bu güzel işte. Bu ad hoşuma gitti. Üstelik, ‘tanıdık’ da.. ‘’Tamam’’ dedim, ‘’o olsun.’’

Yine tam isabet. Mythos, Alpha’dan da güzel çıktı. Bayıldım biraya.

Ben bu ad beğenme yöntemiyle yiyecek-içecek getirme oyununu sevdim. Öyle ki bir tanesini istemedim o da bana dert oldu. Bir dahaki gidişimde kesin ilk işim onu istemek olacak. Gece yarısına doğru gittiğimiz Miou Taverna’da  garson, - o da Türkçe hiç bilmiyordu ve çok iyi anlaştık-, özellikle oraya özgü olan bir köfteyi çok övdü..de ben içeriğini görünce itici buldum, istemedim. Kardeşim, köftenin içinde hem damla sakızı var (zaten damla sakızlı olmayan hiç bir şeyleri yok) hem de uzo. ‘’Yenir mi o be?’’ dedim, istemedim ama onun da çok çekici bir adı vardı: Sarhoş Köfte.

Başta da söylemiştim, ada, kimimizin gençliği kimimizin de çocukluğundaki ‘eski Türkiye’yi andırıyor. Çok turist çekmesinin nedeni de bu. Açıkçası adanın turizm anlayışı ‘hiçbir şey yapmamak’ üzerine kurulu. Ne bir yapılaşma var ne doğasından, denizinden, kumundan ‘rantiye’ gelir elde etme anlayışı. Çok zorunlu olmadıkça eski tarihi yapılara zorunlu restorasyonlar dışında dokunulmamış bile. Doğaya en küçük bir müdahale yok. Her şey yüzyıllar öncesindeki yaşam planı neyse öyle sürüyor. Ada deyince aklınıza bizim Heybeli, Büyük Ada ya da Avşa türü adalar gelmesin. Çok büyük bir adadan söz ediyoruz. Bir tür, Avrupa’daki ‘ada-devlet’ büyüklüğünde. İçinde sayısız dağlar var örneğin, içinde nehir var (dere değil, nehir), merkezin dışında her biri birer kasaba büyüklüğünde 64 (altmış dört) yerleşim yeri bulunuyor. Öyle 3-5 günle, bir hafta-10 günle adayı gezmenize olanak yok. Uzun süre kalmanız ya da sık sık gidip gelmeniz gerekiyor. Bu nedenle araba sayısı çok fazla. Belediyenin işlettiği toplu taşım aracı kısıtlı ve yetersiz. Tüm Avrupa’da olduğu gibi dolmuş türü araçlar da yok. Tek ulaşım olanağınız ya taksi tutacaksınız – ki bu oldukça pahalıya gelir- ya da araba kiralayacaksınız. Kendi arabanızı da götürebilirsiniz ama onun için de yüksek bir ücret alınıyor. Öyle üç beş günlük geziler için değmez. Ancak uzun süreli kalmalar için avantajlı olabilir. Bu nedenle araba kiralamak tek seçeneğiniz. (Gerçi, ehliyetiniz yoksa, tur şirketlerinin adanın çeşitli yerlerine günlük turları da var. O da ucuza gelir. ) Zaten adım başı araba kiralama ofisi var. Bu arada özellikle ilgimi çeken, motorsiklet kullanımının da çok yaygın olduğu: Neredeyse araba sayısı kadar motor var. Zaten kiralama ofislerinden motor da kiralayabiliyorsunuz.  Bu kadar araç bolluğu tek sıkıntı yaratan konu adada. Çünkü, adanın tarihi ve doğal yapısına bir müdahale söz konusu olmadığı için, doğal olarak, eski yapıları yıkıp yol genişletme çalışmaları da yok. Araç bol, yollar dar. Araba sürerken pek sorun olmuyor da yayaların o daracık yollarda yürürken çok özen göstermeleri gerekiyor. A bu arada, kıyı mafyasının olmadığını söylemiştim. Yani hiç kimse sizden plajlara giriş ücreti, şemsiye ve şezlong parası istemiyordu. Sadece kıyı mafyası değil, otopark mafyası da yok. Hiç kimse park ettiğiniz yerde sizi soymaya, para talep etmeye gelmiyor. Onu bırakın, koskoca adada bir paralı otopark bile yok. (Hoş, parasız da yok. Kimsenin aklına binaları yıkıp da yerine otopark yapmak gelmemiş). Boş bulduğunuz yere arabanızı koyuyorsunuz. Ne karışan var ne eden. Ne yasak diyen var ne de para isteyen. Anlayacağınız bunlar hala ‘eski Türkiye’yi yaşıyor.

Aslında adada farklı bir turizm ekonomisi, turizmden gelir yaratma mantığı yok. Turizm gelirleri gelen konuklara her zamanki ürettikleri mal ve hizmetleri sunmak anlayışına dayanıyor. Bu nedenle dağlarda yapılaşma yok, dağlar adanın en temel gelir kaynaklarına, bu yöndeki tarıma ayrılmış. Turizm gelirleri de böylelikle aslında tarımsal üretimlerini değerlendirmek üzerine kurulu olmuş.

Adanın en temel tarımsal üretimi damla sakızı ve zeytincilik. Bağcılık da gelişmiş. Bu nedenle ana gelirleri damla sakızı ve ondan elde ettikleri ürünler, zeytinyağı ve şarapçılık üzerine kurulu. Ayrıca denizcilikte de çok ileriler ve bu da önemli bir gelir kaynağı. Bu arada doğal ki balıkçılığı es geçmiyoruz. Hamsi dahil her türlü balık var. Sadece balık değil, ahtapot, kalamar, karides gibi deniz ürünleri de çok fazla ve fiyatları da Türkiye’nin oldukça altında.

Damla sakızı sadece adanın son yıllarında değil, yüzyıllardan bu yana en temel ekonomik ana gelir kaynağı olmuş. İlk kez 10 yüzyılda dünya çapında önemli bir ürün olarak geçiyor. Ardından 14.yy’da Cenevizliler sırf bu nedenle adayı işgal ediyor. Bizans dönemindeki neden de aynı. Sadece Bizans mı? 16.yy’da ada, yine bu nedenle Osmanlıların da ilgi alanına giriyor ve bu kez Osmanlı hükümranlığı başlıyor. Osmanlı, damla sakızına öylesine önem veriyor ki, bu işin kaçakçılığını yapanların kelleri gidiyor. Osmanlı, damla sakızı kaçakçılığına idam cezası getiriyor. Ada, Osmanlı sonrasında da bazı kişilerin tekeller kurarak damla sakızını ele geçirmesinden kurtulamıyor. Anca 1983 yılında ‘Damla Sakızı Üreticiler Birliği’ kuruluyor ve ada halkı bu önemli ürüne bu tarihte sahip olabiliyor.

Damla sakızı önemli çünkü kullanılmadığı alan yok. Çoğumuzun bildiği hoş tat ve kokulu, çiklet türündeki damla sakızının dışında; sakızın pidesi, yağı, sabunu, şampuanı, yüz kremleri, diş macunu, meyve suyu gibi suyu, şekeri, ünlü kaşık tatlısı, pestili, çikolatası, helvası, lokumu, simidi, likörü, uzosu, yoğurdu, beyaz peyniri, hardalı, reçeli, balı bulunuyor. Sadece bu kadar değil; mide rahatsızlıkları ve kolesterole iyi geldiği tıbben kanıtlanan damla sakızı kimi ilaçların yapımında, ameliyatlarda ve diş tedavilerinde de kullanılıyor. Renk sabitleştirici olarak boya endüstrisinde kullanılıyor. Sıkı durun, hani diş macununu anladık, mantıklı da, damla sakızından diş fırçası da yapılıyor. Böyle bir ürün anlayacağız. Burnunu sokmadığı hiçbir alan yok. Bu nedenle Chios (Sakız Adası)’nın başı da beladan kurtulmamış. Bu ürün nedeniyle sürekli işgal altında kalan bir ada.

Adayı gezmek için dağ yollarında giderken çevrenizi işte bu küçük damla sakızı ağaçları çevreliyor. Altları beyaz toprakla sıvandığı için kolaylıkla fark edilebiliyorlar. Ağaçların altına beyaz toprak konulmasının nedeni, olgunlaşıp toprağa düşen sakızların kirlenmesini önlemek. Temiz kalmalarını sağlayan bu beyaz toprak da yine bölgeden çıkarılıyor.

 

Yunan adalarında ilginç bir dinsel gelenek var. Kimi yollarda sağlı sollu dinsel şapeller görüyorsunuz. Kimi tahtadan, kimi alçıdan, kimi de seramikten, taştan yapılma içinde ikonlar ve dinsel tasvirler bulunan, sürekli yanan bir mumu olan küçük kutucuklar. Bu şapellerin konuş nedeni şu; bir yerde ölümle sonuçlanan bir trafik kazası olduğunda, ölenin yakınları o noktaya bir şapel dikiyorlar. Amaç; gelen geçen kişilerin ölenin ruhuna dua etmeleri, onu anmaları. Ama aslında trafiğe de bence olumlu bir katkı sağlıyorlar. Özellikle virajlı olan bir yolda çok sayıda şapele rastlıyorsunuz sağlı sollu. Böylelikle şapellerden bir yolun güvenlik riski konusunda az çok bilgi sahibi oluyor ve arabanızı daha özenli sürüyorsunuz.

Bu arada gördüğüm yüzlerce şapel içinde özellikle bir tanesi kafama takıldı. Daha doğrusu aklım ermedi. Şapelin biri, bir evin bahçesindeydi.

Nasıl oluyor da bir insan kendi ya da bir başka kişinin evinin bahçesinde ölümüne yol açabilecek bir ‘trafik kazası’ yapabiliyor? Herhalde ‘kafası güzelken’ sonuna kadar gaza basıp bodoslamadan bahçeye girdi…

- sürecek -      

dizin    üst    geri    ileri  

 



 35 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  otuz temmuz iki bin on sekiz   / 29