İçinde bastıramadığı arzularından dolayı Temmuz ayının sıcağına rağmen
dışarı çıktı. Kapıdan çıkar çıkmaz sıcak havanın bunaltısıyla yüz yüze
geldi. Bir an geri dönmeyi düşündü sonra vazgeçti. Otobüs durağına doğru
yürüdü, gölgeler bile sıcaktı. İnsanlar bir an önce gidecekleri yere
ulaşıp sıcağın etkisini daha da arttıran şehrin caddelerinden kurtulmak
istiyorlardı. O ise nereye gideceğine karar verememişti. Dün akşam, son
sayfalarını okuyup bitirdiği bir kitap, ruhunda devinimler yaratarak
kafasını allak bullak etmişti. Hiçbir şey bilmediğine, bilmediklerini
gidermek için daha fazla bilgi edinmeye karar vermişti. Sabah olur olmaz
ilk işi ona kim olduğunu sorgulatan, içinde arayışlar uyandıran her türlü
kaynağa, bilgiye, yere ulaşmak olacaktı. Benliği çorak topraklar gibi
kavruluyor ve ruhunun çölüne bir damla su arıyordu. Bir an önce o
susuzluğu gidermek için arayışını gerçekleştirmeliydi. Bir yerlerde, onun
gibi düşünen, ruhunun derinliklerine seslenen birileri ya da birkaç tümce
onu bekliyordu. Arayıp bulacaktı.
Önce bildiği kitapevlerini dolaştı. Birkaç kitap ilgisini çekti
sayfalarını karıştırdı, benzerleri kendi kitaplığının raflarında
bulunduğundan kitapları reyonlarındaki yerine bıraktı. Aradığı kelimeler
yoktu, sayfalardaki kelimeler hep aynı şeyleri söylüyordu. O sayfalarda,
satırlardan çıkarak ruhuna işleyecek çığlıkları, rüzgârları ve
dokunuşları duyumsatacak kelimeleri bulamadı. Kitapçıların arka
sokaklarında bir zamanlar onları tutan ellerin terk ettiği başka ellere
uzanan eski kitapların bulunduğu sahaflara doğru yöneldi. Oralarda
arayışını tamamlayabilirdi. Birkaç sahaf dükkânında oyalandı. Eskimiş
kitap kokularını içine çekti. Bu kokuyu seviyordu. Yığınlarla sayfaları
sararmış, ciltleri hırpalanmış, içleri karalanmış, bazılarının hayat
damarı olan sayfaları eksilerek can çekişmekte olan veya ölmüş kitaplara
baktı. İçi burkularak kimisinin sayfalarına kimisinin ciltlerine dokundu.
Ruhunun acıdığını, içindeki sevginin parmak uçlarından onlara yayıldığını
duyumsadı. Bir başka dükkâna geçti. Burada diğerlerinden daha fazla kitap
vardı ve çoğu gruplandırılmıştı. Belli ki bu işi yapan bilgili biriydi.
Bir saatten fazladır kitapların arasındaydı. O süre içinde birçok müşteri
gelip gitmişti. O ise aradığını bulamamış ve umutlarını tüketmek
üzereydi. Kitap yığınlarının arkasında kalın bir perde aralandı, burnunun
ucuna düşmüş gözlüğünün üzerinden yaşlı bir adam ona bakıyordu. Yaşlı
adam elinde tuttuğu kitabı onun göreceği şekilde yukarıya kaldırdı ve
diğer eliyle gelmesini işaret etti. İncecik uzun boynunun üzerindeki
başını eğerek çağrıyı onayladı. Yaşlı adam arkasını dönerek kalın
perdenin arkasında kayboldu. Onun arkasından perdeyi aralayarak içeri
girdiğinde yine kitaplarla dolu cılız bir ışığın aydınlattığı odaya
girdi. Yaşlı adam odanın bir köşesinde yer alan masanın yanında onu
bekliyordu. Elinde hâlâ o kitabı tutuyordu. Masanın üzerinde ise
divitler, uçlar, kalemler ve açık bir el yazması kitap duruyordu. Mistik
bir ortamdı.
Yaşlı adam gözlüklerinin üzerinden bakarak,
- Bunu arıyorsun. Aradığın bunun içinde.
Elinde tuttuğu kitabı genç adama uzattı. İncecik boyunlu adam şaşırdı;
onun aradığı, ruhunda devinimlere neden olan konuları, aradığı
kelimeleri, içine düştüğü susuzluğu nereden biliyordu? Yarı şaşkın yarı
heyecan içinde elini kitaba doğru uzattı. Aranılan bilgilere,
düşüncelerin döküldüğü seslere, tümcelere, satırlar üzerinde geçirilen
zamanlara, belki de gerçek öykülerin anlatıldığı her biri ayrı bir yaşam
olan kitaplara dokunan parmakları şimdi içeriğini bilmediği ona uzatılan
kitabı tutuyordu. Dün gece bitirdiği son sayfayla tüm ruhunu derinden
etkileyen duygular tekrar onu içine çekmişti. Bir kurgunun içinde
yaşadığını duyumsadı. Olanlara anlam verememenin şaşkınlığıyla yaşlı
adama bakıyordu. Ne diyeceğini bilemedi.
-Ama! Ama ben şey….
-Teşekkür etmen gerekmiyor. O seni bekliyordu. Senin o.
Yaşlı adam, yüzünde görevini yerine getirmenin mutluluğu ile masanın
önündeki iskemleye oturdu. Sanki az önce o odada hiçbir şey olmamış gibi
davranıyor, önündeki el yazmasıyla ilgileniyordu. İncecik uzun boyunlu
adam yaşlı adamın arkasında bir süre duraksadı ama bir şey demeden odadan
çıkarken, yaşlı adamın sesini duydu;
-Gölgenden ayrılma!
Elindeki kitapla dükkândan çıktı. Kalbi deli gibi atıyor ve aklı karma
karışıktı. Bir an önce kitabı okumak için kendine uygun bir yer aradı.
“Baş döndürücü bir buhur kokusu merdivenlere kadar ulaşıyordu. Birer
ikişer hızlı adımlarla merdivenleri çıkarak girişteki büyük kemerin
önünde durdu. İncecik kırılacak bir dal gibi boynunu önce sağa çevirdi,
aradığının o yönde olmadığına karar vermiş olmalı ki başını yukarı
kaldırdı. Kapının üzerine kazınmış yazıları okudu; 'Güneş batmak
üzereyken gölgeler erdeme secde eder. Kim olduğun gölgende gizlidir.'
Tekrar tekrar okudu. Batmakta olan güneş sütunların arasından büyük
salona günün son gölgelerini armağan ediyordu. Gölgelerin arasından her
bir gölgenin ulaştığı son noktayı inceleyerek yavaş yavaş ilerledi.
Gölgelerden bir tanesi büyük salonun sonundaki merdivenlerle birlikte
aşağıdaki karanlığa doğru uzanıp kayboluyordu. Gölgeyi takip ederek
merdivenlere yöneldi. Aslında o gölgenin nereye uzandığını biliyor ama
her seferinde günün o saatlerinde aynı şeyi yapıyordu. Onun için bir
çeşit kutsal andı. Yanından geçen rahibi selâmladı. Rahip selâmına
başıyla karşılık verirken bir taraftan elindeki buhurdanlığı sallayarak
tüm salonun içine yayılmasını sağlıyor diğer taraftan da günün bitmek
üzere olduğu bu saatlerde dualar okuyarak tapınağı kutsuyordu. Rahip,
incecik boyunlu adamı uzun zamandır tanıyordu. Tapınağa ilk geldiğinde,
dokuz on yaşlarında bir çocuktu. Yasak olmasına rağmen annesi onu
tapınakta doğurmuş ve kurallara göre şehirden sürülmeleri gerekirken, bu
olaya tanık olan tapınak rahiplerinden birinin olayı gizleyerek onu o
yaşa kadar bir yakının yanında büyütmesi ile şehirden uzaklaşmamıştı.
Sonra da eğitim görebilsin diye tapınak kütüphanesinde ona görev
vermişti. Böylece kitaplar ve içlerindeki bilgilerle büyüdü. Kimi zaman
günlerce kütüphaneye kapanır ve sürekli kitap okur, kimi zaman oradaki
kitapların bakımını yapardı. Bazı zamanlarda ise kendisi bir şeyler
yazardı. Bilgiye, öğrenmeye olan ilgisi her geçen gün artıyor ve onu
arayışlar içine sürüklüyordu. Arayışları sonucunda birçok doğru bilinen
yanlışı görmüş nedenlerine ulaşmaya çalışmış. Çoğunlukla sonuç alamamış
ama yine de vazgeçmemişti. Bu tutkusu onu 'Beşyüzler Meclisi'ne kadar
götürecekti.
Merdivenlerden indiğinde buhur kokusu yerini kitapların kokusuna
bırakmıştı. Yüksek kitap raflarının arasında küçük bir pencereden sızan
ışığın altındaki masaya yanaştı. Masada mürekkepler, kamış kalemler,
fırçalar, uçlar ve bir takım kağıtlar duruyordu. Kağıtların arkasındaki
kitap yığınlarının içinden bir kitap çıkardı. Kitabın üzerinde
'Epidauros’un Gölgeleri' yazıyordu. Kapağını açtı, sedir yağı sürülmüş
sayfaları çevirdi tamamlanmamış bir sayfaya is mürekkebine batırdığı
kamış kalemiyle 'sizin anladığınız anlamda ne göklerde olup bitenlerle ne
de yerin altında olanlarla uğraştı. O gölgelerle çarpıştı.' Kalemi
bıraktı bir tarafta duran küçük bir kâğıt parçasına uzandı. 'O hiç bir
şey bilmediği halde bildiğini sanıyor ben ise bilmiyorum ve bildiğimi de
sanmıyorum. Bilmediğimi biliyorum.' diye yazdı. Yazdığı kâğıdı
katlayarak kitabın sayfaları arasına koydu.
-Olduğum gibi kalmalıyım, diye mırıldanarak kütüphanenin raflarına doğru
yürüdü. Küçük pencerelerden gelen ışığın oluşturduğu gölgeler yerini
karanlığa bırakmıştı.”
Elindeki kitap ile bir süre avare gibi dolaştı. Sonra ağaçların
gölgelediği bir duvar gördü. Oturmak için uygun bir yerdi. Hiç düşünmeden
duvara doğru yürüdü sırt çantasını bıraktı, oturduğu yerin sakinliği ve
yalnızlığı hoşuna gitmişti. Yaşadıklarının baş döndürücü etkisiyle
kitabın adına bakmak dahi aklına gelmemişti. Kitabın üzerinde
“Epidauros’un Gölgeleri” yazıyordu. Sayfalarını şöyle bir karıştırdığında
yere küçük bir kağıt parçası düştü. Eğilip yerden kağıdı aldığında
üzerindeki yazıyı gördü; “O hiç bir şey bilmediği halde bildiğini sanıyor
ben ise bilmiyorum ve bildiğimi de sanmıyorum. Bilmediğimi biliyorum.”