Çamura bulanmış ayaklarını otlara sürdü. Otların ıslaklığı üşüyen
ayaklarını daha da üşüttü. “Çamurlu mu kalsaydı?” diye düşündü. Elleri de
buz tutmuştu. Üzerinde yakasının düğmeleri olmayan bir kazak ve içinde
yakasız bir gömlek ile dizlerinin hemen altında biten kir ve çamurdan
rengi belli olmayan eteği, her şeye rağmen hala onu taşıyan bir çift
bacağı örtüyordu. Uzun zamandır yıkanmadığından ve taranmadığından
rastalaşmış saçları masum bakışlarındaki donuk maviliği kapatmıştı.
İlerilere doğru, ışığın yükseldiği yere baktı. Gözlerini kapadı. Soğuk
kış güneşinin parlak ışığına yüzünü uzattı. Sıkıca kapadığı göz
kapaklarından, ışık içinin derinliklerine nüfuz ediyor, oralarda kayıp
olan bir yerleri arıyordu. Kirpiklerini araladı, parlaklık yerini
kızıllığa ve tekrar parlaklığa bıraktı. Gözlerini kırpmadan güçlü parlak
ışığa bakıyordu. Yaşadıklarına tanık olan gözlerini güçlü ışığın kör
etmesini istiyor ve bir daha baktığında karanlıktan öte bir şey görmek
istemiyordu. Gece gibi olmalıydı gözlerinin gördüğü dünyası, gecenin
karanlığı kadar dürüst, aldatmayan, gerçekçi. Işık hep renkler sunmuştu,
aldatıcı renkler, karanlıkta anlamı olmayan, ondan bir şeyleri almayan
renkler. Sevindi! İsteği gerçekleşiyordu. Işık yerini karanlığa
bırakırken gözleri artık ışığı görmüyordu. Soğuk havada az önce ısınan
yüzü tekrar soğudu. Aldandı! Işık gözünü örten karanlığa rağmen hala bir
yerlerden gözüne ulaşıyordu. Gözlerinin önündeki karanlığın kaynağı olan
karaltı hareket ettikçe yayılan ışık, vücudunu buz kütlesine çeviriyor,
bedeni soğudukça varlığının içinde yok oluşa sürükleniyordu. Sert bir
kabuk! Bahçelerinde zaman zaman gördüğü kaplumbağalar gibi kalın bir
kabuğunun olmasını istiyordu. Kimsenin tenine dokunamayacağı, ürktüğü
zaman içine saklanacağı kalın bir kabuk. Oysa ne kadar korumasızdı. Tek
yapabildiği içinin derinliklerine dönmek, onun için artık olmayan zamanı
geçiştirmekti. Çünkü onun zamanı aynı devinim içinde dönüp dolaşıp
kaplumbağa olmak istediği anlara ulaşıyordu. Sarmal! İçinde kendisini
koruyacak bir yerler aradı. Ruhunun bedeninden ayrıldığı o yolda buldu
kendini. Yol ışıkla kesişen bir tepeye uzanıyordu. Koştu, koştu, tepeye
vardı. Düşünmeden kendini aşağıya doğru bıraktı. Şimdi o tepenin
üzerinden aşağılara yuvarlanıyordu. Yuvarlanırken zihninin
derinliklerindeki her şeyde onunla beraber sarmal şeklinde
yuvarlanıyordu. Bu beraberliğin içinde bir yerlere yürüyüp giden bir
kafile de vardı. Onlara yetişmek istiyor ancak hep bir boşlukta
yuvarlanıyordu. Boşluk onu içine çekerken o kafilenin arasından geçip
gidiyor, başka kafile ile karşılaşıyor ve başka kafileler, hepsi algıdan
uzak. Tutunamadı! Başı dönüyor, bütün görüntüler birbirinin içinde ve bir
birinden karışık. Ellerini, tutunmak için boşluğa doğru uzatıyor
tutunacak hiç bir nesne bulamıyordu. O zaman aidiyetsizliğini fark
ediyor, tekrar karanlığına geri dönüyordu. Boğazında düğümlenen bir
hıçkırık, kulaklarında annesinin feryadı.
“Gökyüzü griden de gri ama siyah değildi. Gün karaydı ama gece değildi.
Ellerinde taşıdıkları valizleri, omuzlarında çantaları. Ayakları
sürüklenerek ilerliyordu. Gitmiyordu adımlar, daha hızlı yürümeleri
gerekirken yavaşlıyorlardı, sürekli yavaşlıyorlardı. Yorgunluk çökmüştü
üzerlerine tıpkı günlere çöktüğü gibi.
-Günlerden ne?
-Perşembe.
-Dün perşembe değil miydi?
-Değildi.
-Yanlışın var.
-Yok yanlışım. Dün istasyonun yanından geçerken gelecek trenin cuma günü
geleceğini ve iki gün bekleneceğini yazıyordu.
-Günler geçmiyor.
Yaşlı adam bir an aklından şüphe etti. Oğlu yanılmıyordu. İki gün
beklemek yerine hareket halinde olmayı tercih ettiler. Çok az bir mesafe
kalmıştı kurtulacakları sınıra. Sürekli yürüyorlardı. Yıldızlı gecede
tepelerindeki yıldızlar gibiydiler. Hareket halinde ama durağan. Bir çok
tanıdık köye uğramadan, geçip gittiler. “O köylerde kalanlar leş bekleyen
akbabalardan farklı değildir” diyordu yaşlı adam. Bazen bir iki aile
bazen dört beş aile oluveriyorlardı. Kimisi başka yollara sapıyor, kimisi
başka yollardan kafileye ekleniyorlardı. Yeni düşmeye başlayan yağmur
damlaları gibi bir azalıyor, bir çoğalıyorlardı. Hüzün anları, umut
gelecekleri olmuştu. Bir dilim ekmeği paylaştıkları gibi aynı ekmeği
sakladıkları oluyordu. Toprağın gökyüzüne küstüğü coğrafyada bir oraya
bir buraya savrulan dikenler gibiydiler. Birbirlerine dokunduklarında
yaşamları birbirlerini acıtırken çıkan her sert rüzgarda birden ayrışıp
etrafa dağılıyorlardı.
-Hey siz durun!
Rüzgarla savrulan diken yumakları dertop olup iç içe girdiler.
Gökyüzünden üzerlerine şimşekler çakmaya başladı. Çakacak bir yıldırım
sonları olabilirdi. Yorgun bedenlerine son güçlerini verdiler. Yaşamları
umut ettiklerini yakalamadan bitmemeliydi. Karşılarında asker desen asker
değil, eşkıya desen eşkıya değil, bu ülkenin insanları da değillerdi.
Karşılarında garip giysili bir takım oluşturamayacak sayıda çapulcu
duruyordu. Gözleri av yakalamış çakal kızıllığında, duruşları kartal
çevikliğinin karasındaydı. Gölgeleri ağır ağır üzerlerine çöküyor, zar
zor toplayabildikleri gücü emiyordu. Tükenmiş nehirlerin bataklığında son
nefesini veren balık misali ağızları bir açılıp bir kapanıyor ama sesleri
çıkmıyordu. Çelik gibi soğuk ve güçlü eller annesinin yanından önce onu
sonra abisini çıkarıp aldı."
Çocuk! Gözleri ilk defa ışığa engelleniyor ve tüm renkler kayboluyordu.
Güçlü eller bedenini uzaklara götürürken annesinin feryadı kulaklarında
yankılandı. Ayrılık! Zaman karanlıkla birlikte kayboldu. Ne zaman ki ışık
gözlerine tekrar dolmaya başladı, zaman gerçeklerle yeniden ortaya çıktı.
Göç! Küçücük bedeni cinsiyet ayrımına ulaşmadan ışığın getirdiği renkler
gerçeklerin acımasızlığını tanıttı. Annesinin elinden tutarak başladığı
göç şimdi içinde devam ediyor ve tüm duyguları tanımadığı duygularla yer
değiştiriyordu. Yitirdiği duygular geri gelmemek üzere renklerin arasında
ruhundan göç ediyordu. Tayf! İçinde yaşadığı göçlerle bildiği tüm renkler
gök kuşağı olarak yeryüzünden çekildi.
Gerçek dedikleri zihnin bir köşesine yerleşen edinilenlerin görülen ile
birleşmesi değil miydi? Hangisi gerçeğiydi? Aylar önce belki de yıllar
önce, kaybolup giden ailesi ya da duyguları mıydı? Zaman tekrarların
içinde ilerliyordu. Tıpkı akreple yelkovanın saat üzerindeki hareketi
gibi gerçekler zamana sürekli tekrar yaptırıyordu. İnanmak! Tüm inançları
gibi var oluşa ve zamana olan inancını da yitirdi.
Ayakları buz tutmuştu, dizlerini bacaklarını hissetmiyordu. İstemsizce
kayan eli, ölü katılığındaki bedenine dokundu. Ölüm! Soğuk, buz gibi
büyük bir vidayla onu ıslak topraklara vidalıyorlardı. Gerçekle yalan yüz
yüze, yüzsüzce etrafına yayıldı. Ölü katılığındaki bedeninden uzaklaşıp
kaçmak istedi. Çırpındı! Islak ve soğuk toprakların üzerine düştü. Işık,
üzerinde ileri geri hareket eden karaltının etrafından yüzüne ulaşıyor
onu ısıtmak istiyordu. Yalancı!
Sınırları geçtiler kalan beş on kişiyle. Tekrar! Çocuklarıyla birlikte
gelecekleri yok edilenler gerçekleri arkalarında bırakarak yeni
topraklara adım attıkları anda başka topraklarda kafileler sınırlara
doğru ilerliyordu. Yaşam! Göç kendi gerçekleriyle gerçekleşirken, göç
edenler sınırların içerisinde renklerini kaybeden çocukların
karanlıklarında kayboldular.