Negri’de Diyalektikten Kaçış ve Bir Paradoks Olarak Fakirlikten Armağan’a (Aşk’a) Geçiş
Bilişsel Emekten Postmodern Süreksizliğe
Biliyoruz ki Frankfurt okulundan bu yana, Postmodern Süreksizlilik
savunucuları bugünkü dünya sistemi ve iktidar birliğine karşı yalnızca
eleştirel tutumlara yetinmeyip yeni bir direniş-iktidar politikası ve
ontolojik bakış geliştirdikleri iddiasını sürdürüyorlar.
Antonio Negri, Michael Hardt ile birlikte yazdığı İmparatorluk ile
belirginleşen postmodern durumun tahlillerinde idealizmin uzağında
kalmaya çabalarken varlığa içkin özdekçi bir metafiziğe doğru kayışın
devam eden kavramlarını 2004–2005 yılları arasında Paris’teki
Uluslararası Felsefe Koleji’nde verdiği bir dizi konferanstan sonra
Porselen Yapımı adlı kitapta toplanmıştı.
. Başlarken modernlikle postmodernlik arasındaki süreksizliği, sonrasında
biyo politikanın doğuşuna dönmek için vurguladık, bu süreksizlik artık
her türlü politik-felsefi izleğin yüzleşmesi gereken yeni dolayımdır.
(Porselen Yapımı sf: 18)
Negri’nin bugünden söz ederken modern ötesi ya da postmodern olarak
nitelendirdiği durum Marksistlerin diyalektik sıçrama ve süreklilik
içinde kavramlaştırdıkları; emperyalizmin yeni formları olan malileşme ve
küreselleşme sürecinden başka bir alan değil. Bu alanda ise, sermayenin
sınır içi- küresel dolaşım, birikim, sömürü süreçlerindeki doğasal
(kendisi için) hareketinin ve emeğin biçimleri/ artık birikim
süreçlerindeki etkilerinin tarihsel uğraklar açısından temel belirleyici
unsurlar olduğu biliniyor.
Post modern kuramcılar uzun bir süredir, Marksizm’in bilimsel yönteminden
çıkan kavramları alt üst ederken; emeğin yeni örgütleniş biçimlerinden
feyiz almakta, artığın birikme şeklinin söz konusu değişiminden dolayı
Marx’ın emek-değer kuramının güncelliğini yitirdiğine vurgu yapmaktalar.
Bu tarihsel değil zamansal tespitlerin çıkarımlarına göre, toplumsal iş
gücünün maddi (meta) üretime dayalı olarak örgütlendiği önceki homojen
yapının bozulmasıyla bugün toplumsal mücadeleye dair işçi(proleter)
sınıfının, özgürleşme mücadelesinde tarihsel öncü rolü kalkıyor. Artık
tek tip bir ideolojiden (sosyalizm) bahsedilemez. Peki, yeni ortaya çıkan
yapıda neler vardır? Meta üretiminin dışındaki her tür bilişsel/düşünsel
ücretli emek. Negri, bunların ne olduğuna derinlemesine girmemiş olsa da,
genel açımlamalardan hizmet sektörünü, ev içi kadın emeğini; sanat,
fikir, bilim, teknoloji, sigorta, bankacılık, denetleme gibi duygusal,
bilimsel, iletişimsel ve bilişsel farklı çabaları gerektiren her tür
emeği kastettiğini anlıyoruz. İşte, tüm bu emeğe dair evrimsel gelişme
post modernlerin, bugün farklı dinamiklerin ontolojik talepleriyle kendi
öznellik üretimlerinden yeni bir radikal politik inşa ve kurucu iktidar
oluşturabilecekleri -her ne kadar ontolojik olduğu belirtilse de
pragmatik bir sistem incelemesiyle sınırlı- ekonomik dayanakları. Bu
farklılaşmadan yola çıkarak tespit ettikleri kavram ise sınıfsal bakış
açısı yerine çokluk; ve bu çokluğun kendini amaçları açısından muğlak bir
örgütsel düzeyde inşa edeceği, ortak alan.
Politik ve demokratik öznellik üretiminin içeriği böylece radikal olarak
bir biçim almaktadır: Artık ortak bir zemin, toplumsal ilişkilerin
maddeselliğinde öteden beri var olan önceden belirli bir hedef bulmak
değil değil, aksine –ve öncelikle-tekillikleri ortak olan içinde bir
araya getirecek dinamiği kurmak gerekiyor. (...) Bu, bireysel ihtiyaçtan
demokratik topluma sevk eden bir ihtiyaçtır.
(Porselen Yapımı, Antonio
Negri, Monokl, 2013 2007 sf 179)
Maddi emeğin, “artık değer (sermaye) birikimi içindeki payının azalması
ve fiziki olarak ölçülemeyen bilişsel emeğin (düşünsel, bilişsel,
duygusal) artışı tarihsel diyalektik ilerleyiş açısından bir süreksizlik
tespitidir Negri’ye göre. Toplumu yeni farklılıklarla ( kendi tespitiyle
kesinlikle ekonomik belirlenime dayanarak) donattığına ve klasik işçi
sınıfı tarihe gömüldüğüne göre, diyalektik ve sıçramalı bir ilerleyiş
yerini yatay farklılıkların, birbirleriyle kesişen tarzda- fakat doğası
gereği asla özdeş bir yapı olamayacak- aynı andaki -ve sürekli gelişip
yenilenen- ontolojik politik inşalarına bırakmıştır.
O halde ileriye hedef olarak taşınacak ortak değerler bütününden,
idealardan söz edilemez ve sosyalizm tarzı ütopyalara bel bağlanamaz.
Deleuze Foucault ve Spinoza Dayanaklı Yapı Söküm ve Mutlak Demokrasi
Yeni post modern dönemde, bu farklı bireysel ihtiyaçlar meselesi;
Deleuze’cü bir bakışla pozitif fark ontolojisine dayanarak öznelliğin
politik üretiminden Negri’nin kavramıyla çokluğun/ ortak olanın inşasına,
yine Negri’nin kitapta kullandığı şekliyle mutlak demokrasiye geçişi
zorunlu kılan emeğin ve demokrasinin gerekli somut savunusuna dönüşüyor.
Negri’ye göre monarşik rejimlerin türevi olan ve Bir’in hegemonyasını
sürdüren tüm eski rejimlere ki buna “geniş burjuva demokrasisi” ve
“sosyalizm” de dâhil savaş açılmalı, kopuş sağlanmalıdır. Artık yaşamın
içinde varlığın mevcut biyo-politik deneyiminde mutlak demokrasiyi inşa
etmenin ya da geçmenin gerilimsel imkânları art zamansal biçimde
doğmuştur.
“Bu geçiş, bazı modern kavramların katılığıyla postmodern canlı güçleri
karşılaştırdığı için oldukça çarpıcıdır. Bu noktada hiçbir sorumluluk
etiğine, yani önceden var olduğu kabul edilen bir ortaklığın değerlerine
saygıya bel bağlama imkânı yoktur. Postmoderne doğru geçişte sorumluluk
(ve onu takip eden etik davranış) kriz ve yeniliği ikisinin de zorunlu
olduğunun açık bilinciyle göğüslenmelidir. Bu karşılaşmadan kaçış mümkün
değildir.” (Porselen Yapımı sf: 18)
Negri hem aşkınlığa karşı çıktığı hem mutlak demokrasiyi savunduğu bu
paradoksal açıklamalarında, Foucault’un biyo- iktidar, biyo-politika
kavramlarından; Deleüze ve Guattari’nin pozitif fark ontolojisi ve
tikellikler kavramlarından ve Spinoza’nın yoksunluk- kudret işbirliği ve
güç inşasına dönük çalışmalarından çıkarımlar yaparak postmodernitenin
yeni politik dilini oluşturduğu iddiasını güdüyor.
“ (...) Fakat tıpkı emek zincirinin doğrudan sömürüsüne karşı bir
zamanlar fabrikalarda mücadele eden işçiler gibi, bugün de bütünüyle
emeğe koşulmuş bir toplumda çokluklar (multitude) başkaldırıyor.
Kıyılardan biyo-iktidar bloğunun merkezine geçiş ve direnişin ontolojik
bir güce dönüşmesi tam olarak Foucault’yla Deleuze arasında gerçekleşti.
(Porselen Yapımı sf: 33)
Foucault’un toplumsal hayatın iktidar ve sermaye tarafından en geniş
kapsanışını ifade eden biyo –iktidar kavramı, bir biyo -politik karşı
iktidar kavramının potansiyelleriyle birlikte var olur. Fordist faaliyete
kadar devam eden emek sermaye ve devlet üçgenindeki sömürü disiplinine
dayanan belirgin saflaşma, post modern dönemde toplumsal hayatın ve insan
bedeninin çok yönlü denetimsel, ölçümlü kapsanmasına evrilir. İktidar
artık sadece işçi ücretlerini belirleyen, grevlere müdahale eden, sınıf
mücadelesini baskılamaya dönük tedbirlerle, yasaklarla yaratıcılığını
sınırlayan bir varlık değil, aynı zamanda nüfus denetiminden, bebek ölüm
oranlarına, cinsel etkinliğin düzenlenmesinden, eğitimdeki performansa,
konuttan sağlık detaylarına kadar tüm hayatın biyolojisine, canlılığına
karar veren, kontrol eden bir organizmadır. Sermaye, canlı emeğin tüm
biçimlerine (maddi, zihinsel, bilişsel, duygusal, dilsel) burada elbette
Marx’a dayandırılarak emek üretkenliğini baz alan verimlilik
teknolojileriyle el koyan bir yapıdır. Ve toplum yalnız maddi emeğin
üretildiği proletaryadan değil hizmet ve bilişsel alana dağılmış çok
farklı öznelliklerden oluşur.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere emeğin toplumsal örgütlenişindeki bu
çeşitliliğinin farklı direniş imkânlarını beraberinde getirdiği somutun
bir tespitidir fakat Negri tarafından sınıf ya da ücretli emek yerine
çokluk olarak ifade edilen bu kavramın içinde bir araya gelen
tekilliklerin ontolojik farklılıklarının ne olduğunu bir karmaşadır.
Örneğin software üreten işçi ile bir çağrı merkezinde çalışan işçi ya da
kayan bir banttaki kutuya bir işlemci monte eden işçi arasında Negri’ye
göre, ortak ilkesel değerler ve talepler programında bir araya
gelmelerine engel ne gibi ontik farklılıklar vardır? Neden geleceğe dair
ortak bir amaca, fikre bel bağlamasınlar? Peki ama, onların
yoksunlukları, talepleri ve arzularındaki ayrımlar nelerdir? Mesela
birisi balık, diğeri tavuk severse bu emek faaliyetinin özgürleşmesi
hedefinde ve politikasında nasıl bir öznellik yaratır? Ya da şöyle
söyleyelim: farklı emek işlerinde çalışan insanlar (ücretli emek), biyo-iktidar
karşısında sahip oldukları çeşitlilik ve zenginlik imkanlarından kendi
direniş biçimlerini oluştururken ve güç inşa ederken Negri’nin deyimiyle
“mutlak demokrasiyi kurma” süreçlerinde neden özdeş bir program ve
strateji etrafında bir araya gelemeyecekler?
Negri bundan kaçınmak için kitap boyunca diyalektiği ve Marksizm’i de
aynı potada eleştirerek erekselci düşünceye savaş açıyor. Sanki Marksizm
düşünceyi, varlıktan ve maddi belirlenimlerden koparan, öznel idealizme
hapseden bir kategoriymiş gibi. Negri’nin burada, Marx’ın, canlı emeğin
tespiti ve kapitalizm eleştirisine dayanan emek-değer kuramından yola
çıkarak emeğin biçimsel değişimindeki süreci; postmodern politikanın
gerçekliğine dönük bir süreksizlik ve belirlenim olarak tespit etmesi;
asıl olarak Marksizm’i ontolojiye dair canlı bir politika/bilim ve bir
yöntem bilim olarak bize hediye eden yabancılaşma kuramını dikkate
almaması ise gerçekten şaşırtıcıdır.
(...) Artık ortak bir zemin, toplumsal ilişkilerin maddeselliğinde öteden
beri var olan, önceden belirli bir hedef bulmak değil, aksine-ve
öncelikle-tekillikleri ortak alan içerisinde bir araya getirecek dinamiği
koymak gerekiyor. Dolayısıyla “aşağıdan yukarıya”, mutlak ihtiyaçtan
mutlak armağana doğru, her zaman hem ontolojik hem maddi olan güzergahlar
üzerinden bir geçiş, bir ilerleyiş lazım. Aslında biz burada, Spinoza’nın
–modernliğin doruğunda- eş zamanlı olarak tasvir ettiği bu süreci –postmodernliğin
doruğunda-artzamanlı bir hale getirmekten başka bir şey yapmıyoruz: Bu,
bireysel ihtiyaçtan demokratik topluma sevk eden harekettir. (...)
(Porselen Yapımı,
sf: 179)
(...) Zira fakirlik kısaca, varlığın mümkün bir çoğalmasına doğru bir
açıklığı, gerilimi ifade eder. (...) Nitekim çokluk yapmaya bir
devamlılık yani felsefe için kuramsal, hareketler için entelektüel ve
militan bir devamlılık kazandırmamıza yardım edecek olan tam da budur.
Çünkü ortak olan bize şimdi “içeriden” biçimlenen (ve diyalektik şemaya
indirgenmeyip bir yeniden düzenlenme makamı olarak kendini ortaya koyan)
bir dinamiğin ürünü olarak görülmelidir. Bu aslında aşkın fakirlikten
yola çıkan hareketinin devingen biçimidir. (Porselen
Yapımı, sf:
177)
Fakirlikten Aşka
Negri yukarıda, Spinoza’yı kendine dayanak alarak “fakirlik” ya da
yoksunluk kavramından yola çıkmayı yeğliyor. Farkı toplumsal
dinamiklerdeki toplu çıkış imkânlarını, direnişi ve birbiriyle
işbirliğine girmeyi koşullayan şeyin bireydeki bu yoksunluk hali ve keder
duygusunun bizzat kendisi olduğu şüphe götürmez. Buradaki Deleüze’cü
sorunlu bakış; öznelliklerin her birinin kendine özgü bedenler olarak
başkalaşırken ve çokluğu kurarken bu çabadan organik veya özdeş bir
bütünlük yaratılmayacağı yargısı. Deleuze ağaç biçimli düşünce diye
imgeleştirdiği batı metafiziğini eleştireceğim diye hepten maddeci
tarihsel diyalektiğin düşmanı kesilmiştir. Bedenlerin (öznelliklerin,
farklı dinamiklerin) var oluşlarının/tutkularının ve çokluklarının
diyalektik açıdan süreksiz olup yalnızca yeniden düzenleme makamı olarak
çokluk yapmaya bir süreklilik kazandırdığı; mutlak demokrasinin
radikallik adına bu kavrama sığdırıldığı düşünülürse sınıfsız bir toplum
söylemi ve tasarısı temelsiz bir şemaya indirgenmiş oluyor.
Varlığın sürekli öznellikler olarak üretileceğini savlayan bu görüş;
paradoksal olarak üretimsel etkinliğin içinde emeğin hiçbir durumda
aynılaşamayacağını yani emeğin bütünsel bir biçimde özgürleşemeyeceğini
bize söylediğine göre mutlak demokrasi kavramı baştan ayağa kendini
yanlışlamaktadır. Marx’a göre beslenme, giyinme, barınma, üreme gibi
ihtiyaçlar maddi güçlerimizdir, ontolojik bir fark barındırmaz; bunların
karşılanma farkları, Negri’nin deyimiyle fakirliği/yoksunluğu, üretim
ilişkilerindeki dolayımıyla sınıfsal bir sonucu bildirir. Zihinsel
güçlerimiz ise çoğunlukla kısıtlanmıştır ve türsel özelliğimiz ortadan
kaldırılmıştır. Bu durumda ihtiyaçlar ve farklılıklar ontik olarak
ayrışmadığı gibi mutlak da değildir (Tarihsel olarak insan doğası ve
ihtiyaçları da değişir çünkü) sınıfsaldır ve insandan kopuk şekilde
üretilmiş metalar olarak insanın/sınıfın gerçek arzularına
yabancılaşmıştır. Farklılık olarak ortaya konan tüm diğer
kültürel/ekonomik kimlikler ve formlar emeğin yabancılaşmış biçimleridir.
İster maddi, ister bilişsel, düşünsel, duygusal emek olsun hepsi emeğin
sonuçlarına karşı aynı yabancılaşma, ondan ayrışma, dışlanma ve sömürü
halidir ve bu yoksunluk duygusunun; en bastırılmış, en alçaltıcı halidir
ki ücretli emeğe tabii insanlar arasında herhangi bir ontolojik
farklılığa değil aynılık duyumsamasına yol açar. O halde tamamen
tarihsel/diyalektik belirlenimlere dayanan emek üzerindeki bu tahakkümü
kaldıracak ve sınıfsız toplumu başaracak bir ortak politik inşa sürecinin
kendiliğinden imkanlarının olduğu da su götürmezdir. İşte bu yüzden
mutlak demokrasi kavramı; emeği hali hazırda biriken- biriktiren bir
mekanizmayı sonlandıran bir etiğe, sorumluluğa sahip olmadığı sürece
safsatadan başka bir söylem değildir. Farklı kimliklerin, öznelliklerin,
tutkuların tespiti ve kendini damarlar halinde inşa edişi Marksist
bilimin ışığında ontolojiye dairdir ve gereklidir, fakat bunun diyalektik
belirlenim ve örüntülerle yoluna devam ederek sınıfsız, “demokrasisiz”
kendi kendini doğrudan düzenleyen özgür bir yönetişim toplumuna devrimci/
sosyalist/komünist bir süreklilikle gideceği de açıktır.
Sözü son olarak ABD’li Marksist felsefeci ve siyaset bilimci Bartell
Ollman’a bırakalım.
(...) Bugün solda konumlananların pek çoğunun yazılarına bir “gelecek
korkusu” sinmiş olmasıdır. Peki ama sosyalizm anlayışının eşlik etmediği
bir eleştirel kapitalizm analizi neye benzer? Böyle bir analiz
kapitalizmin nasıl işlediğini tarif eder, kimin, ne kadar “kafasının
ezildiğini” gösterir, bunu ahlaki açıdan mahküm eder, elde daha iyi bir
şey olmadığı için reformist çözümler öne sürer ve bu çözümlerin artık
işlemediğini anladığında da umutsuzluğa ve kinizme sürüklenir. Tanıdık
geliyor değil mi? ( Diyalektik Nedir? sf:
27 )