Gözleri büyümüştü. Sanki gözlerini dikip baktığı karanlıktan bir işaret
gelecekmiş gibi kıpırdamadan öylece duruyordu. Etrafta arada bir sokaktan
geçen köpeklerin yürürken çıkardıkları çakıl seslerinden başka hiç bir
ses yoktu. Bende öylece ona bakıp bir şeyler söylemesini bekleyerek
susuyordum. Sanki bütün dünyanın dertlerini sırtında taşıyormuş gibi
derin bir iç çektikten sonra; zoraki ağzından bir cümle duyuldu:
“Onu hala çok seviyorum.”
Belki de benim ona soru sormamı bekliyor olabileceğini düşünerek; “Neden
aramıyorsun? diye sordum. Bu sorum üzerine bir çöl sessizliğini bile
kıskandıracak derecede bir sessizlik aldı başını gitti. Bu zaman
diliminde insanlar öldü, insanlar sevişti, insanlar ağladı, biz hala
susuyorduk. Bu uzun hissi veren kısaca vakitten sonra nihayet cevap
gelmişti;
“Bilmiyorum! Sanırım onsuz yaşamaya alışmaya başladım. Artık varlığı da
yokluğu da bir. Ben zaten her halükarda onda yaşıyorum. Ama sesi yok,
gözleri yok, nefesi yok… Bütün bu eksikliklere rağmen o halen var. Her
yerde, her şeyde halen var. Ya da vardı bilemiyorum.”
- Özlemiyor musun?
“Bir önemi yok. Zira onun hayatında zor zamanlar dışında aklının ucuna
bile gelmiyorum. Kendimi uzun zaman aralıklarında ihtiyaç duyulan, evde
olması da pek mühim olmayan bir eşyaya benzetiyorum. Yokuşta olduğu
zamanlarında beni sadece bir dayanak olarak görmüştü. Ben ona onca güzel
şey söylerken o bana sadece ona iyi geldiğimi söylüyordu. Ben bu cümleden
onlarca anlam çıkarmaya çalışıyordum. Her zerrem onunla doluydu, her
şeyim onu söylüyordu, dilim, yüreğim, ruhum… Ama ben ona sadece iyi gelen
bir varlıktım.”
- Bunlara rağmen onu hala sevdiğini söylüyorsun ama.
“Hiçbir şey elimde değil. Onu benim aklımdan silebilecek tek şey nefret!
Bunu kendisi de daha önce söylüyordu. Kendinden nefret ettirecek şeyler
yapmış olmasına rağmen ben ondan halen nefret edebilmiş değilim. Ama
sonun başlangıcına geldiğimi söyleyebilirim. Onu aramayışımın bir diğer
sebebi; onunla her konuşmanın sonunda onun hakkında daha da kötü
düşünmeye başlıyor olmam. O artık eski o değil ve ben eski o’nu şimdiki o
ile kirletmeyi istemiyorum. O artık başka biri. O artık yok.”
Bu sözlerinin üzerine yine aynı suskunluk hükmünü sürmeye başladı.
Söylediklerini düşünüyordum ama nedense kalbinin ve dilinin farklı şeyler
söylediğine kanaat getiriyordum. Zira sözleri ağzından zoraki çıkıyor
gibiydi. Bu denli onu sevmesine rağmen değer görmemiş olması onun ağrına
gidiyordu. Bunu kimi zaman anlattıkları ile kimi zamanda mırıldandığı
şarkılar ile hayli belli ediyordu. Acep onun için neler yapmıştı? Onun
kendisini sevmesi için çabalamış mıydı? Sevgi çaba ile olacak bir şey
miydi? Aklımda bu ve bunlara benzer sorular dolaşırken birden; “Onun için
ne yaptın?” diye sordum.
“Onu sevdim. Onu çok sevdim. Her şeyden çok.”
- Sadece bu mu?
“Bunu küçümsüyor musun? Bak dostum bu zamanda bir insanı sevmek kolay mı
sanıyorsun? Bu çağda bir insanı sevmek ve ona inanmak dünyayı yeniden
yaratmak kadar zor. Belki benim abartıyor olabileceğimi düşünüyor
olabilirsin. Ama artık kimse sevmiyor, sevemiyor, sevilmiyor. Samimiyeti
yitirdik. Çoğunluğu yalan dolan dolu çıkar ilişkilerinden oluşan bir
zamandayız ve bu her iki cins için de artık öyle. Mesela sevilen taraf,
sevginin gerçekten bu kadar temiz olduğuna inanamıyor. Seven belki de
kendini yeterince ifade edemiyor. Ve bu iki insan zamanla bir birine
kalıcı manevi zararlar vermeye başlıyorlar. Sonucunda da ortaya bu çağın
vebaları diyebileceğimiz; güvensizlik, samimiyetsizlik gibi durumlar
çıkıyor. Ben o vebalardan kendimi hep korumaya çalıştım. İnsanlarla
beraber ama onlara benzemeden ve onlardan uzak yaşadım. Ben onu sevdim,
ona inandım. Ama o onlardan biri olmayı tercih etti.” Sustu.
Yine o sessizlik… Yoldan geçen bir araçtan gelen müzik sesi bu sükuneti
bozdu. Onun dalgın halini seyrederken kulağımı müziğe verdim; “sen iyi
bilirsin ben en çok seni sevdim / seni sevdim / seni sevdim…” *
diye bir şarkı çalıyordu. Zaten sonrasını duyamadan araç uzaklaşmıştı ve
kulağıma gelen sesler anlaşılırlığını yitirmişti. Bir yandan aklımda bu
cümle dönüyordu bir diğer taraftan da bana son söylediklerini
düşünüyordum. Ne kadar da haklıydı. Meğerse biz öldüğümüzün farkında bile
değilmişiz. Sevgiyi bilmeyen, yaşamayan bir insanın insanlara ve doğaya
faydası olmayan kurumuş bir ağaçtan ne farkı vardı ki? Hiç!
Dakikalar geçmişti ama o halen susuyordu. Bense anlattıkları ile kendi
kendimle hesaplaşıyordum. Sakince söylediği bu cümleler nasıl bu kadar
ağır olabilirdi? Beni nasıl bu kadar derin bir buhranın içine itebilirdi
anlayamıyordum? Zaten onun bu sevgisini de anlamıyordum. Bana göre bu bir
sevgiden ziyade bir saplantı olmalıydı. Kurtulmak istemediği bir
saplantı. Onu yaşamak; bütün gözyaşlarına ve canının yanmasına rağmen
kendisine zevk veriyor gibiydi. Bir diğer taraftan sevmek hakkında
söylediklerini düşünüyordum. Böyle düşününce de kendimi suçlamaya
başlıyordum. Yoksa ben sevginin ne olduğunu bilmiyor muydum? Ben kalpsiz
bir adam mıydım? Benim hislerim yok muydu? Bu güne kadar onlarca kızla
sevişmiş olmam ve hiç birini özlemiyor oluşum bunu doğrular nitelikteydi.
Bunları düşünürken benimde dalıp gittiğimi çok sonraları fark etmiştim.
Kafam yorulmuştu. Canım sıkılmıştı. O çok üzgündü. Ama onun için
yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
* Kesmeşeker'in
Insülin adlı albümündeki En Çok Seni şarkısında geçen bir bölüm.