ÖYKÜ

Serkan Atay  





 

Çağımızın Hastalığı


Gözleri büyümüştü. Sanki gözlerini dikip baktığı karanlıktan bir işaret gelecekmiş gibi kıpırdamadan öylece duruyordu. Etrafta arada bir sokaktan geçen köpeklerin yürürken çıkardıkları çakıl seslerinden başka hiç bir ses yoktu. Bende öylece ona bakıp bir şeyler söylemesini bekleyerek susuyordum. Sanki bütün dünyanın dertlerini sırtında taşıyormuş gibi derin bir iç çektikten sonra; zoraki ağzından bir cümle duyuldu:

“Onu hala çok seviyorum.”

Belki de benim ona soru sormamı bekliyor olabileceğini düşünerek; “Neden aramıyorsun? diye sordum. Bu sorum üzerine bir çöl sessizliğini bile kıskandıracak derecede bir sessizlik aldı başını gitti. Bu zaman diliminde insanlar öldü, insanlar sevişti, insanlar ağladı, biz hala susuyorduk. Bu uzun hissi veren kısaca vakitten sonra nihayet cevap gelmişti;

“Bilmiyorum! Sanırım onsuz yaşamaya alışmaya başladım. Artık varlığı da yokluğu da bir. Ben zaten her halükarda onda yaşıyorum. Ama sesi yok, gözleri yok, nefesi yok… Bütün bu eksikliklere rağmen o halen var. Her yerde, her şeyde halen var. Ya da vardı bilemiyorum.”

- Özlemiyor musun?

“Bir önemi yok. Zira onun hayatında zor zamanlar dışında aklının ucuna bile gelmiyorum. Kendimi uzun zaman aralıklarında ihtiyaç duyulan, evde olması da pek mühim olmayan bir eşyaya benzetiyorum. Yokuşta olduğu zamanlarında beni sadece bir dayanak olarak görmüştü. Ben ona onca güzel şey söylerken o bana sadece ona iyi geldiğimi söylüyordu. Ben bu cümleden onlarca anlam çıkarmaya çalışıyordum. Her zerrem onunla doluydu, her şeyim onu söylüyordu, dilim, yüreğim, ruhum… Ama ben ona sadece iyi gelen bir varlıktım.”

- Bunlara rağmen onu hala sevdiğini söylüyorsun ama.

“Hiçbir şey elimde değil. Onu benim aklımdan silebilecek tek şey nefret! Bunu kendisi de daha önce söylüyordu. Kendinden nefret ettirecek şeyler yapmış olmasına rağmen ben ondan halen nefret edebilmiş değilim. Ama sonun başlangıcına geldiğimi söyleyebilirim. Onu aramayışımın bir diğer sebebi; onunla her konuşmanın sonunda onun hakkında daha da kötü düşünmeye başlıyor olmam. O artık eski o değil ve ben eski o’nu şimdiki o ile kirletmeyi istemiyorum. O artık başka biri. O artık yok.”

Bu sözlerinin üzerine yine aynı suskunluk hükmünü sürmeye başladı. Söylediklerini düşünüyordum ama nedense kalbinin ve dilinin farklı şeyler söylediğine kanaat getiriyordum. Zira sözleri ağzından zoraki çıkıyor gibiydi. Bu denli onu sevmesine rağmen değer görmemiş olması onun ağrına gidiyordu. Bunu kimi zaman anlattıkları ile kimi zamanda mırıldandığı şarkılar ile hayli belli ediyordu. Acep onun için neler yapmıştı? Onun kendisini sevmesi için çabalamış mıydı? Sevgi çaba ile olacak bir şey miydi? Aklımda bu ve bunlara benzer sorular dolaşırken birden; “Onun için ne yaptın?” diye sordum.

“Onu sevdim. Onu çok sevdim. Her şeyden çok.”

- Sadece bu mu?

“Bunu küçümsüyor musun? Bak dostum bu zamanda bir insanı sevmek kolay mı sanıyorsun? Bu çağda bir insanı sevmek ve ona inanmak dünyayı yeniden yaratmak kadar zor. Belki benim abartıyor olabileceğimi düşünüyor olabilirsin. Ama artık kimse sevmiyor, sevemiyor, sevilmiyor. Samimiyeti yitirdik. Çoğunluğu yalan dolan dolu çıkar ilişkilerinden oluşan bir zamandayız ve bu her iki cins için de artık öyle. Mesela sevilen taraf, sevginin gerçekten bu kadar temiz olduğuna inanamıyor. Seven belki de kendini yeterince ifade edemiyor. Ve bu iki insan zamanla bir birine kalıcı manevi zararlar vermeye başlıyorlar. Sonucunda da ortaya bu çağın vebaları diyebileceğimiz; güvensizlik, samimiyetsizlik gibi durumlar çıkıyor. Ben o vebalardan kendimi hep korumaya çalıştım. İnsanlarla beraber ama onlara benzemeden ve onlardan uzak yaşadım. Ben onu sevdim, ona inandım. Ama o onlardan biri olmayı tercih etti.” Sustu.

Yine o sessizlik… Yoldan geçen bir araçtan gelen müzik sesi bu sükuneti bozdu. Onun dalgın halini seyrederken kulağımı müziğe verdim; “sen iyi bilirsin ben en çok seni sevdim / seni sevdim / seni sevdim…” * diye bir şarkı çalıyordu. Zaten sonrasını duyamadan araç uzaklaşmıştı ve kulağıma gelen sesler anlaşılırlığını yitirmişti. Bir yandan aklımda bu cümle dönüyordu bir diğer taraftan da bana son söylediklerini düşünüyordum. Ne kadar da haklıydı. Meğerse biz öldüğümüzün farkında bile değilmişiz. Sevgiyi bilmeyen, yaşamayan bir insanın insanlara ve doğaya faydası olmayan kurumuş bir ağaçtan ne farkı vardı ki? Hiç!

Dakikalar geçmişti ama o halen susuyordu. Bense anlattıkları ile kendi kendimle hesaplaşıyordum. Sakince söylediği bu cümleler nasıl bu kadar ağır olabilirdi? Beni nasıl bu kadar derin bir buhranın içine itebilirdi anlayamıyordum? Zaten onun bu sevgisini de anlamıyordum. Bana göre bu bir sevgiden ziyade bir saplantı olmalıydı. Kurtulmak istemediği bir saplantı. Onu yaşamak; bütün gözyaşlarına ve canının yanmasına rağmen kendisine zevk veriyor gibiydi. Bir diğer taraftan sevmek hakkında söylediklerini düşünüyordum. Böyle düşününce de kendimi suçlamaya başlıyordum. Yoksa ben sevginin ne olduğunu bilmiyor muydum? Ben kalpsiz bir adam mıydım? Benim hislerim yok muydu? Bu güne kadar onlarca kızla sevişmiş olmam ve hiç birini özlemiyor oluşum bunu doğrular nitelikteydi. Bunları düşünürken benimde dalıp gittiğimi çok sonraları fark etmiştim. Kafam yorulmuştu. Canım sıkılmıştı. O çok üzgündü. Ama onun için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.



* Kesmeşeker'in Insülin adlı albümündeki En Çok Seni şarkısında geçen bir bölüm.


dizin    üst    geri    ileri  





 18 

 SÜJE  /  Serkan Atay  /  yirmi yedi temmuz iki bin on yedi   / 23