ÖYKÜ

Naim Kandemir   





 

SEN DE BİZDENSİN!


Ne yapıp edip üniversitelerinde okurken tanıştıkları şehre geri döndüler. O zamanlar arkadaşlarının bile “olmaz, tutmaz,” dedikleri asansörsüz bir binanın üçüncü katında kitaplı bir kafe açtılar. Şimdi biliyoruz ama, o zamanlar pek olmayan kitaplı bir kafe.

Kafenin duvarlarına edebiyatçıların portre fotoğrafları ve kitap kapakları çerçevelenerek asılmış. Hele bir de, içindeki şiiri haftada bir değiştirdikleri bir şiir çerçevesi var ki; al oraya koydukları şiirleri, yap bir antoloji, günde beş vakit oku.

Kafe, yazarların, şairlerin, edebiyatçıların uğrak yeri.Sık sık da ücretsiz etkinlikler yapılıyor. Etkinlikler dini tören gibi; çıt çıkmıyor izleyicilerden, etkinlik sırasında yiyecek içecek servisi haşa!

Üniversite öğrencileri nerdeyse orada çalışmak için üste para verecekler. Kafeci adam günlük beş liraları biriktirip haftalık olarak çalışanlara öderken ekliyor: “dikkatli harcayın!” Ki o haftalık, çalışanların dişlerinin kovuklarına gitmez.

Kafecinin eşi, on beş yıl sonra tekrar merak sarmış okumaya; gündüzleri ikinci üniversitesine gidiyor. Adam hep orada ama yalnız değil; Beyaz köpeği yoldaşı. Kafeciyi tanıyanlar tanıyor da tanımayanlar da Ekşi Sözlük’ ten okuyup daha da merak ediyorlar bu kısa boylu kel adamı. Kel adam, kendisinden beklenmeyecek derecede güzel müzikler seçip çalıyor kafede. Nerden bulduysa, Farid Farjad’ı Ankara’ya o duyuruyor.Çaldı mı onun cd’lerini kafedekiler transa geçiyor.

Kafe bir kültür ortamı olduğu kadar; yalnızların, dışlanmışların, kaybedenlerin, madunların da âdeta sığınma noktası gibi. Kafeci ve eşi sol damardan geliyor zaten. İnsanlıktan yana gönülleri geniş. Bu yüzden gay ve lezbiyenlerin haftada bir yaptıkları toplantıya da ev sahipliği yapıyorlar. Yalnız, kafede çalışan gençler o toplantılarda sipariş alma işini kafeci abilerinin yapmasını istiyorlar. Eh, iş başa düşünce alıyor bizimki siparişleri. Ya bitkisel çay ya meyve suyu içiyorlar.Yiyecekleri de fiks; ya sosisli sandviç ya da sucuklu tost. Kafeciye göre ne; isteyen istediğini yer, içer…

Kafenin kapısında yazıyor: Açılış 10.00- Kapanış:21.00. Müdavimler bunu bildiğinden çaylarının, kahvelerinin son yudumlarını 21.00’a göre ayarlıyorlar hep.Bilmeyenler ise öğreniyor; saat 21.00 oldu mu Beyaz köpek kafenin ortasına gelip başlıyor havlamaya. Önce tek tek ve sakin, oturmaya devam eden olursa sinirli ve seri şekilde havlıyor. O da işini yapıyor. Nasıl yapmasın; kafecinin, mutfakta takım elbiseli, kravatlı, döpiyesli şık şık bürokrat arkadaşları dairelerinden zinciri kırıp ellerinde nevalelerle atmışlar kendilerini Kızılay’ın ortasındaki bu vahaya.Kimi meze yapıyor, kimi içkileri soğutuyor.Son müşteri de uğurlandıktan sonra kafeci, eşi, arkadaşları, çalışanlar kurdukları imece sofraya çöküyorlar, Beyaz köpek de dâhil.

Herkes oturunca, bir nevi müzik organizatörü olan Turgay, her akşam yanında getirdiği müzisyeni içeride akordunu tamamladıktan sonra sofraya davet ediyor.Turgay, müfettiş ama kendisi ve herkes biliyor ki o da yanlış meslek seçimi kurbanlarından. Müzik, şiir, şarap, aşk kulvarı olmalıymış ama yine iyi ki burası var; soluk alıyor insan. Fena da olmuyor, onun sayesinde her akşam; keman, saz, cümbüş, ut, kanun gibi müzik aletlerinden birini dinleyip söylüyor herkes topluca.

Kafede yapılan etkinlikler kültür sanat ağırlıklı ama 8 Mart’ın yeri ayrı tabii.Gitar ve yan flüt ikilisinden güzel bir dinletiden sonra etkinliğe grup olarak gelmiş feministlerden bir kadın günün anlam ve önemine ilişkin bir konuşma yapmaya başlıyor. Keşke uzun sürmese… Altmışını çoktan geçmiş, saçları aklaşmış bir şair abi ücretsiz dağıtılan Bozcaada şaraplarını hızlıca dikmiş kafaya ki sık sık konuşmayı “Hava gazı bunlar, hava gazı!” diyerek bölüyor. Etme şair abi, sık dişini, yaşın ilerlemiş; kalbin kaldırmaz senin bunca saplanacak kirpiği! Kafeci bakıyor olacak gibi değil. “Bunun şekeri fırlamış yine,” diye mırıldanarak eline aldığı bir çerez tabağını uzatarak hava gazcı şair abisini markaja alıyor.

Müfettiş Turgay, taş plak koleksiyonu olan bir arkadaşıyla, “klarnete üflediğinde zırıl zırıl ağlatır herkesi,” dediği klarnet ustası bir arkadaşını ayarlamış önceden. Etkinlik repertuarı zengin.Sıra Turgay’ın memleketinden getirttiği çocukluk arkadaşı Rasim’de. İki gramofonunu ve o gün için seçtiği onlarca taş plağını masanın üzerine yerleştirmiş. Ön sıraya dizilmiş feminist grubun önünde boncuk boncuk terleyerek Hafız Burhan’dan başlayıp, Dede Efendi’den, Sadettin Kaynak’tan, Neşe Can’dan, Zeki Müren’den, Münir Nurettin Selçuk’tan, hüzzamdan, uşşaktan, nihaventten derken hem bilgi veriyor, hem çalıyor. Her seferinde plakları kadife silgisiyle silip, gramofonların iğnelerini değiştiriyor.Türk Sanat Müziği olunca şarap tüketimi hızlanıyor. Hâkim Uğur, memleketine inat fevkalade centilmen; ağzında kırmızı gülle özellikle kadın konuklara hürmetle kadehleri sunuyor, ara ara da Rasim’in feminist grubun önünde heyecandan durmayan terlemesine çare olmaya çalışıyor.

Rasim, kırılgan ve titiz birisi.Herkes görüyor bunu orada.Taş plaklarına, gramofonlarına nasıl incelikle, sevgiyle davranıyor. Birçok anne baba çocuğuna böyle davranmaz. Zaten bu yüzden taa Sivas’tan arkadaşının özel otomobiliyle kalkıp gelmişler. Rahatlık kendileri için değil, taş plaklar ve gramofonlar otobüsün bagajında örselenmesin diye. Tabii arabada yer olunca arkadaşı Şener, klarnet ustası bir arkadaşını da almış yanına, “Gel hele, şu zavallı Ankaralıların halini bir görelim,” diye.

Rasim’in çaldığı plaklardan nerdeyse dinleyiciler komaya girmiş, duygu komasına.Gece yarısını geçmiş vakit hızlıca. O arada orta yaşlı feminist hanımlardan biri fırlıyor Rasim’in yanına; “ Rasim bey sizi çok sevdim, izin verirseniz öpebilir miyim?” diye sorunca Rasim şaşırıyor; nasıl şaşırmasın? Sivas’ta böyle şeyler olmaz tabii ki.Demek ki başkentte oluyormuş; Rasim hemen toparlanıp yanağını uzatarak “bence sakıncası yok, tabii ki öpebilirsiniz hanımefendi,” diyor, ama Uğur zor yetişiyor alnında sel olan terini silmeye.Ardından sırayı klarnet ustası Şemsettin alıyor.Mübarek öyle bir üflüyor ki, ne üfleme; dinleyenler ciğergâh oluyor, kalpler yırtılıyor, gece yırtılıyor.Bunlar iyi de apartman yıkılıyor sesten.Kafenin kapısı zangırdıyor.Yalan yok, nefesi pek güçlüymüş.

Çok geçmeden alt katta oturan apartman yöneticisi kadın ve kocası kafenin kapısını yumrukluyorlar; başka türlü de duyuramazlar ki kendilerini. Adam hımbıl ama karısı şirret mi şirret; evlerden ırak! Kim korkar böyle bir gecede yöneticinin tehditlerinden? Hele bizim klarnetçi hiç takmıyor; peşlerinden, sanki körükle üfler gibi ‘anca gidersin‘ havası çalıyor! Klarnet sesi ezan sesine, mum ışıkları güneş ışıklarına karışırken herkes birbirine sarılıp öpüşüp evinin yolunu tutuyor.

***

Bir hafta sonra kafeye belediye zabıtaları doluşuyor. Beyaz köpek sürekli havlıyor zabıtalara.Kafeci alıyor mesajı; bir musibet var bunların gelişinde, yoksa Beyaz böyle delice havlamaz; tanıyor köpeğini.Öyle de oluyor.Yönetici şikâyet etmiş ve gelen ekip de ellerindeki tutanağa bir sürü şey yazıp kafeyi mühürlüyorlar.Kafeci, Beyaz yoldaşını alıp kafasında ne yapacağını hesap ederek iniyor apartmanın merdivenlerinden.

Acilen çözüm bulması lazım ki kafe açılsın.Yoksa, bütün emekler boşa gidecek.Kafenin müdavimlerinden Zelal, hukukta okuyor, çok cevval bir kız, hem çalışıp hem okuyor; ben hallederim diyor.Patronu belediyede açma-kapama işlerine de bakan başkan yardımcısını tanıyormuş.Alıyor randevuyu, birlikte gidiyorlar belediyeye.Temizinden bir saat bekletiliyorlar başkan yardımcısının kapısının önünde “toplantıda,” denilerek.Sonra bir görevli gelip alıyor ikisini içeriye. Kafeci bakıyor; adam tek başına odada; ‘kendiyle toplanmış’ diyor içinden. Oturun diyen yok, kendileri oturuyorlar sehpanın iki yanındaki koltuklara.Zelal, patronunun selamını iletip, meramlarını kısaca anlatıyor başkan yardımcısına. Başkan yardımcısı diyorum ya, siz bakmayın öyle dediğime; adam, genelkurmay başkanı gibi oturuyor. Hangi dağları yarattıysa? Gastritli birinin yüz ifadesiyle soruyor kafeciye:

“Sen ne iş yaparsın?”

Kafeci rahatsız oluyor daha ilk kelimesinden; “sen” diyor… Ya sabır çekip başlıyor kafenin özelliklerini anlatmaya ve “… bir nevi kültür faaliyeti…” diye bitirirken sözünü, başkan yardımcısı önündeki dosyanın içindeki kağıtları karıştırarak yüzünde bir iğrenti ifadesiyle; “Bilirim ben sizlerin kültür faaliyetlerini!” diyor.Kafeci sehpanın üzerindeki kalın cam küllüğe bakıp dudaklarını ısırıyor.Zelal uyanık kız; hem ayağına basıp hem de kolundan tutuyor kafecinin.“Gidebilirsiniz,” lafıyla sersemlemiş bir vaziyette çıkıyorlar odadan.Şimdi ne oldu?Niye geldik, ne halloldu?Kös kös çıkıyorlar belediyeden.

***

Bir gün daha geçiyor.Kafeci çok sevdiği ve hep yanında olan şair Rüştü abisini arıyor.Kendi özeli için bir şey talep etmeyi hiç istemese de fakülte yıllarından arkadaşı olan diğer başkan yardımcısı Gürsel’e gidiyorlar birlikte. Rüştü abi sadece şair değil, hoş sohbet, tam bir hayat adamı. O da Gürsel’in arkadaşı. Gürsel, ikisini de çok iyi karşılayıp hatta fırça da atıyor: “Niye direkt bana gelmediniz?” diye. Çaylar, kahveler içildikten sonra Gürsel, “O arkadaşı arıyorum şimdi,” deyip telefonu tuşluyor.

“Sen benim arkadaşımın kafesini mühürletmişsin, senden şikâyetçiyim, benim 78’den beri arkadaşım…”

Gürsel, bizimkilere göz ederek konuştuğu telefonun hoparlörünü karşı tarafa hissettirmeden usulca açıyor.

“Senin arkadaşın ama sen bile bilmiyorsun; adam top’muş. Karşısında açılan eşcinsellerin kafesinin de asıl patronu oymuş. Hiç beklemezsin di mi; mülayim, efendi görünüşlü, kel; bir de kültür adamıymış… Önümde kabarık bir dosya var. Hem Ankara’dan hem de burada okuyan çocukların memleketlerindeki ana babalarından şikâyet dilekçeleri var. Okuyayım bazılarını bak, bana inanmıyorsan onların yazdıklarını dinle:

‘O kısa boylu, kel kafalı adam; ahlaksızlık yuvası kafenin gizli sahibiymiş. Çoluk çocuğumuzu biz okusun diye Ankara’ya gönderdik.’

‘Bu nasıl başkent? Kızılay’ın ortasında çocuklarımız zehirleniyor.Emniyet, polis yok mu?Bunlara nasıl müsaade ediliyor?Belediyenizden bu bataklığın kurutulmasını arz ediyoruz.’

‘Siz belediye olarak halletmezseniz, ana baba olarak yollara mı dökülelim?’

Başkan yardımcısı muzaffer bir ses tonuyla:
“Duydun mu Gürsel? Daha ne küfürlü şikâyetler var. Okursam aklın şaşar! Sen de arkadaşını iyi tanı! Kardeşim, adam bildiğin ibne işte! Sen de mi ibne savunucusu oldun Allah aşkına?”

Gürsel gülmesini tutarak;
“He vallah, doğru söylüyorsun; o ibneler şimdi yanımda; biri yaşlı, biri daha genç, senin yanına gelen!”

Rüştü abi celallenip;
“Lan oğlum ne oluyor, ne iş bu?”
diye sorarken kafeci sinirle ayağa kalkıp telefonun hoparlörüne eğilerek;
“Muavin efendi! Madem bu işler bu kadar kolay; şimdi ben de gidip, senin de bizden olduğunu Yüksel caddesinde basın açıklamasıyla herkese bildireceğim! Hadi bakalım, o zaman nereni mühürleyeceksin?”

Telefonun karşı tarafındaki başkan yardımcısı titrek bir sesle;
“Gürselciğim, ne diyor bu arkadaşın? Deli mi ne? Olur mu öyle şey?”

Gürsel gülmesini tutarak;
“Delirttiniz lan adamı! Valla bu dünya etme bulma dünyası! Artık sen düşün!”

“Tamam tamam, ben dosyayı tekrar incelerim; zaten, apartman yöneticisi getirmişti…”


2016


dizin    üst    geri    ileri  

 



 33 

 SÜJE  /  Naim Kandemir  /  yirmi yedi temmuz iki bin on altı   / 16