FOTOĞRAF / METİN

Semih Özcan   







İÇİMDEKİ ‘ÖTEKİ’ : TARLABAŞI /  7 (SON BÖLÜM)



‘’İSTANBUL BÜTÜN GÜZEL KENTLERLE UYAKLIDIR’’

İstanbul’u bu sözlerle tanımlıyor Ece Ayhan, ‘Yeni Defterler’inde. Ve şunu da ekliyor, aynı kitabında:‘’ Tarih yüksekçe bir yere çıkılınca görülebilecek bir şey değil.’’

İşte İstanbul’un güzelliği burada gizli. O ‘uyak’ aslında diğer kentlerle değil, kendi içindeki estetik uyumla olan uyaklığı ve bu güzellikleri tepeden bakarak görmeye çalışmak değil, yaşayarak tarihe dönüştürmek.

Son dönemlerde Taksim’den başlayarak İstanbul’un ‘taşlaşmaya’ başladığını gördükçe hele bir de bununla dalga geçer gibi kimi arabaların tepelerine, alt geçitlerin duvarlarına ‘yeşillik ve çiçekler’ ekildikçe Dünya yeraltı mafyasının ünlü adı Al Capone’un o meşhur sözü de hücrelerimi güldürmeden duramaz:

‘’Çiçeklere bayılırım. İster demet halinde, ister çelenk halinde, bütün çiçeklere biterim.’’

İstanbul üzerine şimdiye dek okuduğum belki de en iyi saptamayı yapanlardan biri de dünyanın ünlü mimar ve kent planlamacılarından Le Corbisier’ye ait. Le Corbusier, ‘Şark Seyahati’ kitabında diyor ki
(T.İş Bankası yay., s.61):

‘’Pera, İstanbul, Üsküdar: Bir Teslis.’’

İşte İstanbul’un uyağı bu. Bundan güzel bir saptama olamaz. İstanbul bölgesi Osmanlı saltanatını, devleti imliyor. Üsküdar bundan farklı. Saltanatın dışında kalan Müslüman kesimi içeriyor. İslami sivil yaşam burada kendini buluyor, devletten farklı olarak kendi geleneksel yapısını örüyor. Pera’ysa başlıbaşına Avrupa’ya ve bu yolla farklı düşüncelere, muhalif söylem biçimlerine, yeniliklere açılan kapıyı gösteriyor. Ve üçünün kaynaşması İstanbul estetiğini, İstanbul’un kutsanan kent kimliğini ortaya çıkarıyor.

‘’Şehirleri tıpkı kitapları okuduğumuz gibi okumalıyız” der ya Victor Hugo. Sanki bu söz de biraz İstanbul’u tanımlar gibidir. Ancak, Enis Batur “Alternatif Aydın” kitabında
(s.168) bu söze bir parantez açmaktan da geri duramaz:

‘’ ‘İstanbul kitabı’ biraz çetrefil bir hikayeyle örülmüştür. Bir sokağına ‘Keman’, bir diğerine ‘Pürtelaş’ adını verebilen bir şehri okunaklı kılmak için, kim bilir daha nice düş toplamak gerek.’’

Tarlabaşı bizim düşlerimizin üretildiği yerdi. Orada, her kesimden, her kökenden insan ortak bir ütopyanın altyapısını örüyorlardı. Bu noktada, yöneticiler kadar bizlerin de suçu var. Benim bu yazının başında Oktay Ekinci’nin kişiliğinde Mimarlar Odası’na yönelttiğim eleştiri aslında hepimiz için geçerliydi: Tarlabaşı yıkılırken biz neredeydik?

İstanbul’da oturan, İstanbul’a yolu düşenlerimizden Beyoğlu’nda gezmeyen yoktur. Büyük çoğunluğumuz Çiçek Pasajı’nda, Nevizade’de içkisini yudumladı. Kaçımız Tarlabaşı’na içmeye gitti? Sayısız sinema, tiyatro, kültür merkezi, kafetarya, sergiler açıldı Beyoğlu’nda. Kimin aklına böyle bir mekanı Tarlabaşı’nda açmak geldi? Ürktük ondan. Güzellikleri Beyoğlu’nda yaşamayı seçtik. Oysa bize o güzellikleri yaşatanların çoğu, bundan önceki bölümlerde de bol bol örneğini verdiğim gibi Tarlabaşı’nda oturuyordu. Ürktüğümüz, korktuğumuz insanlarla Tarlabaşı’nda kırk yıllık dostluklar kurduk.

Yıkılırken de yanında değildik Tarlabaşı’nın. Oysa o yıkıma karşı durabilseydik bugün Taksim böyle olmayacaktı. Bölgenin güzelliği Gezi’ye kadar gerilemeyecekti.

‘Sanatın Gerekliliği’nde Ernst Fisher ‘’Kral Midas dokunduğu her şeyi altına çevirmişti; kapitalizm de her şeyi ‘meta’ya çevirdi’’ der.

İstanbul’un tarihini yaşayarak yeniden oluşturmak; güzelliğine ulaşan bir uyağı olmak; kısacası onu okuyabilmek için bizim metaya değil düşlere gereğimiz var. O düşler de Tarlabaşı’nda üretiliyor. Mutfak orası.



                                                                          
dizin    üst    geri    ileri  

 



 29 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi yedi temmuz iki bin on altı   / 17