İstanbul’u bu sözlerle tanımlıyor
Ece Ayhan, ‘Yeni Defterler’inde. Ve şunu da ekliyor, aynı kitabında:‘’
Tarih yüksekçe bir yere çıkılınca görülebilecek bir şey değil.’’
İşte İstanbul’un güzelliği burada gizli. O ‘uyak’ aslında diğer kentlerle
değil, kendi içindeki estetik uyumla olan uyaklığı ve bu güzellikleri
tepeden bakarak görmeye çalışmak değil, yaşayarak tarihe dönüştürmek.
Son dönemlerde Taksim’den başlayarak İstanbul’un ‘taşlaşmaya’ başladığını
gördükçe hele bir de bununla dalga geçer gibi kimi arabaların tepelerine,
alt geçitlerin duvarlarına ‘yeşillik ve çiçekler’ ekildikçe Dünya yeraltı
mafyasının ünlü adı Al Capone’un o meşhur sözü de hücrelerimi güldürmeden
duramaz:
İstanbul üzerine şimdiye dek okuduğum belki de en iyi saptamayı
yapanlardan biri de dünyanın ünlü mimar ve kent planlamacılarından Le
Corbisier’ye ait. Le Corbusier, ‘Şark Seyahati’ kitabında diyor ki
(T.İş Bankası
yay., s.61):
‘’Pera, İstanbul, Üsküdar: Bir Teslis.’’
İşte İstanbul’un uyağı bu. Bundan
güzel bir saptama olamaz. İstanbul bölgesi Osmanlı saltanatını, devleti
imliyor. Üsküdar bundan farklı. Saltanatın dışında kalan Müslüman kesimi
içeriyor. İslami sivil yaşam burada kendini buluyor, devletten farklı
olarak kendi geleneksel yapısını örüyor. Pera’ysa başlıbaşına Avrupa’ya
ve bu yolla farklı düşüncelere, muhalif söylem biçimlerine, yeniliklere
açılan kapıyı gösteriyor. Ve üçünün kaynaşması İstanbul estetiğini,
İstanbul’un kutsanan kent kimliğini ortaya çıkarıyor.
‘’Şehirleri tıpkı kitapları okuduğumuz gibi okumalıyız” der ya Victor
Hugo. Sanki bu söz de biraz İstanbul’u tanımlar gibidir. Ancak, Enis
Batur “Alternatif Aydın” kitabında
(s.168)
bu söze bir parantez açmaktan da geri duramaz:
‘’ ‘İstanbul kitabı’ biraz çetrefil bir hikayeyle örülmüştür. Bir
sokağına ‘Keman’, bir diğerine ‘Pürtelaş’ adını verebilen bir şehri
okunaklı kılmak için, kim bilir daha nice düş toplamak gerek.’’
Tarlabaşı bizim düşlerimizin üretildiği yerdi. Orada, her kesimden, her
kökenden insan ortak bir ütopyanın altyapısını örüyorlardı. Bu noktada,
yöneticiler kadar bizlerin de suçu var. Benim bu yazının başında Oktay
Ekinci’nin kişiliğinde Mimarlar Odası’na yönelttiğim eleştiri aslında
hepimiz için geçerliydi: Tarlabaşı yıkılırken biz neredeydik?
İstanbul’da oturan, İstanbul’a
yolu düşenlerimizden Beyoğlu’nda gezmeyen yoktur. Büyük çoğunluğumuz
Çiçek Pasajı’nda, Nevizade’de içkisini yudumladı. Kaçımız Tarlabaşı’na
içmeye gitti? Sayısız sinema, tiyatro, kültür merkezi, kafetarya,
sergiler açıldı Beyoğlu’nda. Kimin aklına böyle bir mekanı Tarlabaşı’nda
açmak geldi? Ürktük ondan. Güzellikleri Beyoğlu’nda yaşamayı seçtik. Oysa
bize o güzellikleri yaşatanların çoğu, bundan önceki bölümlerde de bol
bol örneğini verdiğim gibi Tarlabaşı’nda oturuyordu. Ürktüğümüz,
korktuğumuz insanlarla Tarlabaşı’nda kırk yıllık dostluklar kurduk.
Yıkılırken de yanında değildik Tarlabaşı’nın. Oysa o yıkıma karşı
durabilseydik bugün Taksim böyle olmayacaktı. Bölgenin güzelliği Gezi’ye
kadar gerilemeyecekti.
‘Sanatın Gerekliliği’nde Ernst
Fisher ‘’Kral Midas dokunduğu her şeyi altına çevirmişti; kapitalizm de
her şeyi ‘meta’ya çevirdi’’ der.
İstanbul’un tarihini yaşayarak yeniden oluşturmak; güzelliğine ulaşan bir
uyağı olmak; kısacası onu okuyabilmek için bizim metaya değil düşlere
gereğimiz var. O düşler de Tarlabaşı’nda üretiliyor. Mutfak orası.