MAKALE

Kenan Kalecikli   







ÜÇ AŞK BİR GERÇEK


Şeker Ahmet Paşa ile Kaya

Padişah 4. Mehmet'in en küçük kızı, güzeller güzeli Kaya, daha gencecik bir kızken Şeker Ahmet Paşa ile evlendirildi. Hülyalarının sahibini bekleyen Kaya, karşısında gür sakallı, yaşlı bir adam görünce çılgına döndü ve tam yedi yıl Paşa'yı eş olarak kabul etmedi, ona direndi. Yedi yılın sonundaysa yumuşadı ve bu birliktelik, Kaya'nın ruhunda fırtınalar koparttı; Şeker Ahmet Paşa'ya çılgınca âşık oldu. Kızı dünyaya geldiği zaman ise aşkı doruk noktasına ulaştı. Yirmi yedi yaşında ikinci çocuğunu doğururken öldü ama bu müthiş aşk yıllarca dilden dile dolaştı.


Hüseyin Batuhan ile Turan

Geride kalan biri 550 sayfa olmak üzere ortalama 100’er sayfalık otuz cilt günce, binlerce mektup... Her biri, aşka biyolojik ömür biçenlerin yanılgılarını yüzlerine vuran inci tanesi değerinde aşk pırıltıları... Evlendikten sonra yirmi beş yıl aynı evin içinde mektuplaştılar. Aşkın yazılı olmayan tarihine içli mektuplar kaldı.

Bir yürek belgeselidir Hüseyin Batuhan’la Turan’ın aşkı. Bir yaşam öyküsünden çok bir aşk öyküsüdür. Aşkı doğru yaşayan ve her biri ayrı ayrı efsaneleşen, ama çoğunu hiç tanımadığımız, tarihin içinden çıkıp gelen o tanıdık sesin tınısıdır.

Her yürekte değişik bir tatla bestelendikçe kendini üreten, aslında aynı ustanın elinden çıkmış gibi hiç bozulmadan uzayıp giden bir senfoninin ezgileridir biraz da...

(Hüseyin Batuhan, bu aşkı Bir Zamanlar Bir Turan Vardı adını verdiği kitapla ölümsüzleştirmiştir.)


Neruda ile Matilde Urrutia

“Neruda, belleklerde yer eden dizeleriyle ülkesinin sesini, kültürel zenginliğini taşıdı dünyanın dört bir yanına. 12 Temmuz 1904'te, Şili'nin Parral kentinde başlayan öyküsü, 11 Eylül 1973'te, Allende'nin bir darbe sonucu öldürülmesini izleyen günlerde, 23 Eylül 1973'te İsla Negra'da son buldu.

Onun şiire adanmış ömrü burada son bulduğunda, şiirleriyle yeniden doğuşun muştusunu veriyordu aslında. Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde dizesi, daha bir anlam kazanıyordu.

‘Benim yaşamım bütün yaşamlardan oluşmuş bir yaşamdır. Bir şair yaşamıdır,’ diyen Neruda'nın şiirle buluştuğu yıllar 1917-20'lere uzanır. Asıl adı Ricardo Neftali Reyes y Basoalto olan Neruda, 1920'li yıllarda, Çek yazar Jan Neruda'nın soyadını alarak, adını Pablo Neruda olarak değiştirir.

Çocukluğu yokluk ve yoksunluklarla geçer. Babası demiryolu memuru, annesi de ilkokul öğretmenidir. Doğumundan kısa bir süre sonra annesini kaybetmesi üzerine, babasıyla Şili'nin güneyindeki Temuco'ya yerleşir. Babası, burada, Trinidad Candia Merverde ile evlenir. İlk ve ortaokulu burada tamamlar Neruda. Temuca'da öğretmenlik yapan, 1945 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, şair Gabriela Mistral (1889-1957) ile tanışır. İlk şiir denemelerine de bu sıralarda başlar.

Neruda, sarsılmaz bir sevgi adamıdır. Eşi Matilde’yi evrensel bir sevginin üzerine özenle kurduğu aşkla sever.

Sayısız kez yinelenen sürgün ve kaçak yaşamında Matilde ile arasındaki aşk büyür: ‘Güşeşle rüzgârın kırbaçladığı kayaların arasındaki topraklarda, sanki insan eliyle yerleştirilmiş gibi, turistik etiketinizi üzerinizden atarak tanıyacağınız, kayıkları, küçük üzüm bağları, gösterişsiz ve çalışkan halkıyla bu gizli Capri, karşısında duramayacağınız bir büyüye sahiptir. Burada kısa zamanda her şeyle kaynaşır, bütün insanlarla dost olursunuz, bir faytoncu ya da kıyıda balık ağı ören kadınlar sizi tanır. Saklı ve yoksul Capri'yle burada bir bütün haline gelirsiniz. Ucuz şarabın ya da Capri insanlarının yediği zeytinin hangi dükkânda satıldığını da bilirsiniz.’

Bu aşkın kitabını bitirir. Kaptanın Dizeleri, gizlice Napoli'de basılır. Kitaptaki şiirleri sürgün yıllarında yazdıklarını içerir. Kitabın son kısmını Capri'de yazar, burada bastırır. Bu kitabının yayımlanmasından sonra, ‘Matilde'ye olan aşkım, Şili özlemim ve insanların tutkuları, daha sonraki yıllarda yazarının adı olmadan defalarca basılan bu kitabın sayfalarını doldurur,’ diyecekti.

Neruda, mutluluğu bulduğu aşkı Matilde’ye yazdığı bir sonenin sonunda şöyle seslenmişti:

    ‘Sevgimin iki canı var seni sevmeye
     bu yüzden sevmezken seviyorum seni
     ve bu yüzden severken seviyorum seni’


Matilde, bu müthiş aşkı Aşkım Neruda adlı anı kitabında uzun uzun anlatmıştır.


Cinselliğin kimyasını aşkın kimyası diye lanse ederek kendilerince aşka ömür biçenleri çürüten sayısız örnek verebilirim.

Her şeyden önce bilimin aşktan elini çekmesi gerekir artık. Çünkü oldukça komik yanlışlara düşüyorlar. Cumhuriyet gazetesinin bir dönem her cuma günü verdiği Bilim-Teknik ekinde ‘’Aşk Her Yerde’’ başlığında bir horoz ve tavuk görselindeki tuhaflık bir yana, bilimsel olduğu ileri sürülen yazı baştan-sona aşk söz konusu olunca bilimin gerçeği ne kadar ıskalayabileceğinin kanıtları olmaktan öte değer taşımıyordu. Primatların, böceklerin bile aşkı yaşayabileceklerini ileri sürebilen bu yazı baştan-sona içinde insanın hiç bulunmadığı, ilişkileri tensellikten öte göremeyen tuhaf bir anlayışın ürünüydü.

Eric Fromm başta olmak üzere Freud okulundan yetişen birçok ruhbilimci tarafından çürütülmüş argümanları tarihin çöplüğüne atma zamanı gelmedi mi? (Erich Fromm, Freud okulundan yetişmiştir ama Freud’u en ciddi eleştiren bilim insanıdır. Onun sevgiye ilişkin kuramlarını güçlü biçimde çürütmüştür.)

‘’Aşkın Ömrü Üç Yıldır’’ adıyla ülkemizde de yayımlanan romanın yazarı Fredéric Beigbeder de bu ‘’bilimsel’’ görüşlerden yola çıkarak kurguladığı romanında aşk sandığı çiftleşme içgüdüsünün üç yıldan uzun sürmesi için ‘’kontrollü zina’’yı önerecek kadar saçmalamıştı. Yine de üç bilim insanının ortaklaşa yazdığı Aşkın Molekülleri kitabındaki ‘’karafatmaların kız tavlama sanatı’’ başlığındaki saçmalığı, komikliği zorladığı söylenemezdi elbette.

Aşka ilişkin en gerçekçi saptama şu olabilir: İnsan, dünya toplumları arasında azınlıkta kalmıştır; çoğu tasmalı kölelerden oluşan yığınlardan aşk adına sağlıklı bir yöneliş beklemek hayal bile değildir.

Aşk, yalnızca insan kalabilenlerin tadabileceği bir yaşam fışkırmasıdır. Bunu başaramayan geniş kitleler, mutsuz insanlarla donatır dünyamızı.

Aşkın ömrünün ne kadar olduğuna ilişkin düşünce üretenlerin en çok yönelttikleri soru şu olmuştur: “Dikkat edilirse, ilişkiler kavuşma olmadığında büyük aşk olarak bilinerek efsaneleşir. Sevgililer kavuşsalardı aşkı yine de ömür boyu sürdürebilirler miydi?” Örnekleriyse çoğunlukla aşkın tarihinde çok özel yer tutan aşklar (Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre vd.) olur. Çok önemli gibi görülse de gerçekte aşkı bilmeyenlerin bilinç altlarında saklı kalan bir tür savunma ve(ya) aşkla hesaplaşma isteklerinin sonucu olarak yöneltilen bu sorunun (yine birçok soruyla gelen) çok yalın yanıtları vardır: “İlişkinin tarafları aşk olarak niteleseler de her ilişkiye aşk demek ucuzluk olmaz mı?  Siz, sözgelimi ormanı ateşe verebilecek kadar sevgi özürlü beyin taşıyan birinin yöneldiği herhangi bir insanı sevgili gözüyle görebileceğine inanabilir misiniz? Tarih boyunca sayısız felakete imza atmış yaratıkların yaşadıkları ilişkiler de her şeye karşın aşk olabilir mi? Kızılderili soykırımında, bebekleri annelerinin göğsünden kopartıp ateşe atanlara, aralarında ‘en uzağa fırlatma yarışı’ yapanlara insan diyebilir miyiz ki yaşadıkları ve aşk sandıkları herhangi bir ilişki gerçekte de aşk olabilsin? Hadi genelleştirelim, nesneleşerek insan özünü yitirmiş, tüketmekten başka hiçbir etkinlikte bulunamayan ve tasmalı birer köleye dönüşmüş bireyler aşk adına gizemli bir yolculuğa çıkabilecek bir yürek taşıyabilirler miydi? Ataerkinin kirini taşıyan bir erkek, kadının üzerinde egemenlik kurma isteğinden vazgeçemeyeceğine göre, bu egemenlik ilişkisine (aksini savunsa da) aşk demek yanılgı değil midir? Ömür biçme yarışına girdiğiniz ilişkinin tarafları gerçekte nesneden ne kadar arınmışlardır, aşkın olmazsa olmazlarını ne kadar kavramışlardır ki yaşadıklarına hiçbir sorgulama yapmadan kolayca aşk diyebiliyorsunuz?”

Aşka ömür biçmeye çalışanlar şu gerçeği bir kez algılasaydılar, kendilerini de toplumu da yanıltmaktan kurtulacaklardı: “Sevgililer birbirlerine aşk kültürüyle yöneldiler; dokusuna hiçbir yapaylığın, mizansenin sinmediği bir ilişkide birbirlerinin gözlerinin içine hayranlıkla baktıklarında tenselliği değil, ulaşmaya çalıştıkları ruhlarını gördüler, yine de kazandıkları her aşamayı yetersiz sayıp birbirlerini keşfetmeyi sürdürdüler; aşkı var eden, koruyup geliştiren bütün değerlerin önemini kavrayıp hesapsız sevmelerin büyüsüyle uygarca bütünleştiler de ilişki yine de kısa ömürlü mü oldu?”

Bilimde Freud’un, felsefede kadın düşmanı Schopenhauer’ın aşk adına ileri sürdüğü ilkellikleri aşmadan gerçekçi hiçbir yorum yapılamayacağı çok açıktır.

Son sözü Nazım’a bırakalım artık:

    ‘’Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte
     Yani yürekte…’’

 

dizin    üst    geri    ileri  

 



 18 

 SÜJE  /  Kenan Kalecikli  /  yirmi yedi temmuz iki bin on altı   / 17