SUNU

Christopher Caudwell   







ÖLEN BİR KÜLTÜR ÜZERİNE

"Burjuva toplumunda ilişkiler, insanlar arasındaki ilişki biçimi olarak red edilip insan ve şey arasındaki ilişki, mülkiyet ilişkisi biçimini almıştır, bu ilişkide hükmedici olduğu için insanın özgürleştiğine inanılır. Ancak bu bir yanılsamadır. Mülkiyet ilişkisi, günümüzde bilinçsiz ve anarşik olduğu halde, hâlâ insanla insan arasında, özellikle sömürenle sömürülen arasında olan ilişkiler için yalnızca bir kılıftır.

İşte burjuva kültüründeki sanatçıdan da aynı şeyi yapması beklenir. Sanat eserine bitmiş bir mal, sanat sürecine de kendisi ile pazarda kaybolacak olan eseri arasındaki bir ilişki olarak bakması istenir. Sanat eseri ile alıcı arasındaki bir sonraki ilişkiyle ise yakından ilgilenemez. Burjuva toplumunun tüm baskısı sanat eserini temel görüp onunla ilişkisini pazar için üreten üretici düzeyinde alması doğrultusundadır.

Bu, iki sonuç doğurabilir :

(I) Yaşamını bu somut, temel varlığın mülkiyet hakkını -telif hakkı, resim, heykel- satarak kazanmak zorunda olması sanatçıyı, bir sanatçı olarak eserini pazarın koşullarında bu mülkiyet hakkı için en yüksek geliri getirecek bir şey olarak görmeye sürükleyebilir. Bu da sanatın ticarileşmesine ya da kabalaşmasına yol açar.

(II) Sanat aslında hiçbir durumda bir 'şey'le ilişkili değil, insanlar arasındaki, sanatçıyla izleyici arasındaki ilişkidir, sanat süreci ise işlemin bir parçası olarak kavranılması gereken bir makineye benzer. Sanatın ticarileşmesi belki dürüst sanatçıyı isyan ettirebilir ama ne yazık ki isyanı burjuva kültürünün sınırları içinde kalır. Pazarı tamamen unutup sanat eseriyle ilişkisine yoğunlaşmaya yeltenir, o zamansa sanat eseri kendi -içinde- varlık olarak daha da temelleşir. Artık sanat eseri, pazar bile unutularak tümüyle kendi -içinde- varlık olmuş, sanat süreci ise son derece bireysel bir ilişki haline gelmiştir. Sanat biçiminde bulunan toplumsal değerler, örneğin söz dizimi, gelenekler, kurallar, teknik, biçim, kabullenilmiş ses dizileri, artık önemlerini yitirirler çünkü sanat giderek daha çok yalnızca birey için var olmaktadır. Sanat eseri zorunlu olarak eski bilinçli toplumsal formülasyonlarla -sanatın "biçimi"- bilinçli kılınan yeni bireysel deneyim -sanatın "içeriği" ya da sanatçının "bildirisi"- arasındaki gerilimin bir ürünüdür. Bu sentez, yaratma eyleminin en zor görevidir. Oysa sanat eseri bir erek olarak temel alınınca giderek eski bilinçli formülasyonların önemi azalır ve bireysel deneyim giderek önem kazanır. Sonuçta sanat Dada'cılık, geçek üstücülük ve "Steincılık"da görüldüğü gibi giderek daha biçimden uzak, kişisel ve bireye özgü olur. Burjuva sanatı, böylece burjuva kültürünün aynı özelliğinden kaynaklanan iki kuvvetin gerilimi altında çözülür. Bir yanda pazar için üretim yüzünden kabalaşma ve ticarileşme vardır, öte yandaysa sanat işleminin ereği olarak sanat eserinin temelleştirilmesi ve eserle birey arasındaki ilişkinin yüceltilmesi yer alır. Bu, zorunlu olarak söz konusu edilen sanatı toplumsal bir ilişki yapan toplumsal değerlerin yok olmasına, böylece sanat eserinin sanat eseri olmaktan çıkıp yalnız özel fantazya olmasına yol açar.

(...)

Bu evrede sanatçının saf "sanatçı" olarak görülüşünün yok olması kaçınılmazdır. Ticari sanat artık dayanılmayacak kadar adileşmiş ve kendini yadsımıştır. Aynı şekilde sanat için sanat da (yani pazarı görmezden gelerek kusursuz sanat eserine erek olarak yoğunlaşma) kendini yadsımıştır, çünkü sanat biçimi yok olunca sanat özel fantazyaya dönüşmüştür. (...)

Ancak toplumsal bir süreç olarak sanat nedir? Yalnızca bir sanat eseri ya da geçim kaynağı olmanın dışında sanat, kendi içinde, toplumda oynadığı rol olarak nedir? (...)

Ne denli güzel olursa olsun bireysel fantazya ya da hayal sanat değildir. Ne de, güzel bir gün batımı. Her ikisi de yalnızca sanatın hammaddesidir. Gerçeklikten, yanılsamalı olarak algıladığımız taklit (mimic) resimler yapmak sanatın özelliğidir. Bir romandaki olayların gerçekten olduğuna ya da tabloda görünen manzarada yürüyebileceğimize inanmayız -yine de bunlarda bir ölçüde gerçeklik vardır-.

Taklit ifade, söz konusu edilen sanata uygun olan teknik yoluyla toplumsal ifadenin gözeneklerinden duygusal bir akış salgılamasını sağlar. Bu akış bizim içimizdedir, ifadenin öğeleriyle olan duygusal ilişkimizin içindedir. Bu ifadede duygulanımın yanısıra, taklitte simgelenen gerçeklik birimine doğru örgütlenmiş duygusal bir tavır da bulunur. Bu duygusal tavır, uyarılan sinir ağlarının devimsel olmayan (non-motor) niteliğinden ötürü bilincin genel yükselişi ve öz-değerin artışı ile emilir, böylece hepsi bilincin duygusal parlayışına dönüşür. Bu duygusal tavır, bilimsel bir savın gerçekliğe karşı uyandırdığı düşünsel tavır gibi kalıcı değildir, ancak gene de organizmanın bellek özelliklerinden ötürü bir deneyim olarak kalır, deneyimin sağladığı bilinçli etkinin miktarıyla orantılı olarak, ve deneyimin niteliğine göre etkinin yaşama karşı takındığı genel tavrı değiştirir. Bu değişim, yaşamı organizma için daha ilginç kılar, işte sanatı yaşatan değer budur. Toplumun bakış açısından incelendiğindeyse sanat, üyelerinin duygusal bilincinin biçimlenmesi, içgüdülerinin koşullanmasıdır.

Dil, gerçekliğe ilişkin görüşlerin alışverişinde en çok kullanılan araç olduğu için gerek duygusal (affective) gerekse bilgisel (cognitive) olsun, gerçekliğin ifadelerinde özellikle akışkan bir sahası vardır. Bu da edebi sanatın; romanın, tiyatro eserinin, şiirin, kısa hikâyenin ve denemenin, esnek ve geniş ufuklu olmasını sağlar. Bilimsel, tarihsel ve gidimli (*) zihinsel süreçlerin yarattığı tüm simgesel görünüşleri üstünde toplar. Sanat, ancak bu görünüşler duygulanım ve örgütlenmeyi birlikte veriyorsa amacını gerçekleştirmiş olur. Bu durumda, sanatçının bize gösterdiği bir parça gerçeklik şimdiden duygusal renklerle parlamakta gibidir.

Gerçeklik bizim adımıza çevremizi oluşturur; temelde toplumsal olan çevremiz ise sürekli değişir, bu değişim bazen zor kavranabilecek kadar yavaş kimi zaman da baş döndürücü hızdadır. Gerçekliğin sözcüklerle çizdiğimiz toplumsal olarak kabullenilen resimleriyse aynadaki yansımalar gibi aniden değişmezler. Bir nesne aynada yansıyorsa, nesne hareket edince yansıması da hareket eder. Oysa dilde gerçeklik, simgelerdeki nesneye yanlış bir durağanlık ve kalıcılık veren değişmez sözcüklerle simgelenmiştir. O halde bunlar gerçekliği yansıtmak yerine anlık fotoğrafını verirler. Dilin bu cansız özelliği üzücü olsa da sonuca ilişkin bazı işlevleri vardır. İnsanın düz (linear) bilinci ile akışkan gerçekliği kavramasının tek yolu belki de budur. Dil geliştikçe gitgide bu sahte kalıcılığı daha çok gösterir ve sonunda Platonik Fikirlere, Sonsuz ve Kusursuz sözcüklere ulaşır. Onların sonsuzluk ve kusursuzlukları ancak mürekkeple kâğıdın dayanıklılığı kadardır. Bir varlığı ya da olayı tanımlamak için bir kelime icat eder, ya da bir simge yazarsak varlık değişse de, olay artık olmasa da, bu kelime "sonsuza dek" değişmeyecektir. Bu değişmezlik, simgeciliğin mantık yasalarıyla açıklanan kaçınılmaz doğasıdır. İnsanlar hep garip bir biçimde gerçekliğin mantık kurallarına uyması gerektiğini düşünmüşlerdir; oysa gerçek olan şey simgeciliğin doğası gereği mantık yasalarıyla açıklanan bazı kuralları olduğu ve bu kuralların gerçeklik işlemiyle ilintili olmayıp simgesel sürecin kendi doğasını tanımladıklarıdır.

Sanatçı dille gerçeklik arasındaki bu ayrımı şöyle yaşar : Bir gülle yoğun bir deneyimi yaşadıktan sonra bunu başkalarına da sözcüklerle aktarmak ister. Söylemek istediği "bir gül gördüm"dür. Ancak "gül"ün belirli ya da bir grup toplumsal anlamı vardır; ve varsayımımıza göre sanatçının gülle deneyimi sözcüğün anlamında ve tarihinde saklı olan, toplumun daha önceki bir deneyiminden farklıdır. O halde sanatçının gülle olan deneyimi "gül" sözcüğünün yadsınmasıdır (negation), gül-olmayan yani "gül" sözcüğünün günlük toplumsal anlamında ifade edilmeyip de onun deneyiminde bulunan her şeydir. Bu yüzden de o, "Ben... gibi bir gül gördüm" deyip bir benzetme koyar, ya da bir sıfat "tanrısal bir gül" veya deyim (euphemism) "çiçeksi bir kızarma gördüm" getirir, her üç durumda da yeni deneyimi, toplumun eski deneyimine toplumsal olarak sızdığı ve bu süreçte her ikisi de değiştiği için bir sentez vardır. Onun deneyimi "gül" kelimesinin tüm önceki kullanımlarından renk alır, çünkü şiirini okuyan insanların zihnindedir bunlar, buna karşılık "gül" kelimesi de onun bireysel deneyiminden renk alacaktır çünkü artık onun şiiri de gelecekte "gül" sözcüğüyle karşılaşacak olan insanların zihninde olacaktır.

Peki ama şairin deneyimi toplumun geleneğinden niçin farklıydı? Bireysel yaşam-deneyimi dediğimiz o çevre kesit farklıydı da ondan. Ancak eğer toplumun sanatını bir bütün olarak, yani bireysel kesitlerin toplamı olarak alırsak bir yanda çevrenin tüm deneyiminin ortalamasını öte yandan da ortalama insanı ya da ortalama genotipi (genetype) elde ederiz. Yeni sanatın devamlı doğuşu bize çevrenin değiştiğini gösterir, böylece insanın bireysel deneyimi de değişir ve miras aldığı toplumsal bilinçle formülasyonları sürekli yetersiz bularak yeni bir sentez ister. Böylece sanat biçimleri Çin uygarlığında olduğu gibi değişimsiz ve geleneksel kalırsa çevrenin -toplumsal ilişkilerin- durağan olduğu ortaya çıkar. Eğer bugünkü kültür gibi çürüyorlarsa toplum iflasın eşiğindedir. Eğer iyileşiyorlarsa tam tersi geçerlidir. Ancak sanatçının değeri kendini-ifadede değildir. Öyle olsaydı kendi bireysel deneyimiyle eski toplumsal formülasyonları birleştirecek bir senteze ulaşmak için çabalamasına ne gerek vardı? Toplumsal töreleri görmezden gelip kendini bağırarak, sıçrayarak ve ağlayarak dolaysız bir biçimde ifade edemez miydi? Bu olanaksızdır, çünkü bir kere "saf bireysel ifade" eski burjuva yanılsamasından başka bir şey değildir. Hatta sanatçı, soylu bir şekilde, kendini-ifadeyi toplumun yararı için toplumsal kalıplara sokmaya da çalışmaz. Her iki tavır da insanın iç güdülerini özgürce gerçekleştirmedikçe özgür olduğuna ilişkin eski burjuva masalının ifadeleridir. Gerçekte sanatçı kendini sanat biçimlerinde ifade etmez, kendini burada bulur. Özgür kendini-ifadesini toplumsal olarak geçerli kılmak için dizginlemez, tersine onu ancak sanatta içkin toplumsal ilişkilerde bulabilir. O halde sanatın sanatçı için değeri onu özgür kılışıdır. Sanat ona kendini ifade ettiği bir değer gibi gözükmesine rağmen aslında kendisinin ifadesi değil keşfidir. Kendisini yaratışıdır. Deneyimini toplumunkiyle sentezler, iç benliğini toplumsal ilişkilerin kalıbına sokarken yalnızca yeni bir kalıp, toplumsal değeri olan bir ürün yaratmakla kalmaz, aynı zamanda kendi benliğini de yaratır ve şekillendirir."

Çeviren : Mehmet Gökçen
_______________________

Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler / Metis Yayınları, Birinci Basım, 1982 / (Sf.61-66)

(*) Gidimli : Bir tasarımdan, önermeden ötekine geçerek, çıkarımlar yaparak, bir önermeden ötekine mantıksal yolla ilerleyerek, ilkeden sonuca ulaşan, parçadan bütünlüğü olan bir düşünce oluşturan (düşünme yolu). -derleyenin notu-

dizin    üst    geri    ileri  

 



  1  

 SÜJE  /  Sunu  /  yirmi yedi temmuz iki bin on altı   / 17