RÖPORTAJ

Semih Özcan   







FİRDEVS TUNÇAY

‘DENİZ GİBİ ÇEKİLMİŞİZ AMA
 TUZUMUZU BIRAKMIŞIZ‘



"Mübadil, anılar cehenneminde yaşar" diyor Firdevs Tunçay ve soruyor: ‘’Bir gün sizi doğup büyüdüğünüz, havasıyla,suyuyla yoğrulduğunuz memleketinizden, atalarınızın asırlar boyu yaşadığı topraklardan, ilk adımlarınızı attığınız, ilk arkadaşlıklarınızı kurduğunuz, koşup oynadığınız sokaklardan, ilk gençlik heyecanlarınızı yaşadığınız yerlerden koparıp hiç tanımadığınız bir yere gönderseler neler hissedersiniz? Hiç düşündünüz mü?’’
(*)

Firdevs Tunçay, ikinci kuşak mübadillerden. Kendisi Ödemişli ama anne tarafından Kavala baba tarafındansa İskeçe’li. İkinci kuşak mübadil ancak yıllardır, ailesinin yaşadığı aynı duyguları, özlemi, hüznü kendi içinde yaşıyor.

Onun durumunda olmayan biri için inanılması zor bir durum. Ancak yaşadıklarını bir de ondan dinlediğinizde empati kurmanız zor olmuyor. İçinde bulunduğu durumu daha iyi anlıyorsunuz.


Sürekli etkisinden kurtulamadığı ‘anılar cehennemi’ ona sonunda bu anıları kitaplaştırmaya itmiş. ‘’Kalbim Rumeli’de kaldı’’ bu cehennemi bizlerle paylaşan bir kitap.

Tunçay çocukluğundan günümüze dek kendinin ve ailesinin yaşadıklarını, sürekli onlarla büyüdüğü, büyüklerinin ve oradan göçen diğer mübadillerin anılarını anlattıkça ağlamamak için zor tutuyor kendini. O günleri birebir yaşıyormuşcasına gözleri yaşarıyor. O zaman yurdumuzda yıllardır seslerini ve sorunlarını dillendirmeye çalışan Kürtler, Ermeniler, Süryaniler gibi azınlıkların talepleri ve yaşadıkları geçiyor gözlerimin önünden. Yaşanılan toplumsal travmanın bu insanlarda kolay kolay unutulmayacak izler, anılar, kaygılar yarattığına tanık oluyorum.

Firdevs Tunçay’ın gerek kitabında gerekse anlattıklarında üç önemli nokta öne çıkıyordu ki bunlar şu an yaşadığımız coğrafyayla ve günlerle de birebir örtüşüyordu. Bu konuyu yazmaya beni iten de bu noktalar oldu.

İlki; mübadiller birebir savaşı yaşamış insanlardı. Önce Balkan Savaşı hemen ardından da Birinci Dünya Savaşı. Savaş denilen felaketin tam ortasında yer almışlardı yıllarca. Ölümler, yokluklar, korkular günlük yaşamlarının bir parçası olmuştu. Sürekli silahların ve yıkımın gölgesinde varlıklarını sürdürmeye çabalayan bir halk. Burası en önemli nokta. İçlerinde, Tunçay’ın kendi ailesinden de yıllarca savaş tutsağı olmuş, haber alınamayan, Türkiye’ye iltica ettikten çok sonraları ortaya çıkan yakınları olmuştu. O anlattıkça, üzerimizdeki savaş bulutlarını düşünüyor, onunla birlikte aynı ürpertiyi ben de duyuyorum.

İkincisi daha da önemli bir nokta; o da o yıllarda yükselen ‘milliyetçilik’ anlayışı.

Önceleri hiçbir sorun yoktu. O bölgede yaşayan tüm insanlar birbirlerinin etnik ya da dinsel kökenlerinden en küçük bir rahatsızlık duymaksızın barış içinde yaşıyorlardı. Rahatsızlık duymak bir yana aksine çok renkli bir mozaik oluşturuyor ve insanlar bu mozaik içinde birbirlerine karşı sevgi ve saygı dolu komşuluk ilişkileri geliştiriyorlardı. ".. yükselen ezanın hüznü yağmur damlacıkları gibi evlerin üzerine serpilirken, kiliselerin çan sesleri duyulur, havralarda ibadet edilir, uyumlu bir senfoni ortaya çıkar…"dı.
(s.39).. Tüm Rum şehirlerinin sokaklarında "..Türkçe, Rumca, Bulgarca, Sırpça, Arnavutça konuşmalar duyulur; ezan seslerine çan seslerine karışır.."dı. (s. 89)..

Tüm insan ilişkileri ve toplumsal barış böylesi bir güzellik üzerinde yükselirken "gelişen milliyetçilik akımları sonucu dağ taş çetelerle dolmuş; meydanlarda çınar ağaçlarının gölgesinde kaygısızca içilen kahvelerin tadı kalmamıştır. Kara bulutlar göğü karartırken savaşlar başlar."

İkinci önemli belki de en önemli nokta bu; milliyetçilik akımlarının ortaya çıkışı. Bu tüm insanlık tarihinin en önemli kırılma noktasıdır.

Milliyetçilik kaynağını 1789 Fransız Devrimi’nden alan ve çıktığı dönemde feodalizme karşı duruşuyla ilerici bir düşünce ve eylem biçimidir. Hatta, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna da damgasını vuran, emperyalizme karşı duruş getirdiği dönemlerde de bu ilerici yapısını korur. Ancak madalyonun bir de öbür yüzü vardır. Emperyalizme bir başkaldırı biçiminde kendini geliştiren milliyetçilik kısa bir süre içinde yine emperyalizm tarafından onu yücelten, koruyan bir eylem biçimine dönüşecektir. Artık emperyalizmin elinde milliyetçilik, savaşların, toplu insan öldürümlerinin ve bir süre sonra da faşizmin dayandığı ana damar haline gelecektir. Bir dönemler insan ilişkilerinde sevgiyi çoğaltan birer mozaik olan dil, din ve ırk farlılıkları birbirine katlanamaz hale dönüşecekler, savaşların en temel hatta tek nedeni olacaktır. İşte gerek Türk gerekse Yunan halklarında önemli bir sorun olan mübadiller sorunu, bu yükselen milliyetçilik akımlarının bir sonucudur.

Ancak burada da bir ilginç durum var. Etkilerin karşı tepki yaratması gibi, bu ortaya çıkan milliyetçiliğin Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan insanlar arasında da karşı bir milliyetçilik nefreti ortaya çıkarıp çıkarmadığını merak ediyorum. Çünkü çoğumuzun bildiği bir gerçektir. Bize gelen mübadillerin büyük çoğunluğu bu ülkeye fazlasıyla bağlı, milliyetçiliğe varan duygular içindeler.

Bunun ırkçılık boyutunda bir milliyetçilik olmadığının, sadece çekilen acılardan, eziyetlerden bir kurtarıcı olduğu için Türkiye’ye bağlı olduklarının altını çiziyor Firdevs Tunçay. Hatta; biraz da Selanik’li olmasının da etkisiyle Mustafa Kemal’in çok sevildiğini de özellikle belirtiyor. Öyle ki, buraya ilk gelen mübadillere sorulduğunda, onca çektikleri acıyı saklayarak ‘Mustafa Kemal çağırdı, geldik beaa’’ dediklerini de ekliyor. Sorumu değiştirerek yeniden soruyorum "Peki bir de karşı tarafın mübadilleri var. Onlar için de aynı duyguları duyuyor musunuz? Onlar da acı çekti mi sizce?" diyorum. "Bizden daha çok çektiler" diyor. Hatta "Yunanlıları denize döktük denir ya..doğru. O insanlar da Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldıklarında, apar topar göçe zorlandıklarında içlerinde denizde boğulanlar oldu. Orası doğru. Onlar ölümü daha çok yaşadılar. Bizden daha çok acı çektiler" diyor ve mübadele öncesi Rumların elinde olan Şirince gibi birçok yere de defalarca gittiğini belirtiyor.

Ve söyleşimizin bu yerinde en önemli üçüncü noktanın altını çiziyor:

"Biz bu ülkeye, büyük bir yurt ve Mustafa Kemal sevgisiyle geldiğimiz halde, burada yıllarca benimsenmedik. Dışlandık. ‘Öteki’leştirildik. Bu insanlar bizi kabul etmedi. Buradan Yunanistan’a gidenleri de onlar kabul etmedi. Onları ‘Türk dölü’ diye, bizleri de ‘Yunan dölü’ diye ötekileştirdiler. Bu toplum bizi kendinden görmedi. Geleneklerimizi beğenmedi, giyimimizi kabullenmedi v.b. Öyle ki ilk gelen mübadilleri ‘bitli mübadiller’ diye aralarına almadılar. Binbir zorlu yolculuklarla güç bela Türkiye’ye gelmişler. Burada da uzunca bir süre evsiz barksız, çadırlarda yaşamak zorunda kalmışlar. Bitlenmişlerse de bu çok doğal. Bu bile dışlanmamıza neden olmuş. Bu da bizim aidiyet duygumuzun kaybolmasına neden oldu. Bizler hatta çocuklarım bile hala buraya değil, doğduğumuz topraklara karşı bir aidiyet duyuyor."

Bunu kitabında da ‘Deniz gibi çekilmişiz ama tuzumuzu bırakmışız’ sözleriyle açıklıyor. (s.70).



‘"Ötekileştirmek" bizim yıllardır bırakamadığımız bir başka hastalığımız. Kendi içimizde, yakınlarımız içinde bile birbirimizi ötekileştirmiyor muyuz? Takım tutma, taraftarlıktan başlıyor ötekileştirme. Bu nedenle galiba, Çarşı sayesinde Gezi’nin de en büyük kazanımı bu oldu. Klasik taraftarlık anlayışını, hiç olmazsa ‘Ötekileştirme’nin can damarını kesti.

Firdevs Tunçay’ın kitabının en çok sevdiğim bir yönü de, masalsı bir dil kullanmış olması. Aile büyüklerinin yıllar boyunca anlattığı anılardan söz ederken, "çektikleri onca acılara, eziyetlere karşın, sürekli anlattıkları anılarda bunları bizlerden hep saklamaya çalıştılar. Hep güzelliklerden söz ettiler. Hele çevremize, Yunan komşularımıza karşı asla kinle bakmadılar. Hep sevgiyle anarak söz ettiler onlardan" demişti söyleşimizin bir yerinde. Kitabı da aynı çizgide. Hüznü, acıyı anlattığı halde bir masal dili ve tadında. Onca çekiye karşın hep güzelliği,mutluluğu anlatma çabasında..

Buraya gelenler acı anılarla birlikte, özlemlerini gidersin, umutlarını yeşertsin diye bahçelerinden aldıkları sardunyalarla gelmişler.

"Kalbim Rumeli’de Kaldı" da bir avuç anı ve bir dal sardunya taşıyor sayfalarının içinde. Sanki Kafavis’in aşağıdaki dizelerinin romanı gibi:


Şehir

Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.


(Çev. Cevat Çapan)
 

___________________________


(*) Firdevs Tunçay, Kalbim Rumeli’de Kaldı, Pia Yayınları, İstanbul 2014
 

dizin    üst    geri    ileri  

 



 24 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi sekiz temmuz iki bin on beş     11