MAKALE

Kenan Kalecikli   







YANILSAMA


Mağara Söylencesi

Önce Platon’un Devlet adlı kitabından Mağara Söylencesi olarak ünlenen bölümü okuyalım:

‘’Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar. Önde boydan boya ışığa açılan bir giriş... İnsanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Ne kımıldayabiliyorlar, ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebiliyorlar. Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki, kafalarını bile oynatamıyorlar. Yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında. Mahpuslarla ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak bir duvar, hani şu kukla oynatanların izleyicilerle kendi arasına koydukları ve üstünde yeteneklerini gösterdikleri bölme var ya, onun gibi bir duvar.

Bu alçak duvar arkasında insanlar düşün. Ellerinde türlü türlü araçlar, taştan, tahtadan yapılmış, insana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyorlar. Bu taşıdıkları şeyler, bölmenin üstünde görülüyor. Gelip geçen insanların kimi konuşuyor, kimi susuyor.

Ama tıpkı bizler gibi... Bu durumdaki insanlar kendilerini ve yanlarındakileri nasıl görürler? Ancak arkalarındaki ateşin aydınlığıyla mağarada karşılarına vuran gölgeleri görebilirler değil mi?

Bölmenin üstünden gelip geçen bütün nesneleri de öyle görürler.

Şimdi bu adamlar aralarında konuşacak olurlarsa, gölgelere verdikleri adlarla gerçek nesneleri anlattıklarını sanırlar değil mi?

Bu zindanın içinde bir de yankı düşün. Geçenlerden biri her konuştukça, mahpuslar bu sesi karşılarındaki gölgenin sesi sanmazlar mı?

Bu adamların gözünde gerçek, yapma nesnelerin gölgelerinden başka bir şey olamaz ister istemez, değil mi? 

Şimdi düşün: Bu adamların zincirlerini çözer, bilgisizliklerine son verirsen, her şeyi olduğu gibi görürlerse, ne yaparlar? Mahpuslardan birini kurtaralım; başını çevirelim, yürütelim onu; gözlerini ışığa kaldırsın. Bütün bu hareketler ona acı verecek. Gölgelerini gördüğü nesnelere gözü kamaşarak bakacak. Ona demin gördüğün şeyler sadece boş gölgelerdi, şimdiyse gerçeğe daha yakınsın, gerçek nesnelere daha çevriksin, daha doğru görüyorsun, dersek; önünden geçen her şeyi birer birer ona gösterir, bunların ne olduğunu sorarsak ne der? Şaşırakalmaz mı? Demin gördüğü şeyler, ona şimdikilerden daha gerçek gibi gelmez mi? 

Ya onu aydınlığın ta kendisine bakmaya zorlarsak? Gözlerine ağrı girmez mi? Boyuna başını bakabildiği şeylere çevirmez mi? Kendi gördüğü şeyleri, sizin gösterdiklerinizden daha açık, daha seçik bulmaz mı?

Onu zorla alıp götürsek, dik ve sarp yokuştan çıkarıp, dışarıya, gün ışığına sürüklesek, canı yanmaz, karşı koymaz mı bize? Gün ışığında gözleri kamaşıp bizim şimdi gerçek dediğimiz nesnelerin hiçbirini göremeyecek duruma gelmez mi?’’ 


Sindrella Kompleksi

Artık, Collette Dowling’in Michigan Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmasını okuyup yorumlayacak duruma geldiniz Mağara Söylencesi’ni okumakla.

Kadının kimliğinin ataerkil toplum yapılanmasıyla elinden alınıp deyim yerindeyse budanması, onu bağımsızlıktan korkar duruma getirmiştir. Kimi, kendisine dayatılan kimliği doğal sandığı için karşı çıkmayı aklının ucundan bile geçirmeden benimsemiş, kimi bunu yazgı saydığı için boyun eğmiş, kimiyse ekonomik bağımsızlığı olmadığı için hiç de kanıksamadığı bu zoraki kimliği kişiliğini bastırarak kabullenme yoluna gitmiştir. Sonuçta hiç olup giden, erkeğe adanan yaşamlarla bu tür ilişkilerin her birinde adı konmamış birer insanlık suçu işlenmiş, kadının bedeni bu suçun nesnesi olmuştur.

Collette Dowling, Sindrella Kompleksi / Çağdaş Kadının Bağımsızlık Korkusu adını verdiği yapıtında, kadının bağımsızlık sorununu yaşanmış örneklerle oldukça çarpıcı notlar düşerek anlatmıştı: “Kadınların yeteneklerini kullanmakta neden bu kadar ketlendiklerine ilişkin bir açıklama, 1960’ın sonunda, Michigan’dan geldi. Ruhbilimde doktora yaparken uzun ve sıkıntılı bir dönemde yaşadığı paniğe dikkatini yönelten Matina Horner, başarının (başarı düşüncesinin) kadın için erkek için olandan oldukça farklı bir anlama geldiğinden kuşkulanmaya başlar. Kadınlar, erkekler gibi başarının peşinden koşuyor gibi gözükmez. İki ata birden oynarlar. İşler yolunda gittiği zaman da aynı biçimde kaygı duyarlar. Bir konuda gerçekten iyi olmak, başarmak, yaşamlarının akışında elle tutulur bir şey üretmeyi arzulayan çok sayıda kadını ölesiye korkutur.

Horner, bunun araştırılmaya değer bir olgu olduğuna karar verir. Sonunda kendini yeni bir alana (kadın ruhbilimine) çeken araştırmalara girer, Michigan Üniversitesi’nde 90 kadın ve 80 erkeğe test uygulayarak işe koyulur. Sonunda o güne kadar hiç düşünülmeyen bir şeyi (başarma olasılığının bile başarı iradesini ezip geçecek kadar kilitlenip kalmasına neden olmasını) ortaya çıkarır. Bu olguya başarı korkusu adını verir.

Veriler gelmeye başlayınca, bu korkudan etkilenen kadınların yüzdesinin yüksekliği dikkati çeker; bu oran erkeklere kıyasla kadınlarda öylesine yüksektir ki, bazı açılardan sorun kadın ruhuna özgü olarak değerlendirilebilir. Bu, başarının gerektirdiği şeye sahip olup olmamak gibi basit bir sorun da değildir. Kadının verebileceği şey ne kadar çoksa, kaygısı da o kadar derin oluyor. ‘Başarmayı en çok isteyen ve başaracak yeteneğe en çok sahip olan kadınlar,’ diyor Horner, ‘başarı korkusundan en çok etkilenen kadınlardır.’’

Horner, öğrenciler dikkate değer akademik bir başarıdan sonra olumsuz (negatif) sonular beklediklerini gösteren anlatımlar kullandıkları zaman bunu bir başarı korkusu belirtisi olarak değerlendirir. Olumsuz sonuçlar arasında, başarı nedeniyle toplumsal olarak reddedilme ya da flört veya evlilik eşi olarak değerini yitirme korkusu, yalıtılmış, yalnız ve mutsuz olma korkusu sayılabilir.

Horner’in üzerinde çalıştığı konu bir üniversiteden ötekine kıvılcım gibi yayılıyordu. Kadının ve erkeğin başarı beklentisine yönelik tepkilerinde çok büyük farklar olduğunu ortaya çıkarmıştı. Erkek öğrenciler, parlak kariyerler geliştirme olasılığı konusunda hevesliydi; ama böyle bir beklenti kadınları kaygıya boğuyordu. Horner’in test verdiği erkeklerin yüzde 90’ı, iş yaşamındaki başarıda kendilerini rahat duyumsayacaklarını düşünmekle kalmayıp, bunun kadınlarla olan ilişkilerinde kendilerine artı puan kazandıracağını da düşünüyordu. Test verilen kadınların yüzde 65’i ise başarıyı rahatsız edici veya ürkütücü buluyordu. Horner’e göre temel neden şuydu: Kadınlar, meslek yaşamında başarılı olmanın, erkeklerle olan ilişkilerini felç edeceğini düşünüyordu. Bu kadar basitti. Erkek arkadaşı olan kadınlar yitirmekten, olmayanlar ise hiçbir zaman bir erkek arkadaş bulamamaktan korkuyordu. Erkekler gergicidir. Tanrı vergisi yeteneklerinin ötesinde ince buz üzerinde kayarak kendi kaygılarını yaratabilirler, ama en azından gölün ortasına ulaşırlar. Kadınlar ise büzgücüdürler. Kendi doğal başarı düzeylerinin altını hedefleyerek, kendi olasılıklarının gerisinde kalırlar.

Sonuçta çoğu gölün kıyısından hiç ayrılmaz.

1970’te Horner şöyle yazıyor: ‘Araştırmaya katılan beyaz kadınların dile getirdiği olumsuz tutumlar, 1964 araştırmasında bulunan yüzde 65’ten şimdilerde yüzde 88.2’ye yükselmiştir.’

Rekabet isteyen şeylerden kaçan bazıları kendi geleceklerinin tümünü sabote etmektedirler. En kötüsü de, yaşamlarına cinsel kimlik paniğinin yön verdiği konusunda hiçbir düşüncelerinin olmamasıdır.”

Amerika gibi bireysel özgürlüklerin alabildiğine geliştiği bir ülkede durum bu kadar çarpıcı bir kişilik köreltilmesini, bilinç karartılmasını resmediyorken, Doğu toplumlarında durum nedir diye sormaya gerek var mıdır? Hindistan’da, ev işlerine giden kadınlar, evin bekâr gençlerinin cinsel gereksinmelerini de karşılamak zorundalar. Bu bir gelenek olarak geniş kabul görmüştür. Sözde İslam toplumlarında ise durum daha da acıklıdır. Peçenin altına gizlenmiş yaşamlar trajik ve gizli öyküler barındırır ama kimseye anlatıl(a)maz. Yaşamlar hiç olup gider, adı konmamış bu insanlık suçu için etkili bir tek ses duyulmaz.

İnsanlık böyle böyle dibe vurmuştur. Ayağa kalkması için toplumlardaki bütün sömürü çarklarının kırılması, ezilen her bireyin örgütlü bir dayanışmayla ayağa kalkması gerekir. Bana sorarsanız, bunun öncüsü de kadınlar olmalıdır. Aksi durumda umut sürekli ertelenerek ütopya uzaklıklarında ancak barınabilecektir.

Göz kamaşmasına razı olup ‘mağaradan’ çıkma zamanıdır.


        
dizin    üst    geri    ileri  


 



 20 

 SÜJE  /  Kenan Kalecikli /  yirmi sekiz temmuz iki bin on beş     11