SÖYLEŞİ

Semih Özcan - Naim Kandemir  



 

 

‘’EN GÜZEL DÜNYA
 ÇOCUKLARLA
 DELİLERİN DÜNYASIDIR ‘’

‘’Fahişeyi ve zina suçlarını affederim, korkunç bir katlin darağacına çıkartılan failini bile affederim. Hatta ve hatta imparatoruma silah çekeni bile bağışlarım. Sadece polise karşı geleni affetmem.’’ (Comte R. Roche, Napolyon’un polis nazırı)

Bu sözler Naim’in çocukluk döneminin Samsun’unda, Çarşı Karakol’unda, komiserin odasının duvarında yer alıyordu.

Kitabın ilk girişinde okuru, Jorge Amado’nun o bildik sözü karşılıyor:

‘’İnsanın anayurdu çocukluğudur.’’

Naim Kandemir de ‘’Benim Amarcord’um’’da, anayurduna, çocukluğuna iniyor. Ve Fellini gibi, bir film tadında, bizim kuşağın çoğunun ‘aynı görüntüleri ben de yaşadım’ diyeceğimiz anılarına, olaylarına, kişilerine varıyor. Sözcükleri kamera gibi kullanıyor. Ve ‘’Benim Amarcord’um’’u okumuyor, izliyoruz. Çocukluğundaki adıyla Tokur’un doğumundan başlayarak aile çevresini, babasının matbaacı dükkanı nedeniyle yetiştiği arasta ortamını, mahalle arkadaşlarıyla oynadığı oyunları, öğrendiği küfürleri, okul yıllarında arabesk bir parçayla ses yarışmasına girişini, hayvanlara olan sevgisini, üç tekerlekli bisikletiyle 23 Nisan’a katılışını….ilk ‘parça’ gösteren sinemaya gidişine dek tüm yaşamını usta bir yönetmenin elinden yeniden izler gibi oluyoruz. Bu aynı zamanda bizim de filmimiz oluyor, çünkü çoğu sahnede kendimizi görüyoruz.

Naim’in önceki kitaplarını bildiğim ve kendini de yakından tanıdığım için, ilk anda bu görüntüler sanki özet geçilmiş gibi geliyor bana. Şair duyarlığını ve çok başarılı olduğu mizahi yönünü sakınması kafama takılıyor. Kendi yaşamını anlatırken, dışarıda kalıp, yalnızca elinde kamera, görüntüleri vermekle yetinmesini yadırgıyorum. Nedenini soruyorum:

S.Ö. - Kitabın başında ‘Sunu’ adıyla Marquez’in bir sözünü koymuşsun: ‘Hayat,insanın yaşadığı değildir; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır?’’ Gerek kitabın boyutuna gerekse içeriğine baktığımız zaman da sanki birçok yaşantıyı es geçmişsin de belli başlı noktaları ön plana çıkarmışsın gibi görünüyor. . Kitap önemli bir tarihi dönemece geliyor ve orda bırakıyorsun; ‘1974 Kıbrıs Harekatı’ günleri…. Bunun arkası gelecek gibi görünüyor. İlkokul sonrasındaki günlerin, Ankara’ya fakülteye gelişin, 12 Eylül… sürecek mi? Hayır, bu benim çocukluğumdu.. buraya kadar mı diyorsun?

N.K. - Kitabı oluştururken düşüncem okuyanları sıkmayacak, severek okuyacakları bir kitap hazırlamaktı. Bu nedenle kitabı hikâye sayısı ve hacim olarak okuru yormayacak bir dengede tutmak istedim. Kitabı okuyup bitirenin tadı damağında kalsın! “Keşke devamı da yazılsa” denirse bu güzel bir duygu yaşatır yazara. Kitap “Danıştay Kararıyla” hikâyesiyle sonlanıyor. . Kitabı okuyanlardan hep mutlu olduklarını duyuyorum. Ve senin gibi “devamı gelecek mi?” diye soran çok oldu. Kitabı okuyup gece yarısı beni telefonla arayan bir arkadaşım şöyle diyordu: “ Birçok insanın yaşadıklarını sen yaşarken kaydetmişsin ve 40-50 yıl sonra kayıt cihazını çalıştırıp insanları çocukluklarındaki üç tekerlekli bisikletlerine bindirip hayatlarının en güzel yıllarına yolculuğa çıkartmışsın Benim Amarcord’umla.”

Soruna tekrar dönersem; öncelikle kitabın geldiği 1975 durağından başlayarak lise ve paralelinde taşrada başlayan politikleşme yıllarını ve devamında da 1978’den itibaren de Ankara Siyasal’lı yılları ve 12 Eylül darbe ve cunta yıllarını hikâyeleştirmeyi düşünüyorum. Sonrasında da tekrar Tokur’lu yıllara dönüp” Benim Amarcord’um” un devamını yazabilirim. Çünkü Tokur’un heybesinde epey turp var!

***

Naim Kandemir’in Amarcord’un Amarcord’unda arastalar önemli bir yere sahip. Kitabın belkemiği de denebilir. Gerçekten de öyledir arastalar. Kendi içinde hem bir şehir hem de bir ailedir. Öncelikle de başlıbaşına bir okuldur, yurttur. Kendine özgü ‘müfredatı, kuralları, gelenekleri’ olan. Bu konuyu da açmadan duramazdım:

S.Ö. - Ahmet Haşim Köse’nin de Önsöz’de belirttiği gibi, Henri Levebvre’in ‘sermayenin mekanı işgal etmesi’ olarak tanımladığı şehir tezine katılıyorsun sanırım. Geçmiş şehirlerin salt ticari değil yaşamsal anlamda da yüreğinin attığı arastaları böylesine önemsediğine göre..hani neredeyse, bu bir tiyatro oyunu olsaydı, tüm konu bir arasta dekorunda rahatlıkla verilebilecek gibi. Arasta konusunu biraz daha açar mısın? Çocukluğunun geçtiği temel mekanlardan biri. Yazıya sokmadığın ama senin için önemli olan başka noktaları var mı arastaların çocukluğunu biçimlendiren? Bir de sermayenin yönlendirdiği şehirleşme, çocukluğunun mekanlarını çok mu bozdu? Örneğin çocukluk yaşında başlıyor isyancı, kendi başına buyruk kişiliğin. Hani ‘adam olacak çocuk….’ hesabı.. Evinize kurban bayramı nedeniyle alınan koçu, yanına yaklaşma dendiği halde gizlice kapıyı açıp salıyorsun. Bir başka olay daha yaşanıyor sonrasında; kalfayla birlikte köprüden bakarken, aşağıda bir arabacının atını öldüresiye dövmesi üzerine, küfürler savurarak başına erik atıp bunu engellemeye çalışman, at acıyla arabacıyı ezip kurtulunca da alkışlamanız.

Bu, o dönemlerden başlayan bir hayvan sevgisi mi yoksa ‘mazlum’dan yana olma tavrı mı?

N.K. - Arasta Ahilik’le ilgili biliyorsun. Zaman içinde evrilerek tek ürün satılan yerden çeşitli esnafların yer aldığı mekâna dönüşmüş. Kolektiflik en belirgin özelliklerinden biri. Mesela, tüm esnaflar iş yerlerini birlikte açıp birlikte kapatırlar. Gittikçe sermayenin işgal ederek teslim aldığı şehirlerin içinde vahadırlar. Güvenliklidir. Çocuklar için müthiş bir zenginlikte hayatı tanıma ve kavrama merkezidir. Arastada yetişen bir çocuğun çok avantajlı olduğunu düşünürüm. Yazılı olmasa da aslında bir müfredatı vardır arastaların. Ve bu müfredat Milli Eğitim’inkine hiç benzemez! Ben de arasta çocuğu olduğum için çocukluğumu hiç özlemiyorum. Kimi zaman arasta günlerimi hayal ederek kimi zaman da bu kitabımda olduğu gibi hikâyeleştirerek hep yanımda taşıyorum. “ Hafıza hayal gücüdür.” diyen Saroyan çok haklı.

Arasta denince delilerini unutmak olmaz. “Deli” denilenler, diyenler için “deli” dir. Ama biliyorum ki Vedat Türkali’nin dediği gibi “ En güzel dünya çocuklarla delilerin dünyasıdır.”

Arasta aslında bir nevi tiyatro sahnesi gibidir. Oranın tozunu yutan çocuk elbette ki iflah olmaz! Gerçi benim yetiştiğim mahallede esrarkeş de çoktu ama ben gittim isyankeş oldum! Söz buraya gelince bir anekdotu anlatmalıyım: Üniversite sınav sonucumu yüklüce bir bahşiş karşılığında postacı babama verince, babam zarfı arastada saygı duruşu sessizliğinde bekleyen esnafların önünde açıp da yerleştiği yer olarak A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni görüp “ Hay anasını…Gomünizmin merkezini kazanmış!” demesiyle esnaflarda bir ölüm sessizliği olunca, babam hemen viraj alarak, “ Vali, kaymakam olacak.” diyerek yası şenliğe dönüştürmüştü.

Hayvan sevgisine gelince, hayvanlar da arasta ve mahalle halkından sayılırdı benim çocukluğumda. Sadece mazlumdan yana olduğum için değil, hayvan sevgisi ile insan sevgisi arasında benim için hiç fark yok ve hayvanları mazlum durumuna getirenler ne yazık ki insanlar.

***

Kitabın önsözünü, Naim’in yakın arkadaşı, aynı zamanda A.Ü Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse yazmış. Köse de önsözünde arastaların önemine değiniyor., gerek bilimsel gerekse de mizahi anılarıyla. Arastaların yaşadığı tarihi dönemlerde de (şimdiki kadar olmasa bile) cinlerle arası sıkıfıkı olanlar da var elbet. Ahmet Haşim Köse, bu dönemi hoş bir anısıyla renklendiriyor:

‘’Tanrı var mı? Bu soru fena halde kafamızı kurcalamakta. Var var, yok yok. Yarım yamalak Darwin, makul bir maymun yetmiyor onca yıla, ya varsa? Teyzemin kızı ve arkadaşlarına göre var. Cin çağırıyorlarmış, fincan marifetiyle. Cin varsa tanrı vardır, tanrı varsa cin. Gidildi teyzemlere, çağrıldı cin, gelmedi. Sizin abdestiniz yoktur denildi abdest alındı, cin yine gelmedi. Başımızı dahi örttüler de cin gelmedi. Kurtulduk bu yükten, düpedüz allahsızız. Yine gittik teyzelere Cumhur, Şuayip, Tokur ve ben, aldık bir şişe cin ve çağırdık beyzadeyi, geldi bu defa fena çarpıldık.’’

Kitap, çocukluğun yapı taşlarını kısa kısa öykücüklerle veren bir tür olsa da aslında çok da başarılı bir senaryo. Al, filme çek. Okudukça, ben kendimce çekimimi de yaptım zaten. Ama kafama takıldı. Bu kitap kesinlikle sinemaya aktarılmalıydı. Naim’e bunun da yolunu yaptım:

S.Ö. - Tabutçu Akif, Alaman Numan, Ressam Murat, Kama Cemal, Terzi Hasan, Hurdacı Hüseyin, Hötöröf Şeref…bunlar çizdiğin karakterlerden sadece birkaçı..sözcüğün tam anlamıyla kendi Amarcord’unu ortaya sermişsin gerçekten. Yalnız burada kafama takılan bir soru var. Senin yazış biçimini de bilen bir kişi olduğum için, önceki tarzlarından çok farklı bu kitap. Öyküleme ve olay örgüsü arka planda, senin bolca yaptığın anlatımın içine girerek bol gülmece unsurları katman arka planda. Çatı tümüyle tiplemeler üzerine kurulmuş. Gerçekten de amacın Fellini’nin gözleriyle yaşamının Amarcord’unu gözlemek miydi? Öyle ki, gerek karakterlerin öne çıkışı gerekse de anlatımın, tümüyle bir senaryo tekniğine dayanıyor, onun için Fellini’nin gözleriyle dedim zaten. Hani, bir tek ‘iç-dış, gece-gündüz’ çekim belirteçleri eksik. Yoksa, bu yazdığın, bir tür olarak kesinlikle senaryo. Ancak, bu kitapla yetinilecekse ister istemez bir handikap çıkıyor ortaya. Yazılan bir senaryo olarak, doldurulması gereken boşluklar çıkıyor ortaya. O karakterlerin yarattığı ortam, olaylar, ilişkiler v.b. Dilerim kafandaki bir sürprizi bozuyor olmam ama cidden de merak ediyorum. Amacın, Fellini’nin yaptığı gibi bunu perdeye taşımak mı? Kafandan bunlar mı geçiyor. Ben okuduğum kitaptan bunu anladım. Boşluklar bunlar perdeye taşınırsa dolar ancak. Bir de dediğim gibi, karakterler çok çok iyi çizilmiş ama hepsinin üstünde de yazıları eksik bırakılmış baloncuklar var. Yani, perdeye yansımasa bile, bunun çok güzel devamı gelebilir. Gelebilir değil, kesinlikle gelmeli. Kitabın bitimi de bu duygu ve izlenimi de veriyor. Öyle ki neredeyse her bir karakter başlıbaşına bir kitap olabilecek belirginlikte. Örneğin, sadece iki ölü olan bir günde, işler kesat gittiği için ‘uğursuz, uğursuz’ diye dövünen Tabutçu Akif… Buradan bakınca öyle gözüküyor.

N.K. - Fellini ve Amarcord’u benim baş tacımdır. Amarcord’u ben Siyasal’a gelince izledim. Bir ara âdeta şüpheye düştüm: Fellini acaba bizim arastada tebdil-i kıyafet mi yaşamıştı diye! Aslında benim büyüdüğüm Samsun’un Pazar mahallesi ile Rimini kardeş şehir olmalı! Yıllar sonra da Karacan Yayınları’ndan çıkan “Amarcord” kitabını okudum. O zaman, Fellini Amarcord’u yazıp çekmek için niye 53 yaşına dek beklemiş ki diye kendime sormuştum. Bu sorumun yanıtını yine kendi hayat pratiğimden aldım: bu yıl ben de 53 yaşımdayım.

Kitaptaki hikâyelerin senaryo tekniğine çok yakın olduğunu biliyorum. Bunu bilerek yaptım. Bir nedeni, görsel bir dünyayı kelimelerle resmetmeyi seviyorum. Bu arada bu yüzden Flaubert’i de sevdiğimi belirteyim. Diğer nedeni de senaryoyla uğraşıyor olmam. Kısaca değineyim; kitaptaki “Şeytan” hikâyesinin kahramanı olan köpeğin oğlu vardı, adı Acayip. Bu kitaptan epey önce Acayip’le 12 Eylül cuntasının zulmüne iyileştirilemez derecede maruz kalmış Siyasal’lı bir arkadaşımın dostluğunu, yine bu arasta içinde esnaflarla birlikte 12 Eylül darbecilerinin dangalaklıklarına hedef olmalarını ve mücadelelerini trajikomik bir şekilde senaryo haline getirdim. O senaryoya iki yönetmen farklı zamanlarda çekmek için talip oldu fakat finans kısmını çözemedikleri için senaryo şu anda bekliyor. Sorunda bahsettiğin “Benim Amarcord’um”un senaryo haline getirilmesi, zor olmayacaktır. Yeter ki öyle bir niyetle yola çıkan olsun.

***

Arasta geleneği olan, sanayileşmenin çarpıklığına henüz bulaşmamış şehirler ‘taşra’ özelliğini gösterirler. Kimi değer yargıları kolay kolay değişmez.

Bu şehirlerde yöre ve dönemler ne denli, cinlerle hocalarla içli dışlı olsa da, günlük yaşam hiç de tutucu ya da gerici olmayan bir eksende akar yaşam. Her tür yaşam tarzını ve bakış açısını içinde eritiyor gibi.Aslında Naim’in anlattıkları çoğumuzun da yaşadıkları. Benim çocukluğumda da motorlu ölüm akrobatları vardı, benim çevremdeki insanlar da saatlerini radyo ajansı başladığında kurarlardı.Örneğin, siyasi bilinçleri pek olmasa da, arasta ortamında Deniz’lerin asılmasına büyük bir tepki var.Benim ailemde de aynı tepki vardı. Hatta o idam günü sokağımızda evlere bayrak asılıp yarıya indirilmiş, pencerelere siyah perdeler takılmıştı. ( Bu arada kadınlar hamamına ben de gittim.) Bunu da sordum Naim Kandemir’e. Verdiği yanıt, ‘’Benim Amarcord’um’’un da en güzel anlatımı gibiydi:

(N.K.) "Edebiyatımızda ve sinemamızda taşra genellikle taşra kasveti olarak irdelenmiştir. Taşraya bakan yazarlarımız, sinemacılarımız zamanın akmadığı, çoğunlukla büyük kentten taşraya gelen kahraman veya taşrada doğup büyümesine karşın bulunduğu yere uyum sorunu yaşayan, sıkıntılı, arızalı karakterleri anlatmışlardır. Kısacası taşra da taşralı da hep bir dert yumağı olarak anlatılıp gösteriliyordu. Evet, bu doğruydu ama bu taşranın bir yönüydü. Taşra bu demektir, şeklinde yaratılan algının haksızlık olduğunu belirtmeliyim. Ben de bir taşra çocuğu olarak çocukluğumdan beri taşranın sadece bu olmadığını yaşayarak gördüm ve hep yukarıda bahsettiğim kompozisyonlarla karşılaştığımda şüphe ettim önce kendimden ve bizim taşradan. Acaba gözlerim mi bozuktu yoksa benim yaşadığım yer taşra değil miydi? Bir soru da şu: “kasvetli taşra” satışı kolay olan bir şey mi acaba?

Benim durduğum ve yaşadığım yerden taşraya ve taşralıya baktığımda gördüğüm: Taşralı hayatı çözmüş! Çözüm anahtarı da şu: hayatın yarısı cinsellik ise yarısı da mizah!

Taşralının apolitik olduğuna dair algıya da katılmak mümkün değil. Onların politikayla ilgilenmeleri kendi özgün mecralarında ve standartları taşraya has. Taşradaki politik ilgilenim mizah ve cinsellikle de sarmal haldedir. Öyle ki farklı dönemlerde öne çıkan liderler ve eşleriyle ilgili efsaneler üretme merkezi olur taşra. Hatırlarsak; bir liderin eşinin kuaförü, terzisi, ayakkabıcısı ile ilgili rivayetler ve bunların polisiye ile harmanlanarak ortadan kaldırıldıklarına dek senaryoların yazılması…Taşrada politika yapma-konuşma yerleri de çeşitlidir: mahalle berberinde içki alemlerinde ve hatta hamamda göbektaşında…Herkesin taşrası kendine güzel gelir!’’

Kısacası bu kitabı edinmeye bakın. Hele ‘Amarcord’u görenler kaçırmamalı. Buradan kendi çocukluğunuza, kendi yurdunuza ineceksiniz. Siz de ‘Hatırlıyorum’ diyeceksiniz.

Söyleşiyi, okuldaki ses yarışmasına giren Tokur’a babası Dursun’un söylediği sözle noktalıyorum:

‘’Her çocuğun sesi güzeldir Tokur.’’

_____________________________________

Benim Amarcord’um, Naim Kandemir, Notabene Yayınları, 2014'Ankara,111 Sayfa


dizin    üst    geri    ileri  

 



 32 

 SÜJE  /  Semih Özcan - Naim Kandemir  /  yirmi iki temmuz iki bin on dört     5