Bilmediğim bir şehre girdiğimde, benim tanımadığım; ama beni tanıyan bir
çocuk, seslendi. Adımla, daha önceden hiç duymamıştım bu adımı, sonra
bütün harfleri unutmamak için yavaş yavaş beynime adımladım ve kendime
adadım, ismimi. O an içimden çıkan bir ben vardı da yabancı gibi
bakıyordum, kendime; ya isim benim değildi ya da kendim benim. Tuhaftı,
her şey o birden bire beliren tezgahında belki tuhaflık satıyordu, en
çok. Dışarının zifiri karanlığına nispeten aydınlıktı, içerisi ve
seslendi, beyaz perde arkasındaki çırağına:
_ Bir takım getir, yeni müşterimiz alacak.
Çocuğun sesi büyüyen bir adamın sesi oldu; derin, soğuk… Biraz önceki
tanıdık sesin verdiği samimiyetin bıçaktan keskin tarafı. Hissetmek gibi
değil; duymak gibi bir şeydi. Kesiyordu, duyuyordum, perde arkasındaki
yoğun bakım ünitesindeki çırak. Hemen yanıtını verdi, tiz sesle:
_ Şimdi ordayım, getiriyorum tuhaflıkları.
Bocaladım, belayı sezinleyen içgüdümle.
_ Ama ben, ama ben daha ne alacağımım bilmiyorum ki!
Çokça kızdım kendime vereceğim cevapta tedirginlik ve korku olmamalıydı.
Sonra hatırladım, evet ya bir rüyanın içindeydim ve cümleler bir tek
rüyada değiştirilerek replik edilebilirdi. Çocuğun aman adamın gözlerine
dik dik bakıp arsızca, sırf bahane üretip bulunduğum korkulu yerden
uzaklaşmak adına:
Ama benim bu bir takım tuhaflıkları satın alacak param yok ki, dedim. Tam
arkamı dönüp aydınlık; ama huzursuz yerden çıkacakken tekrar çocuk oldu,
adam:
_ Parayla olduğunu da kim söyledi, sadece bir bilmece çözeceksin o kadar.
_ Bilmece, tuhaf ben adımı bile bilmiyorum.
_ Elbette tuhaf olması normal, bak şu tabelaya burası “Tuhaflıklar
Dükkanı”. Hem unutma sana gelen ben değilim; buraya gelen sensin.
Kendini, kendin getirdin buraya, çözeceğin bilmece senin.
Öylesine gevşek ve rahattı ki hareketlerine yetişemiyordum. Paketin
gelmesini beklemeden ellerini omzuma atıp kapının eşiğine sürükledi,
beni. Karanlık ve aydınlık arasındaki bir çizgide beni karanlığa doğru
itip kararlı bir sesle:
_ Her karanlık, aydınlığı kendi bulur; çünkü ikisi belki kardeş belki
sevgilidir. Dahası aydınlık karanlığı gizler. Git ve karanlığındaki ışığı
bul.
İki eliyle olanca gücü ile itekledi, yere kapandım. Arkamı dönüp
baktığımda çocuk, adam, “Tuhaflıklar Dükkanı” yoktu, her şey karanlıktı.
Titriyordum, ağlamaya yakın yoooo ağlamayacaktım; babam öğretmişti,
hatırladım. “Ne olursa olsun ağlamayacaksın! Gözlerimin içine bak
korkmadan, sadece doğruyu söyle yeter.” Evet ya karanlıktaki parolam
buydu. Doğru… Daha emin adımlarla ayağa kalktım, daha korkusuz, daha
kendimi bilen yalnız bir tek adım yoktu. Körebe oynama yaşına geç kalan
bir insan gibi. Bir adımla meğerse ne çok şeyler yanıma geliyormuş, insan
gölgelerden de ibaret olsa. Saçmalıyorum, biliyorum; ama burası zaman
labirenti; zaman, en çok da varlıklar silikleşir. Göl, ağaç ve arkadaş…
Diz çöktüm ağacın dibine, karanlık, derin ve belirtili bu ağacın
kovuğunda pusu kurmuş yatıyor. Ben ağacı biraz biraz daha hissettikçe
arkadaşım sözde olmamalı ki yalnız bırakıp:
_ Gitme boş ver, dönelim her şeyi bilmek zorunda değilsin.
_ Olmaz, sen dön istersen, ben öğreneğim, çözeceğim bu bilmeceyi.
Ellerimi daldırdım ağacın kovuğuna, oysa ben ne çok korkarım derin ve
karanlık şeylerden _doğru_ çınlıyor kulağımda ve inadına daldırıyorum,
ellerimi ağacın kovuğuna. Birincisinde _gövdesinin yarısı kesilmiş,
düşmeye hazır_ başka medeniyetlere ait eski paralar buluyorum ve tepemde
bir karga önce ötüyor sonra konuşuyor:
_ Bırak onları, onlar önemsiz asıl önemlileri geride kalanlar.
_ İyi de sen de nerden biliyorsun önemli ve önemsizleri?
_ Onları başka ülkelerden buraya karanlık çökmeden taşıyan benim.
Arkadaşım ta uzaklaştığı yerden bağırıyor. “Dön, dedim; sana, karga
uğursuzluktur, işte. Karga en kalın sesi ile bir kez daha ötüyor, ben
elimi bir kez daha daldırıyorum ağacın kovuğuna. İkinci kez sararmış bir
defter çıkarıyorum, karanlıkta yazısını seçecek türden. Osmanlıca yazılı,
çatpat okumaya çalışıyorum, liseli bir erkek çocuğuna ait.