Belli ki kendini aşmak istiyor insan. Tüm insan olmak istiyor.
Ayrı bir birey olmakla yetinmiyor; bireysel yaşamın kopmuşluğundan
kurtulmaya, bireyciliğinin bütün sınırlılığı ile onu yoksun bıraktığı,
ama onun gene de sezip özlediği, bir doluluğa, daha doğru, daha
anlamlı bir dünyaya geçmek için çabalıyor. Kişiliğinin geçici,
rasgele sınırları, yaşayışının kapanıklığı içinde kendini tüketmek
zorunluluğuna baş kaldırıyor. İstiyor ki, "benliğinden" ötede, kendi
dışında ama gene de kendi için vazgeçilmez bir şeyin parçası olsun.
Çevresindeki dünyayı soğurmayı, kendisinin kılmayı, meraklı, çevreye-aç
benliğini bilimin, tekniğin en uzak burçlarına, atomun en gizli
derinliklerine değin yönetmeyi, sınırlı benliğini sanatta toplu yaşayışla
birleştirmeyi, bireyselliğini toplumsallaştırmayı özlüyor.
Eğer bireyden ötede bir şey olmak insanın özünde olmasaydı, boş,
anlamsız bir istek olurdu bu. Çünkü bu durumda insan bir birey olarak da
bir bütün, olabileceği her şey olmuş olurdu. İnsanın çoğalma, bütünlenme
isteği de gösteriyor ki bireyden ötede bir şeydir insan. Bütünlüğe ancak
başkalarında kendi yaşantısı olabilecek yaşantıları görüp onları kendinin
kılmakla varabileceğini sezer. Ne var ki, insanın gerçekleştirebileceğini
düşündüğü yaşantılar, insanlığın bütün olarak başından geçebilecek her
şeyi içine alır. Bireyin bütünle böylece kaynaşması için vazgeçilmez bir
araçtır sanat. İnsanın sınırsız birleşme, yaşantıları ve düşünceleri
paylaşma yeteneğini yansıtır.
(...)
Sanatçı olabilmek için yaşantıyı yakalayıp tutmak, onu belleğe,
belleği anlatıma, gereçleri biçime dönüştürmek gerekir. Duyuş her şey
değildir sanatçı için; işini bilip sevmesi, bütün kurallarını,
inceliklerini, biçimlerini, yöntemlerini tanıması, böylece de hırçın
doğayı uysallaştırıp sanatın bağıtlarına uydurması gerekir. Sözde
sanatçıyı tüketen tutku, gerçek sanatçının yardımcısı olur:
sanatçı azgın canavara boyun eğmez, onu evcilleştirir.
(...)
Gittikçe çoğalan kanıtların zenginliğine bakarak sanatın başlangıçta
büyü olduğu, gerçek ama bilinmeyen bir dünyaya egemen olmaya
yarayan tılsımlı bir araç olduğu sonucuna varabiliriz. Din de, bilim de,
gizli bir biçimde -tıpkı bir tohum gibi- büyüde birleşiyordu. Sanatın bu
büyücülük görevi giderek toplumsal ilişkilere ışık tutmak, yoğunlaşan
toplumlardaki insanları aydınlatmak, insanların toplumsal gerçekleri
tanıyıp değiştirmelerine yardım etmek görevine dönüştü. Çok yanlı
ilişkileri, toplumsal çatışmaları ile oldukça karmaşık bir toplum bir
"efsane" yoluyla açıklanamaz. Ayrıntıları noktası noktasına tanımayı, her
şeyi kapsayan bir bilinci gerektiren böyle bir toplumda, büyünün geçerli
olduğu eski çağların sert kalıplarını kırmak, daha açık biçimlere,
örneğin romandaki özgürlüğe kavuşmak için önüne geçilmez bir istek ergeç
duyulur. Belli bir dönemde, toplumun eriştiği düzeye göre sanatın bu iki
öğesinde biri daha ağır basabilir -kimi zaman çağrışımlarla büyüyen yanı,
kimi zamansa ussal ve aydınlatıcı yanı, kimi zaman sezgi, kimi zamansa
yargı gücünü kesinleştiren yanı. Ama ister oyalasın, ister uyarsın, ister
gölgelendirsin, ister aydınlatsın hiçbir zaman gerçekliğin katı bir
tanımlaması değildir sanat. Sanatın görevi her zaman insanı bütünlüğü
içinde heyecanlandırmak, kendisini bir başkasının yaşamı ile bir
görebilmesini, başkalarında kendisinin olabilecek yaşantıları
benimsemesini sağlamaktır.
(...)
Alın yazısı dünyayı değiştirmek olan bir sınıf için sanatın görevinin
büyülemek yerine, aydınlatmak, eyleme itmek olması ne denli doğruysa,
sanatta büyünün payının da bütünü ile bir yana bırakılamayacağı o denli
doğrudur. Çünkü özündeki büyüden yoksun oldu mu, sanat sanat olmaktan
çıkar.
Gelişimin bütün dönemlerinde, ağırbaşlıyken de, eğlendiriciyken de,
inandırırken de, abartırken de, anlamlıyken de, anlamsızken de, düşleri
işlerken de, gerçekleri işlerken de büyünün her zaman bir payı olmuştur
sanatta.
Sanat insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. Ama
salt özünde taşıdığı büyü yüzünden de gereklidir sanat.