Güneş yorgun ve bitkin. Işınları yeryüzüne dermansız ulaşıyor. Yarı yolda
soluğu kesilmiş gibi. Oysa cemreler çoktan düşmüş; görevlerini yerine
getirememenin mahcubiyetiyle yazın gelmesini bekleyen insanlar gibi
küskün bekleyişe geçmişlerdi. Nasıl bir yazdı ki bu az önce sağanakla
başlayan yağmur, çakıl taşı büyüklüğünde yağan buz parçalarına bırakmıştı
yerini. Hava katman katman duman renkli bulutlarla kaplıydı. Henüz
ayaklardan botlar, sırttan hırkalar atılmamıştı. Deniz ise yazın insan
sıcaklığına duyduğu hasretini henüz tek tük gelen sınır ve pandemi
tanımayan turistlerle gideriyordu.
Izgarada pişen balıkların kokusuna sinmiş hafif bir anason aroması, akan
trafiğin egzoz ifrazatına karışıyor, niyet taşımayanların aklını çeliyor,
restoranın geniş park yerine direksiyon kırdırıyordu. Denize dikilmiş
kalın kazıklar üstüne kurulu tik ağacından dev iskele gelenlere imtiyaz
sunuyordu. İtinalı bir simetriyle yerleştirilmiş masalarda beyaz örtüler
parıldıyordu. Garsonlar iki dirhem bir çekirdekti. Gömlekleri, martıların
fosforlu beyazını kıskandıracak parlaklıktaydı. Üstlerine giydikleri
fevkalade lacivert yelekler ise denize eski günlerini anımsatıyordu.
Yağmur başladığında iskelenin otomatik çatısı, teknolojinin maharetini
gözlere sokmak istercesine gıcırtılar eşliğinde kapatılmış, masalar az
biraz kenarlardan içeri çekilmişti.
Garsonlar afili kıyafetleriyle masaları değerli müşterilerinin
ıslanmayacağı şekilde taşırken gösterdikleri hürmet göz yaşartıcıydı.
Aynı anda üstü ağdalı bir kirlilikte beyaz köpüklerle kaplı hafif
çalkantılı denizin minik dalgaları iskelenin kazıklarına tosladıkça canı
çekilir gibi iç çekip mırıldanıyordu.
“Tamam evladım, biz iyiyiz. Artık ara sıcaklarımızı yavaştan getir,
yanına da yaş üzümden bir 35’lik kap!”
“Tabii ki efendim.”
Garson henüz uzaklaşmadan Nike şapkasını yandan çarklı takmış çocuk
sızlandı.
“Ben balık istemiyorum. Köfte ve patates yiyeceğim.”
Anne bir sarkaç gibi sallanan damla pırlanta küpelerini sağa sola
çalkalandırdı. Yapılı saçları beslendiği köpükten güç alarak kılını
kımıldatmadı.
“Aaa olur mu çocuğum, tabi ki balık yiyeceksin! Senin herkesten çok
fosfora ihtiyacın var. Büyürken yeterli vitamin almazsan boy atamazsın.”
Baba göbeğini zorlukla kapatan gömleğinin düğmelerinin sabrını zorlayan
bir kahkaha attı.
“Annen haklı aslanım! Sonra boyun kısa kalır, pipin de büyümez, ona
göre!”
Kadın hışımla kocasına baktı. Gözlerini açarak ona ihtar vermeye
çalıştıysa da yüzünün tefe benzer gerginliğinden, kaslarının en fazla
dört ay sürecek felcinden dolayı yapamadı bunu. Bu kez gözlerindeki kaz
çizgilerine, alın bölgesindeki izlerine, dudak üstü ve kenarlarındaki
gülme mimiklerine fazlaca abandığını ve yaptırdığı işlemi biraz abartmış
olduğunu sabah yüzüne buhar tutarken düşünmüştü.
“Baban öyle demek istemedi yavrum. Sen koç gibisin! Büyüyünce kim bilir
ne çok kızın kalbini kıracaksın. Bütün kızlar arkandan koşacak, nerde
bulacaklar senin gibi yakışıklısını, dimi babası?”
Baba aşağı bakan bıyıklarını yerlerine mıhladı.
“Tabi ki oğlum koç gibi. Babası gibi!”
Son cümlesi oğlundan ziyade karısına söylenmiş gibiydi. Kadın bunu
anladığını belli edercesine yüzünde olması gereken mahcup gülümsemeye
eşlik eden bir saçını düzeltme hareketi yaptı.
“Bana ne ya! Ben köfte patates istiyorum işte!”
Kadın oğlunun ortalığı inleten uluması karşısında etrafına bakındı.
“Aaa deli misin oğlum ne bağırıyorsun? Bizi el aleme rezil mi edeceksin?
Tamam ne yiyeceksen ye. Boyun kısa kaldığında sonra bize ağlayarak
gelme!”
Babası ekledi.
“Şeyi de!”
Az sonra denizin birçok sakini o masadaki tabakların içindeydi. Yeme, önce
lezzeti hissederek başladı, ardından zevkin doruklarında kalma isteği
hâkim oldu, en sonunda ise yabana gitmesin zorlamasıyla noktalandı.
Erkeğin gömlek düğmelerinden birkaçı basınca daha fazla dayanamadığından
kendilerini iskelenin kertiklerinden denize attılar kendilerini. Kadının
az biraz fazlalıklarını örtmek gayretiyle kuşandığı pushup taytı, mide ve
bağırsaklarına inen fazlalıkları daha fazla baskılayamadı, göbeği neyse o
olarak meydana çıktı. Çocuk ise yediği porsiyonlarca köfte ve patatesi
bastırmak üzere içtiği kolaların etkisiyle ya geğirdi ya osurdu.
Gitme vakti gelmişti. Ödedikleri faturanın kabarıklığı ve bir dahaki
sefere geldiklerinde özel muamele görme isteğiyle saçtıkları bahşişin
gururuyla otoparkta bekleyen dört çeker Mercedes’lerinin yanına gittiler.
Şoför arabadan saygıyla fırladı, binmeleri için kapıları açtı.
Erkek, hay allah bu garibe git sen de yemek ye demeyi unutmuşum, diye
aklından geçirdi. Yeni arabanın mis gibi deri kokusu şoföre duyduğu cılız
sızıyı unutturdu.
Güneş açmıştı. Aile, yedikleri onlara yaramış ve güç kazandırmış gibi
parlıyordu. Arabada klimalar açıldı, terler silindi, rujlar tazelendi,
osuruklar salındı.
Çocuk babaannesine bırakılacak, karı koca felekten bir gece
geçireceklerdi. Ne var ki gelen telefon erkeğin canını sıktı.
“Si.tiğimin doğa manyağı deyyusları! Arıtma çalışmıyor diye bizi ihbar
etmişler. Onların herbirinin a.ına koyacam!”
“A, çocuğun yanında küfretmesene, nasıl olsa halledersin canım. Verirsin
birkaç kuruş kapatırsın yine ağızlarını. Ama siz de artık yaptırsanıza bu
arıtma mı neyse, onu!”
“Açtırma ağzımı şimdi! Onu yaptırmak kaç milyon biliyor musun sen? Ayrıca
erkek adam küfretmeyi bilmeli, küfürsüz yiğit mi olur, değil mi aslanım?”
Çocuk elinde kumandası koltuğun arkasına gömülü mini televizyonda
birbirlerine ateş ederek ölüm saçan bir oyunu oynuyordu. Hiç düşünmeden
cevapladı.
“Hı hı!”
Arabanın filtreli camından ilgisizce dışarıyı seyrettiler. Sanal bir
oyunun içindeymişler gibi geçtikleri yerlerden binalar yükseldi.
Sabah hizmetçi kadın kapıyı açtı. Zihninde çekingen bir melodi.
Ayakkabılarını çıkardı. Terliklerini giydi. Etrafına bakındı, ev dağınık
değildi. İyi, diye düşündü. Bugün işim erken biter. Pencereleri açtı.
Kendisine kahve makinesinde bir kapuçino hazırladı. Oh ne müthiş bir
kahve. Kahvesini bitirdiğinde üst kata çıktı. Aklında dönüp duran melodi
diline indi. Nasıl olsa evde kimse yok, diye düşündü. Söyleyebilirim.
Çocuğun odasına gitti. Babaannesinde olacağını biliyordu. Pencereleri
açtı. Yolunun üstündeki banyoya girdi. Bütün havluları kirliye attı.
Ebeveyn odasına geçerken telefonu çaldı. Kızının, anne gelirken bana pet
alır mısın lütfen, diyen sesine, tabii ki kızım, diye karşılık verdi
şefkatle. Telefonu kapattı.
Kendi evleri büyüklüğündeki yatak odasının kapısının altın kaplama
tokmağına uzandı. Bu odadan nefret ederdi. Gözünde dünyadaki bütün
çirkinliklerin toplandığı yerdi burası. Kapıyı açtı. Elli metrekarelik
oda, gün ışığı altında parıldıyordu. Aydınlığa alışması için gözlerini
kıstı. İlk gördüğü iki kişilik yatağın pespembe, örümcek ağı inceliğinde
bir şeyle kaplı olduğuydu. Önce onu yeni bir tür cibinlik sandı. Zenginler
paralarını nereye harcayacaklarını bilemiyorlar, para çok ya, diye geçti
aklından. Yatağa yaklaştı. Gördüğünü önce anlamlandıramadı sonra da
dehşetle geri sıçradı.
Karı koca hâlâ yataktaydılar. Bir gün önce minik dalgaların iskelenin
kazıklarına tosladıkça cansız mırıldanmalarına benzer nefes almaya
çalışıyorlardı. Etraflarında yedikleri balıklar, kalamarlar, midyeler,
ahtapotlar vardı. Karaya vurmuş gibi yatağa saçılmışlardı. Üstlerini
örten pembe cibinlik sandığı şeyin ise ağızlarından sızdığı
anlaşılıyordu. Yer yer kararmaya başlayan bir tür salyaya benziyordu.
Hizmetkar korkudan yere yuvarlandı. Dilindeki melodi sustu. İmdat diye
haykırdı.