ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu   







HEP DOĞRU MU SÖYLERSİN?



Bazen akıl ile dil birbirine ters düşer. Dilin kemiği yok denir. Ondan mıdır? Akıl dediğimiz, düşüncelerimizi içeren, eylemlerimizi yöneten, davranışlarımızı, kişiliğimizi biçimlendiren karmaşık bir sistem. Peki onun kemiği var mı? Aklımızdaki doğruyu dilimize dökerken bir bakarız aklın doğrusu dilde şaşmış. Söylemek istediklerimizin dışına çıkmış, her şey arap saçına dönmüş. Yıllardır beraber olduğum insana, ömrümüzün geri kalanını güzel geçirmemiz için güzel bir teklifte bulunmayı düşündüm. Henüz eklemlerimiz bize ihanet etmeden ve vakit geç olmadan ona hayalini kurduğu ve benim iş nedeniyle onu geri çevirdiğim doğa gezilerini yapmanın zamanı geldiğini söyleyecektim.

"Bak sana ne diyeceğim. Ömür o kadar kısa ki tam yaşamaya hazırlanırken bu hayattan ayrılıp gidiyoruz. Oysa yaşam bize emanet verilmiştir. Eğer yaşamaya hazırlanırken ömür elimizden kayıp gidiyorsa, sana verilen yaşamın emanetçisi olarak onu iyi yönetememişiz demektir. Bunun hala farkında değilsen, yaşam hazineni anlık hevesler uğruna bir çırpıda tüketen bir müsrifsin. Yani lüks tüketimdesin. Bunu düzeltmek elimizde. Diyorum ki… "

"Yanılıyorsun."

Konuşmamı tamamlamadan cevap verince esas söylemek istediğim sürpriz dilimin ucunda takılı kaldı.

"Neden?"

"Bunları söyledin diye sağlıklı bir zihne mi sahip oluyorsun? Söylediklerin doğru ama önce etrafına bir bak, yaptıklarını yapmadıklarını bir gör sonra yaşamı iyi mi kullandım, kötü mü kullandım, o zaman sorgula. Zihnin karma karışık senin, o nedenle sen yaşamını düzeltemezsin. "

Gözlerinde bana karşı bir nefret sezdim. Konuşmasına ara verdi sandığımda içinde biriktirdikleriyle benimle hesaplaşmaya devam ediyordu.

"Kaç gündür sana banyonun musluğu damlatıyor diyorum sen ilgilenmiyorsun, yukarıya çıkarken on dokuzuncu basamak her an kırıldı kırılacak. O hesabını yaptığın yaşam ayağımızın altından uçuverecek. Ama senin için kendinden başka kimse önemli değil. Şimdi yaşamı güzelleştirmeye yönelik güzel sözler üretip gerçekleri saklayamazsın. Ayrıca geçen akşam gittiğimiz sergi açılışında herkes hayranlıkla eserleri seyrederken sen, bir elin cebinde ortalıkta ilgisizce dolaşıyordun. Yani ben de sana demek istiyorum ki senin zihnin meşgul. Zihnini meşgul edenleri uzaklaştır ve bırak özgür kalsın. Sonra yaşamımızın emanetçileri olarak onu çarçur mu ediyoruz, kıymetlendiriyor muyuz düşünürüz."

"Lafın hiç bitmeyecek sandım. İçinde sakladığın başka şeyler yok mu? Onları da savur yüzüme. Az önce söylediğin musluk gibi tıp tıp yıllardır beynimin içine damlatıyor, beni çıldırtıyorsun. Hiç bir zaman,’ne iyi düşündün’, ‘ben de seninle hemfikirim’ veya ‘haklısın’ demiyor, sürekli eleştiriyorsun. Peki senin zihnin özgür mü? Sürekli ben ne yapmışım ne yapmamışım, onun kontrol amirliğini yapıyorsun."

Her ikimizde birbirimize acımasızca saldırıyorduk. Sevgi dolu günler bir tarafa atılmış, hatalar, kusurlar dolu dizgin dilimizden fırlıyordu.

"Özgür tabi. Hayattan zevk alıyorum, eğlenebiliyorum, heyecanlanıyorum. Etrafımda olan bitene ilgisiz kalmıyorum. Daha ne olsun?

"Öyle sanıyorsun. İlgiliymiş! Kaç gündür dolapta duran gömleğimin düğmesi kopuk öylece duruyor. Akşamları işten eve geldiğimde önüme koyduğun yemeğin ya tuzu ya yağı eksik. Bunlara ne diyeceksin?" 

"Tesadüf "

"Hoppala! Nesi tesadüf bunların?"

"Bak dinle, nesi mi tesadüf? O gün sen otobüsünü kaçırıp benim bindiğim otobüse binmeseydin, elindeki biletin numarasını doğru okusaydın, arka koltuklardan birinde oturuyor olacaktın. Böylelikle ben seninle tesadüfen tanışıp hayatında olmayacaktım. Veya sen benimle tesadüfen tanışıp hayatımda olmayacaktın. Anladın mı? "

"Anladım tabi. Demek ki senin için bir şansmışım."

"İşte bak buna gülerim. Çünkü sen şans olsaydın bugün bana kopuk düğmeni, tuzu veya yağı az yemeği söyleyen biri olmazdın. Şimdi senin yaşamı iyi kullanmana gelirsek, sen yaşamı benim sırtımdan iyi kullanıyorsun. Yıllardır yaşamımı kenarından köşesinden tırtıklaya tırtıklaya paçavra ettin. Kalkmış bana yaşamı iyi kullanma nutukları çekiyorsun. Daha açık söyleyeyim mi? "

"Söyle."

"Sen kendinle olmayı dahi beceremiyorsun."

Ona cevap vermeye devam edemedim. Çünkü, yıllardır onu ne kadar üzdüğümü fark ettim. Demek ki onu anlamak için hiç uğraşmamışım ya da kavga bile etmemişim. Kendimi anlamış mıydım! Aklımın dümenine geçen dilim beni yanlış bir yöne mi sürüklüyordu? Bir süre sustum.

"Ben kendimle değil, seninle olmayı beceremedim. Oysa bu konuşmaya başlarken amacım seni mutlu etmekti. Ancak konu başka yönlere evrildi. Bana karşı duygularını öğrendim. Üzüldüm. Seni daha fazla üzmeyeceğim."

O günden sonra geçen zamanı hatırlamıyorum. Önce kendime çok öfkeliydim. Gerçekten ben kendimle olmayı başaramıyor muydum. Söylemek istediklerimi söyletmeyen, aklımın dümenini eline geçiren dilimi kökünden kesip atmak istedim. Vazgeçtim. Ruhumda o kadar acı varken bedenime bu acıyı çektirmeye hakkım yoktu. Belki beş altı yıldır onu görmüyorum. En son gördüğüm yer boşanma için gittiğimiz mahkeme salonuydu, tek celsede boşandık. Onu anlatmayacağım çünkü yüzüne bile bakamadım. Kendim, peki ya kendim? Kendimle olmayı başarabileceğim, dilimin egemenliğine son vermek için daha az konuşacağım, daha çok düşüneceğim meczup vari bir yaşama çekildim. Şimdi yaşam daha da kısa geliyor gözüme, hatta hiç yokmuş gibi.

Ankara

içindekiler    üst    geri    ileri   




 42