Bazen akıl ile dil birbirine ters düşer. Dilin kemiği yok denir. Ondan
mıdır? Akıl dediğimiz, düşüncelerimizi içeren, eylemlerimizi yöneten,
davranışlarımızı, kişiliğimizi biçimlendiren karmaşık bir sistem. Peki
onun kemiği var mı? Aklımızdaki doğruyu dilimize dökerken bir bakarız
aklın doğrusu dilde şaşmış. Söylemek istediklerimizin dışına çıkmış, her
şey arap saçına dönmüş. Yıllardır beraber olduğum insana, ömrümüzün geri
kalanını güzel geçirmemiz için güzel bir teklifte bulunmayı düşündüm.
Henüz eklemlerimiz bize ihanet etmeden ve vakit geç olmadan ona hayalini
kurduğu ve benim iş nedeniyle onu geri çevirdiğim doğa gezilerini
yapmanın zamanı geldiğini söyleyecektim.
"Bak sana ne diyeceğim. Ömür o kadar kısa ki tam yaşamaya hazırlanırken
bu hayattan ayrılıp gidiyoruz. Oysa yaşam bize emanet verilmiştir. Eğer
yaşamaya hazırlanırken ömür elimizden kayıp gidiyorsa, sana verilen
yaşamın emanetçisi olarak onu iyi yönetememişiz demektir. Bunun hala
farkında değilsen, yaşam hazineni anlık hevesler uğruna bir çırpıda
tüketen bir müsrifsin. Yani lüks tüketimdesin. Bunu düzeltmek elimizde.
Diyorum ki… "
"Yanılıyorsun."
Konuşmamı tamamlamadan cevap verince esas söylemek istediğim sürpriz
dilimin ucunda takılı kaldı.
"Neden?"
"Bunları söyledin diye sağlıklı bir zihne mi sahip oluyorsun?
Söylediklerin doğru ama önce etrafına bir bak, yaptıklarını
yapmadıklarını bir gör sonra yaşamı iyi mi kullandım, kötü mü kullandım,
o zaman sorgula. Zihnin karma karışık senin, o nedenle sen yaşamını
düzeltemezsin. "
Gözlerinde bana karşı bir nefret sezdim. Konuşmasına ara verdi sandığımda
içinde biriktirdikleriyle benimle hesaplaşmaya devam ediyordu.
"Kaç gündür sana banyonun musluğu damlatıyor diyorum sen ilgilenmiyorsun,
yukarıya çıkarken on dokuzuncu basamak her an kırıldı kırılacak. O
hesabını yaptığın yaşam ayağımızın altından uçuverecek. Ama senin için
kendinden başka kimse önemli değil. Şimdi yaşamı güzelleştirmeye yönelik
güzel sözler üretip gerçekleri saklayamazsın. Ayrıca geçen akşam
gittiğimiz sergi açılışında herkes hayranlıkla eserleri seyrederken sen,
bir elin cebinde ortalıkta ilgisizce dolaşıyordun. Yani ben de sana demek
istiyorum ki senin zihnin meşgul. Zihnini meşgul edenleri uzaklaştır ve
bırak özgür kalsın. Sonra yaşamımızın emanetçileri olarak onu çarçur mu
ediyoruz, kıymetlendiriyor muyuz düşünürüz."
"Lafın hiç bitmeyecek sandım. İçinde sakladığın başka şeyler yok mu?
Onları da savur yüzüme. Az önce söylediğin musluk gibi tıp tıp yıllardır
beynimin içine damlatıyor, beni çıldırtıyorsun. Hiç bir zaman,’ne iyi
düşündün’, ‘ben de seninle hemfikirim’ veya ‘haklısın’ demiyor, sürekli
eleştiriyorsun. Peki senin zihnin özgür mü? Sürekli ben ne yapmışım ne
yapmamışım, onun kontrol amirliğini yapıyorsun."
Her ikimizde birbirimize acımasızca saldırıyorduk. Sevgi dolu günler bir
tarafa atılmış, hatalar, kusurlar dolu dizgin dilimizden fırlıyordu.
"Özgür tabi. Hayattan zevk alıyorum, eğlenebiliyorum, heyecanlanıyorum.
Etrafımda olan bitene ilgisiz kalmıyorum. Daha ne olsun?
"Öyle sanıyorsun. İlgiliymiş! Kaç gündür dolapta duran gömleğimin
düğmesi kopuk öylece duruyor. Akşamları işten eve geldiğimde önüme
koyduğun yemeğin ya tuzu ya yağı eksik.
Bunlara ne diyeceksin?"
"Tesadüf "
"Hoppala! Nesi tesadüf bunların?"
"Bak dinle, nesi mi tesadüf? O gün sen otobüsünü kaçırıp benim bindiğim
otobüse binmeseydin, elindeki biletin numarasını doğru okusaydın, arka
koltuklardan birinde oturuyor olacaktın. Böylelikle ben seninle tesadüfen
tanışıp hayatında olmayacaktım. Veya sen benimle tesadüfen tanışıp
hayatımda olmayacaktın. Anladın mı? "
"Anladım tabi. Demek ki senin için bir şansmışım."
"İşte bak buna gülerim. Çünkü sen şans olsaydın bugün bana kopuk
düğmeni, tuzu veya yağı az yemeği söyleyen biri olmazdın. Şimdi senin
yaşamı iyi kullanmana gelirsek, sen yaşamı benim sırtımdan iyi
kullanıyorsun. Yıllardır yaşamımı kenarından köşesinden tırtıklaya
tırtıklaya paçavra ettin. Kalkmış bana yaşamı iyi kullanma nutukları
çekiyorsun.
Daha açık söyleyeyim mi? "
"Söyle."
"Sen kendinle olmayı dahi beceremiyorsun."
Ona cevap vermeye devam edemedim. Çünkü, yıllardır onu ne kadar üzdüğümü
fark ettim. Demek ki onu anlamak için hiç uğraşmamışım ya da kavga bile
etmemişim. Kendimi anlamış mıydım! Aklımın dümenine geçen dilim beni
yanlış bir yöne mi sürüklüyordu? Bir süre sustum.
"Ben kendimle değil, seninle olmayı beceremedim. Oysa bu konuşmaya
başlarken amacım seni mutlu etmekti. Ancak konu başka yönlere evrildi.
Bana karşı duygularını öğrendim. Üzüldüm. Seni daha fazla üzmeyeceğim."
O günden sonra geçen zamanı hatırlamıyorum. Önce kendime çok öfkeliydim.
Gerçekten ben kendimle olmayı başaramıyor muydum. Söylemek istediklerimi
söyletmeyen, aklımın dümenini eline geçiren dilimi kökünden kesip atmak
istedim. Vazgeçtim. Ruhumda o kadar acı varken bedenime bu acıyı
çektirmeye hakkım yoktu. Belki beş altı yıldır onu görmüyorum. En son
gördüğüm yer boşanma için gittiğimiz mahkeme salonuydu, tek celsede
boşandık. Onu anlatmayacağım çünkü yüzüne bile bakamadım. Kendim, peki ya
kendim? Kendimle olmayı başarabileceğim, dilimin egemenliğine son vermek
için daha az konuşacağım, daha çok düşüneceğim meczup vari bir yaşama
çekildim. Şimdi yaşam daha da kısa geliyor gözüme, hatta hiç yokmuş gibi.