Pencereden sızan ışıkla Zeloş gözlerini araladı, tekrar kapatıp öbür yana
döndü. Başını iyice yastığa yerleştirip horlamaya başladı. Sonra birden
bağırarak uyandı. Kötü bir rüya görmüştü. Bütün vücudu titriyordu. Hüso
yatakta yoktu. Sokakta çöp arabasının başındaydı.
Rüyasında Hüso büyük bir dağın tepesinden aşağı yuvarlanıyor ve
kayboluyordu. Zeloş bir turna kuşu oluyor, gökyüzünde nazlı nazlı
süzülerek onu arıyor, bulamıyordu. Sonra bir koyun oluyor, meleyerek
Hüso’yu arıyor yine bulamıyordu. Akşama doğru onu karşıki dağın tepesinde
görüyor. Yeniden insan kılığına girip kollarını açıp epey uçarak o dağın
başına konuyor, elini uzatıyor ve tam onu yakalayacakken bir kara kartal
gelip Hüso’yu kapıyor, gözden kayboluyordu.
Avluda yağ tenekelerinin içindeki sardunyalar ve güller çiçek açmış, asma
da iştah kabartan yeşil yapraklarla donanmıştı. Duvar diplerindeki
yarıklarda karıncalar, çiçek yapraklarında yaprak bitleri, asmanın
dallarında da uğur böcekleri hep birlikte yeniden doğmanın coşkusunu
yaşıyorlardı.
Asmanın yaprakları tam sarmalık olmuştu. Dün sokakta komşularıyla
otururken Döne “Kız Zeloş daha sarmadın mı yaprakları, kartlaşacaklar.”
deyince Zeloş “Kız anam kolay mı dört nüfusa sarma sarmak, hepsi
boğazlı.”demişti. Komşular birbirine bakmış gülüşmüş” Kız bu üşendiğinden
sarmıyor, koca kıçını kaldıramıyor ki! “ diyerek fısıldaşmışlardı.
Mahallede adı uykucu Zeloş’a çıkmıştı. Son zamanlarda her gün öğleden
sonra iki üç saat uyurdu. Akşamları mutfakta işi bitince hemen kıvrılırdı
asmanın altındaki somyaya. Epey kilo almıştı çok uyumaktan.
Zeloş karyoladan indi, sallanarak avluya çıkıp çeşmede elini yüzünü
yıkadı. Soğuk su iyi geldi ona, ayıldı. Sonra mutfağa geçip çay suyu
koydu ve yer sofrasını hazırlamaya başladı. Onun gürültüsüne uyanan
Gülcan “Ana kız, çok acıktım.” deyince “Tamam kız hadi kalk elini yüzünü
yıka, hazırlıyom işte!” dedi sinirli sinirli. “Aman bu kız da aynı halası
arsız işte nolacak, hep vıdı vıdı! Sabahın köründe başlıyor karaltısı
kalkmayasıca!” diyerek söylenmeye devam etti.
Ramo daha uyuyordu, o da kalkınca Zeloş oflayarak yeryataklarını toplayıp
sedire dizdi. Elini yüzünü yıkayanlar sofra bezinin üstündeki tepsinin
etrafına tespih tanesi gibi sıralandılar. Sofrada azıcık çökelek, biraz
yumuşamış ucuz zeytin ve az biraz da tahin helvası ve bol ekmek vardı.
Zeloş en son yağda yumurtayı sofraya koyarken koca göbeğinden ıhlayarak
zar zor oturabildi. Çocuklar hemen yumurtaya saldırdılar.“Hişt lan yavaş!
Durun hele, biz de yicez!” dedi Hüso.
Kahvaltı bitince Hüso’yla Ramo naylon çuvallardan yaptıkları çöp
arabasını alarak çöplerden kağıt kutu cam ve pet şişe toplamaya gittiler.
Evden çıkarken Zeloş’a,“Mahallenin gülü benim, şarabı almayı unutmayasın
ha!” dedi Hüso.“Tamam tamam alırız geç kalmayın akşam üstü, tez gelin.”
dedi Zeloş.
Zeloş kocasına sevdalıydı hala. Birbirlerini çok sevmişler, babası
Hüso’ya vermeyince kaçmışlar; daha sonra mahalleli eş dost akraba araya
girip barıştırmışlar ve meydanda düğün yapmışlardı. Ramo’yu on altı
yaşında doğurmuştu.
Hiç kavgaları yoktu. Hüso karısına çok iyi davranır onu hoş tutardı. O da
kocasına kıyamaz bir dediğini iki etmezdi. Bu yüzden çok kıskanırlardı
mahalledeki kadınlar onları.
Hüso kısa boylu zayıf kara kuru bir adamdı. Gün boyu saatlerce yürür, yol
boyunca gördüğü bütün çöpleri karıştırır, topladıklarını arabasına
koyardı. Kendi halinde iyi bir insandı. Kimseye hiçbir kötülüğü yoktu.
Bugüne kadar hiçbir şey çalmamış kimseler ondan şikayetçi olmamıştı. Çok
şey istemezdi. Karnı doysun yeter.
Ramo ilk okulu zar zor bitirmiş bir daha da okula gidememişti. Çocuklar
mahallede oynarken o akşama kadar babasıyla dolaşıyordu. Çöp toplarken
çocukları sokakta oynarken görünce içi cız ediyor, yüzü kararıyor, onlara
boş boş bakıyor ve gözleri doluyordu. Kara kirli elleri fırça gibi
dağınık pis saçlarını gören çocuklar ondan kaçardı hep.
Onlar gidince Zeloş bir türkü tutturup ortalığı toplamaya başladı.
Rüyasını çoktan unutmuştu. İçinde büyük bir sevinç vardı. Önce güzel
yemekler yapacak sonra da Gülcan’la hazırlanacaktı akşam için.
Mahalledeki evlerin hepsinde bir telaş vardı. Çocuklar ve gençler akşam
Hıdırellez ateşi yakmak için eski tekerlek, çalı çırpı, ağaç dalları ve
karton kutuları sokak aralarına yığıyorlar, kadınlar en güzel yemeklerini
pişiriyor; bir taraftan da bayramlıklarını hazırlıyorlardı.
Yaşlılar kaldırımlara oturmuş neşeyle sokağı seyrediyor gelip geçenlere
laf atıyorlardı. Herkesin yüzü gülüyordu. Çok mutluydu hepsi.
Zeloş süslenmeyi çok severdi. Boynunda mavi naylon boncuktan kolyesi
başında kırmızı tokası, kulaklarında küpesi hiç eksik olmazdı.
Geçen hafta fabrikaların çöplerinden topladığı renk renk parlak kumaş
parçalarının içinde kaybolmuş, onları okşayarak katlamıştı özenle.
Gülcan’a kırmızı mavi kumaştan askılı bir buluz, bir de yeşil kloş etek
dikmişti. Kendisine de pembe etekleri fırfırlı mavi bir elbise dikmişti.
Gülcan başına prenses tacı takacak; o da kırmızı püsküllü bir toka
takacaktı akşam.
Zeloş yemeklerin altını kapattı. Hazırlanmaya başladılar. Akşamüstü sokak
yürüyüşü; akşam da meydanda şenlik olacaktı.
Hüso’yla Ramo öğlen bir parça ekmekle peynir yemiş ve biraz dinlenmişler
sonra tekrar işe koyulmuşlardı.
Hüso bir taraftan çöpleri karıştırıyor bir taraftan da Ramo’ya öğüt
veriyordu. “Oğlum, bak çöplere cam kırıkları, ucu kırık iğneler
atıyorlar. Ağzı iyice bağlanmış poşetlere dikkat et açarken, elini
kesmeyesin ” dedi. Ramo “Baba bak! Çöpleri yeni atmışlar, bizden önce
karıştıran olmamış, baksana baba, ne kadar çok şişe var.” dedi sevinçle.
Hüso çöpten çok güzel bir deri çantayla bir de kadın ayakkabısı buldu.
Birkaç da giysi. Hepsi de çok yeniydi. Onları ayrı bir poşete koydu eve
götürecekti. Kim bilir Zeloş’la Gülcan ne kadar çok sevinecekti onları
görünce. Epey çöp topladılar. Çok yorulmuşlardı.
Yol kenarında büyük bir zeytin ağacı vardı, altına oturup biraz
soluklandılar. Ağaç sanki onun sırtını okşuyordu, çok severdi zeytin
ağaçlarını Hüso. Zeytin zamanı parkları dolaşır zeytin toplar, bütün kış
ekmeklerine katık ederlerdi.
Ramo yoldan geçen arabaları seyrediyordu iç çekerek. “Baba keşke bizim de
bir pikabımız olsaydı da onunla çöp toplasaydık; o zaman hiç yorulmazdık.
Ben büyünce bir pikap alıp çöpleri onunla toplayacağım” dedi
gülümseyerek. Bir süre dinlendikten sonra tekrar işe koyuldular.
Mahalleli bayramlık elbiselerini giyip süslenerek bir bir sokağa çıkmaya
başladı. Zeloş’un kapı komşusu Hatice çoktan çıkmıştı sokağa, Zeloş’a
seslendi “Kız Zeloş hadi artık daha hazırlanamadın mı? Herkesler çıktı
bir sen kaldın.” dedi bağırarak. “Tamam kız çıkıyom, işleri anca
yetiştirdim.”dedi soluk soluğa. Hatice kendi kendine söyleniyordu hala.
”Koca kıçımı kaldıramıyom demiyor da anca yetişmiş miş!...”.
Sokak epey kalabalıklaşmıştı. Genç kızlar Hıdırellez günü yürüyüşün en
güzel kızı olmak için adeta yarışmışlardı. Bir süre sonra sokak,
rengarenk elbiseler giymiş mahalleliyle bir bayram havasına bürünmüştü.
Sokak sanki büyük bir çiçek bahçesiydi, türlü türlü çiçek açan.
En önde çalgıcılar, arkalarında çocuklar, sonra kadınlar ve genç kızlar
en sonda erkekler gülüşerek oynayarak meydana doğru ilerliyorlardı.
Kalabalığı görenler tek göz evlerden tahta ve saç barakalardan çıkıp
kalabalığa katılıyordu. Sokakta bir insan seli akıyordu usul usul.
Kadınlar mavi yeşil simli farları, pembe allıkları ve kırmızı rujlarıyla
pek güzeldiler. Bazıları saçlarına kurdeleler süslü tokalar takmış,
kimisi de açmıştı saçlarını. Tatlı tatlı esen rüzgarda onların yürüyüşüne
katılmış, kadınların saçlarını, elbiselerinin eteklerini savuruyordu
muzipçe.
İki sokak boyunca müzik eşliğinde oynayarak sonunda meydana geldi
kalabalık. Bu arada iyice coştular. Çalgıcılar yerlerini aldı, gırnata ve
darbukanın giriş taksiminden sonra neşeli oynak bir hava çalınca kadın
erkek herkes göbek atmaya başladı döne döne. En güzel genç kızlar
oynuyordu, yılan gibi ince bellerini, dolgun kalçalarını kıvırarak
oynuyorlardı gülerek. Çocuklar da meydanda koşturarak göbek atmaya
çalışıyorlar, yaşlılar ise el çırpıyorlardı keyifle.
Zeloş da koca karnıyla göbek atıyor komşularıyla ha bire oynuyordu. Bir
ara kırmızı püsküllü tokası düştü siyah gür saçları dağıldı. Hemen
saçlarını topladı sanki oyun havaları bitecekmiş gibi oynamaya devam
etti.
Bu arada sokak aralarında koca ateşler yakılmaya başladı. Mahalleyi acı
bir yanmış lastik kokusu ve duman almıştı. Biraz harı azalan ateşlerde
dilekler tutarak atlamaya başladılar. Çocuklar daha küçük ateşler yakmış
bağrışarak, gülüşerek ateşlerden atlıyorlardı.
Dolunay ortalığı aydınlatarak mahallelinin, sevincine katılmış, yıldızlar
da kızların saçlarına pırlantalar takmıştı. Rüzgar usulcacık gelip
oynayanların yüzlerini yalayarak terleyenleri serinletti. Yeryüzü ve
gökyüzü bu gece birleşmiş her sene olduğu gibi bu Hıdırellez’de de
mahallelinin neşesine neşe katıyordu.
Bir ara Zeloş’un içi cız etti, oynamaya devam etti ama kolları
kalkmıyordu. Tonlarca yükün altında kalmıştı sanki. Yüzü yanmaya başladı.
O sırada karanlıkta sokağın başında birisinin koşarak geldiğini gördü.
Ramoy’du bu. Çocuk kanter içinde kalmıştı. Zeloş “Oğlum ne oldu ne bu
hal!” dedi. “Ana, babama araba çarptı, bayıldı, hastaneye götürdüler.”
dedi Ramo ağlayarak.
Zeloş’un bağırtısı dağları taşları inletti. Herkes birden durdu. Müzik
durdu, insanlar durdu, dünya durdu. Sanki her şey, herkes birer heykeldi.
Gökyüzündeki dolunay yüzünü buruşturdu. Hava bulutlandı yıldızlar
pırlantaları kızların başından bir bir geri aldılar…
Hüso’yla Ramo çöplerden epey eşya toplamışlardı. Bugün hasılat iyiydi
yüzleri gülüyordu. Hüso “Bayram hayırlı geldi.” demişti gülümseyerek.
Şenliklere yetişmek için acele etmeye başlamışlardı. Çok da yorulmuşlar,
acıkmışlardı. Evdeki bayramlık yemeklerin hayalini kuruyordu ikisi de. Kurufasulye ve pilavın kokusu onları iyice acıktırmıştı.
Hüso “Hadi oğlum çabuk şunları toptancıya verip de gidelim, zati çok geç
kaldık.” derken birden kırmızı bir Mercedes araba hızla sokağa girmiş ve
Hüso’yla bez arabayı alıp beş on metre kadar sürüklemişti. Akşama kadar
topladıkları bütün eşyalar tespih tanesi gibi yola dağılmış, cam şişeler
şangırdayarak kırılıp, parlak boncuklar gibi karanlıkta ışıldamışlardı.
Hüso havada kuru bir yaprak gibi savrulup yolun karşısındaki elektrik
direğine hızla çarpıp, boş bir çuval gibi yere düşmüştü kanlar içinde.
Zeloş yere yığılmış, herkes başına toplanmış, onu kaldırmaya
uğraşıyorlardı. Her kafadan bir ses çıkıyor ha bire Ramo’ya sorular
soruyorlardı. Ne zaman çarpmış, nasıl çarpmış? O da hem ağlıyor hem de
kekeleyerek anlatıyordu. Bu arada Zeloş’un yüzüne su serperek ayılttılar.
Ayılınca dizlerine vurarak, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı yeniden.
Kollarından tutup sürükleyerek bir pikaba bindirip hastaneye gittiler.
Mahalleli de arkalarından gitti.
Çok kalabalıktı hastanenin önü. Herkes acil kapısından içeri girmek için
birbirini itekliyordu. Görevli zorla kalabalığı sakinleştirdi sadece
Zeloş’la Hüso’nun abisini içeri soktu.
Az sonra içerden Zeloş’un çığlıklarını duydular, yeri göğü inletiyordu.
Birden kalabalık sustu o çığlık sesiyle. Sonra herkes bir köşeye çekildi
ağıtlar yakarak ağlamaya başladı. Güvenlik görevlisi onları kovalayıp
“Hadi dağılın artık. Çok kalabalık yapıyorsunuz yarın gelip cenazeyi
alırsınız!” dedi söylenerek.
Ertesi gün oynayıp gülüşerek bayram kutlaması için meydana giden
mahalleli, bu defa ağlaşarak mezarlığa gidiyordu. Zeloş’un gözleri
küçülmüş, ağı kızarmıştı sabaha kadar ağlamaktan. İki kadın koluna girmiş
zorla götürüyorlardı. Cenazeyi gömerken toprağı incitmeyen bir yağmur
başladı. Bir gün önce onların neşesine katılan gökyüzü ertesi gün Hüso
için ağlıyordu. Başka mahallelerdekiler onlara tiksintiyle bakarken
gökyüzü yas tutuyordu. Dört gün yağmur yağdı. Gün yüzü göremedi kimse.
Bir mezar taşı bile yoktu Hüso’nun. Küçük bir tahta parçası dikmişlerdi
baş ucuna.
Mahallede her sene neşe içinde kutlanırdı Hıdırellez. Ama bu sene karalar
bağlamıştı herkes.
Hüso’nun kırkı çıkınca Zeloş Ramo’yla çöp toplamaya başladı. Epey
zayıfladı bir kaç ay içinde. Gülcan onlar gelene kadar evi derleyip
toplayıp yemek yapıyordu. Çok sevdiği okulunu, babası ölünce bırakmıştı.
Polis sokaktaki kamera kayıtlarını incelemiş ama her nedense o lüks
arabayı bir türlü bulamamıştı!