ÖYKÜ

Melek Ekim Yıldız  







Yanılsamanın Kırmızısı…


                                   “Gerçeklik, yanılsama olduğunu unutmuş yanılsamadır.” J. Derrida

Yanılsamanın bilgisi oracıkta duruyordu fakat onu görecek halde değildi; çünkü Made İn Heigthts’i dinlemeye dalmıştı. Müzik odada yükseliyor, görüşü örtecek bir kaplanışa dönüşüyordu. Bir tür sisi andırdığını düşünmüştü. Düşünce kendi rotasından çıkıp bu sisin içine gizlediği bir şeyin peşine düşecek gibiydi. Gündeliğin ortasına aniden düşen ayrıksılık; ertesi gün yapılacakların planlanmasına sert bir sekte vurmuştu. Şarkıyı ilk dinleyişi değildi elbette, öncesinde de defalarca okumalarına, masa başı işlerine, kısa yolculuklarına, mutfağının telaşına eşlik ettiği olmuştu. Ama sis. Yok, kaplanış. Her neydiyse, işte bu sis / kaplanış yeniydi. Başka neyin yeni olabileceğini anlamak için etrafına göz gezdirdi. Çıkrıkçılar Yokuşu’ndan alınmış ve yenilenmiş küçük çalışma masasının üstündeki, sıcak bardakların sorumlu olduğu, bir iki leke gördü. Canı sıkılacak gibi oldu, yıllardır yükünü taşımış olana, özensizliğine. Az kahır çekmedi bu masa diye hakkını teslim etti. Üstüne ne yüklediyse taşımıştı. Nesnenin yükünü kat kat aşan, can yükünü de gıkını çıkarmadan üstlendiği olmuştu. Gözü kitaplığa takıldı, kitaplara ek olarak epeyce bir ıvır zıvır da duruyordu sağında solunda. Belleğin kendiliğinden yok edeceklerinin unutulmamasını garanti altında tutmaya yarayacak nesnelere baktı. Başkalarının verdikleri, kendisinin anlam atfettikleri, anlamı kalmamışları, anlamını unuttukları. Tek tek sınıfladı. Ölçtü biçti. Sisi / kaplanışı mümkün kılacak bir şey bulamadı. Pencereyi örten tül perdeye baktı. Etekleri hafifçe titriyordu. Şarkı yüzünden odayı kaplayanın tedirginliği kadar belirsizdi titreyişleri. Kiminde iç’im gibi, diye düşünecek oldu. İzin vermedi kendine. Kapıp koyvermenin alemi yoktu. Duvarda asılı resimler. Anlamı çoktan teslim edilmiş; ilk günlerinde hevesle izlenmiş ve nihayetinde bulundukları yerdeki varlıkları kanıksanmış imgeler olarak duruyorlardı durdukları yerde. Kısa araştırmasından eli boş çıktı. Böyle olacağı baştan belliydi de, akılcı yanını tatmin etmeden öteye, aklın ötesine uzanamayacağını, müziği durdurmanın faydası olmayacağını bildiği gibi biliyordu.

Yanılsamanın bilgisi yanı başındaydı. Görebilseydi bile başını çevirirdi; çünkü şarkı yavaşlamıştı. Şarkıyla birlikte, sis de hızını kesti. Görebilmek için zaman tanımak ister gibi kaplayışını ağırlaştırdı. Ağırlık odadan gözlerine sirayet etmiş gibiydi. Kendilerini aşağıya bırakmaya meyletmiş göz kapaklarının zorlayıcılığını görmezden gelerek odada kontrol etmediği bir şey kalıp kalmadığını sordu kendine. Nesneyle işin bitti, dedi şarkının sakinliğini aniden yırtan sert bir emir kipi. Zihninden geliyordu. Nesneyle işi bitmiş; özne olmaklığına temkinli yaklaşan bir özneydi o andan itibaren. İçebakış, öyle sanıldığı kadar basit bir iş değildi, bunu biliyordu. Baktığın iç’in, çıfıt çarşısı karmaşası taşıması sorun olabilirdi ilk elden. Korkma, dedi kendine. Korkmamasına korkmazdı da kaplanış gibi şarkı da bitmeyecekmiş gibi görünüyordu. Neden bakacakmışım ki, diye itiraz etmeye yeltendi içe bakmaktan haz etmeyen yanı. Görülebilecek, daha önce görülmemiş, ne olabilirdi ki? Şarkı güzeldi, insanı heyecanlandıran inişleri çıkışları vardı ve belli belirsiz bir ‘ aniden ‘lik duygusu veriyordu. Ötesini boş ver! Peki ya, kaplanış? Onu da boş ver. Boş vermedi. İçinden doğru yükselen bir şeyin, bulunduğu odayı kaplamaya başladığını görmezden gelmeyecekti. Yanılsamanın bilgisi nerede duruyor olursa olsun. Bakışlarını epeydir çevirmediğine yöneltti kararlılıkla.

Sisin saydamlığına alışmış gözleri, gördüğünün asıl yanılsama olduğunu düşündü ilkin. Ne çok kırmızı. İçerden yukarı yükselirken rengi atıyor olmalıydı. Rengin anlamını çözmüştü de kaynağının neresi olduğunun merakıyla bakıyordu şimdi. Oralar toz duman, diye dalga geçti gördüğü karmaşayla. Öz karmaşasıyla. Olmuş bitmişler gördü, olmayı sürdürenler, henüz başlamamışlar, bir gün başlamak üzere sırasını bekleyenler, kurumuş ama iyileşmeye niyeti olmayan yaralar, tazeleri de vardı elbette irin tutmuşları da. Ama ne çok kırmızı. Görünür olanların hiçbirinin, bu ne çok kırmızının kaynağı olmadığını, olamayacağını içten içe seziyor; görebilmenin imkanının iç’i ve dış’ı kaplayan bu tabaka tarafından olanaksızlaştırıldığının bilincine varıyordu. Gerçeği örten yanılsamanın, şarkı sustuğunda geldiği yere çekileceği umudunun boşluğunun farkında; zihninin kurduğu o tek tespit cümlesine takılmış öylece duruyordu: Ne çok kırmızı!

Kendi ağırlığından sıkılmış gibi, şarkı yükseldi birden o esnada. Gerçeğin ne ölçüde yanılsamalardan yapılmış olduğu sorunu zihnini doldurmuşken, bu yükselişi fark edemezdi. Duyusal yanılmanın ne kadarının zihinsel bir aksaklıktan kaynaklandığını, bunca kırmızının mümkün olup olmadığını düşünmekten yorgun, bir şarkının başına açtığı beladan bıkkın sordu: neden bu kadar çok kırmızı?

Cevap umduğundan değildi soru. Yine de bir cevap olsa fena olmazdı, diye düşünüyordu. Kimden geldiğinin ne önemi var?

Cevap geldi. Yükselmiş şarkının kalp atışını andıran vuruşlarının arasında zor işitildi:
Ne saçma soru, diyordu galiba. Hanımefendi, birisi vurulursa kanı akar.
Yanılsama oracıkta duruyor ve galiba, pis pis sırıtıyordu.

 

dizin    üst    geri    ileri  

 



  6  

 SÜJE  /  otuz ikinci sayı