"HER AN İÇİMİZDEKİ ÖTEKİLERDEN BİRİYLE KARŞILAŞABİLİYORUZ"
"…. Şimdi de sağanak mı geliyor ne!
Demiştim güneşe aldanma diye. Öyle çok izledim ki bu filmi. Ne
yağmur ne sel ne dolu…Hiçbir şey şaşırtmıyor artık beni. Yüreğine
yıldırımlar düşmüş bir kadınım ben bilmiyor musun? Gökyüzünü bir
pencere ardından izlemeye hükümlü. İnanmak ve yanılmak suçundan.
Bana ayna tutmayan bir dünyaya bakıyorum, beni yansılamayan." (Tutunmak, s.86)
‘Kuşlar’ öyküsünde geçen bu sözcükler aynı zamanda Gönül
Çatalcalı’nın yazarlık yaşamının anahtar sözcüklerini de veriyor.
İlki, bir kadın olması, dünyayı onu yansılamayan, dışlayan bir
pencereden yorumlaması..
Çatalcalı, Kadın Yazarlar Derneği’nin kurucu üyelerinden. Gerek bu
konumu gerekse yapıtlarındaki bakış açısı kafamda ilk soruyu
oluşturuyor:
[ Semih Özcan ] Kadın Yazarlar Derneği’nin kurucu üyelerindensiniz.
Kadının öne çıkarılmasının gerekliliğine mi inanıyorsunuz?
[ Gönül Çatalcalı ] Yaşamın her alanında örgütlü mücadeleye
inanıyorum. Örgütler, tek tek sesleri kocaman bir haykırışa
dönüştürmüştür çoğu zaman. Yazmak bireysel bir eylemdir ama toplumsal açılımları, dönüşümleri vardır. Edebiyatçılar
Derneği’nin son derece işlevsiz olduğu, hiçbir toplumsal olayda
sesinin çıkmadığı düşünülürse, böyle bir ortamda kadın yazarların
bir dernek çatısı altında birleşmeleri de iyi bir örgütlenme
biçimidir diye düşünüyorum. Kadının sesinin, düşüncesinin öne
çıkarılması bağlamında, ataerkil bir toplumda ataerkil yapılanmalar
arasında bir kadın yazar dayanışması önemlidir, değerlidir.
[ Semih Özcan ] Kadın yazar olmak nasıl bir duygu? Zorlukları,
avantajları nelerdir sizce?
[ Gönül Çatalcalı ] Yazmak, yazarak düşüncelerini ifade etmek, bunu
yaparken bir yapı kurmak, bu yapıyı parçalamak, bölmek, yeniden
oluşturmak, yeni biçimler, biçemler denemek başlı başına zor bir
uğraş. Okumalar yapmayı, araştırmayı, zamanla yarışmayı içeren bir
çalışma.
“Kadın olmak” durumu ise annelikle başlayan bir yığın sorumluluklar
zincirini işaret eder. Ülkemizde de çizgiler ve sınırlar bazı
konularda çok net çizilmiştir. “Eş, anne” deyince akan sular
durulur ve işin içine kutsallık gibi kavramlar, dinsel söylemler
karıştırılır. Kadına önerilen, hayat boyu ödün vermek üzere
kurgulanmış bir yaşamdır. Çalışan kadın için çerçeve biraz daha
esnetilmiş gibi görünse de değişen bir şey yoktur temelde,
geleneksel yaşam biçimi hiçbir koşulda değişmez. Hem “anne” hem
“eş” hem bir “iş sahibi” hem de “yazan” bir kadınsanız durum daha
“vahim”dir. Görevleriniz üçe, beşe katlanır. Sizden tüm
beklenilenler, artı yazmak! Bu anlamda “yazmak” eylemi, kadının
düşünsel özgürleşme yolculuğuna çıkmasıyla başlar, bu eylemi
sürdürebilmek için yaşamsal özgürlük mücadelesiyle devam eder.
Avantajı var mıdır? “Dezavantajları artık aşıldı” diye yanıt
verebilirim bu soruya. Dünyada da kadınların tarih boyunca var olma
mücadelesi içine girdikleri bir gerçek. O mücadelenin en önemlisi
kimliklerini kazanmak üzerine oldu. Bu alanlardan en zorlularından
biri de edebiyattır, çünkü edebiyat alanında kadınlar çok çok uzun
yıllar boyunca ciddiye alınmadı, aksine küçük görüldü. Kadınlar, bu
alanda erkeklerden çok daha fazla çalışmak zorunda olduklarını
biliyorlardı. Erkeklerin yanında kendilerine yer açmak ve en
önemlisi sivrilebilmek için bazı akıllıca yöntemlere başvurdular.
En bilinen yöntem olarak da emeklerini ete kemiğe büründürmek için
erkek ismi kullanmayı seçtiler. Kadın olarak bu sıkıntıları aşmak
zor olduğundan erkek adı kullanarak, yani kadın kimliğinden
vazgeçerek bir anlamda erkek egemenliğini protesto ettiler. Bütün
bu mücadeleler, bugünün zeminini hazırlayan çok değerli
direnişlerdir.
Günümüzde, yazın dünyasındaki kadın yazarların sayısının
yadsınamayacak kadar arttığını söyleyebilirim. Ben her zaman
“Kalemin cinsiyeti yoktur” diye düşünenlerdenim. Erkek ya da kadın,
kim yazarsa yazsın, iyi kitap, iyi metin önemlidir. Bugün, kadına
pozitif ayrımcılığın işe yaramayacağı - yaramaması gereken - tek
alandır edebiyat diyebilirim.
***
Gönül Çatalcalı’nın yazarlık yaşamının ilk anahtar sözcüğünün
"gökyüzünü bir pencere ardında izlemeye hükümlü" bir kadın
olmasında yattığını vurgulamıştım. İkinci anahtar sözcükse,
"ötekileştirme"..
Çatalcalı "ötekileştirdiklerimizi" yazıyor. Ama burada da örneğin
sadece günümüzde ağırlığını çokça duyuran ‘etnik, sınıfsal’
ötekileştirmelerle yetinmiyor; onun izleğinde kendi
bireyselliğimizde varlığını koruyan tüm ötekileştirdiklerimiz var.
Örneğin bir edebiyat öğretmeni olarak İstanbul’da yaşadığı dönemde
Rum, Ermeni çeşitli etnik kökenlerden komşuları, dostları olmuş.
‘Onlar hep oradalardı. Hiç değişmemişlerdi, farklılaşmamışlardı.
Ama onları değiştiren, farklılaştıran bizlerdik’ diyor. Böylelikle
de ötekileştirmenin, ötekileşmenin ‘bakış açımızda' var olduğunun
altını çiziyor. Gönül Çatalcalı’ya göre tüm sorun bakış açımızdan
kaynaklanıyor. Tek tip bakış açısı, tek tip yaşam alanı, tek tip
düşünce dayatmasını getiriyor. Bu bakış açısının dışında kalan her
şeyse ‘öteki’ oluyor. Bu anlamda ‘öteki’ yaşamımızın her alanında
var. Kendi içimizde de. Bir yanımız dayatılan normlar içinde
varlığını sürdürürken, bir başka yanımız öteki kalıyor. Her an
‘içimizdeki ötekilerden biriyle karşılaşabiliyoruz’ diyor bu
nedenle. İşte Çatalcalı yazdıklarında özellikle de iki romanında
da, "İsimsiz" ve "Eşiktekiler’"e bu öteki yanımıza çomak sokuyor,
onu deşiyor, sorguluyor. Olumlu görünen yapımızdaki olumsuzlukları;
olumsuz karakter olarak yansıyan kişiliklerimizdeki olumlulukları
günışığına çıkarıyor. Bu anlamda onu, ‘öteki’nin yazarı olarak
görüyorum.
***
[ Semih Özcan ]
‘Öteki’ kim? Roman anlayışınızda ve yaşamınızda
‘öteki’ kavramının önemi nedir?
[ Gönül Çatalcalı ]
Bu kavramla ilk kez Dostoyevski’nin ÖTEKİ adlı bir novellasında karşılaşmıştım. 1800’lerin ilk yarısında yazılan bu
kitap, İç ve dış iki “ben” arasındaki çatışmayı, insanın kendine
yabancılaşma sürecini anlatıyordu. İnsan ben’i; bilinci,
bilinçaltı, bilinçüstüyle hareket eder. Ânı belirleyen bilinç, çoğu
kez geçmişe ilişkin bilinçaltı tarafından kışkırtılır.
Bilinçüstünde ise hayallerimiz, niyetlerimiz, geleceğe ilişkin
düşlerimiz, olmak, istediklerimiz vardır. Bazen bilinçüstüyle
hareket eden beni bilinç kontrol edemez. O durumlarda ortaya çıkan
başka bir yanımız, yüzümüzdür. Bunları da kendi “öteki”miz olarak
görüyorum. Biri bilincimizin altında, diğeri üstünde yaşayan,
bilincin zaman zaman denetleyemediği “öteki”ler. "İsimsiz" adlı
romanımda, “Gül” ve “Selvi” karakterleri bu çatışmaları örnekleyen
kişiliklerdir diyebilirim.
Bir başka “öteki” ise, son yıllarda fazlaca kullanılan, toplumdaki
siyasi, dînî, etnik, ekonomik, kültürel –hatta sportif! -
farklılaşmalar, ait olunan grubun
diğerini dışlaması gibi sorunlara
işaret eden bir kavramdır. Birlikte yaşama kültürü gelişmemiş
toplumlarda kişiler, kendi sınıfından olmayanı (Siyasi, dini,
mezhepsel, etnik, ekonomik, kültürel vs.) ötekileştirilme
eğilimindedir. Çoğu kez hükümetler, izledikleri dar politikalarla,
kurumlar aracılığıyla, toplumdaki yaraları kaşıyarak,
derinleştirerek, tek tip yaşama biçimleri öngörerek, önererek,
farklılıkları yok sayarak ötekileştirmeyi körükler, güzellik olarak
görülebilecek çeşitliliği bir uçurum haline getirir. "Eşiktekiler"
adlı romanımda, 50’lerde, taşrada kendi yağıyla kavrulan insanların
bu siyasi ötekileştirmeler nedeniyle yaşadıkları sıra dışı ve acı
olaylar yer alır. Oysa hayat siyah ve beyazdan ibaret değildir.
Hayatın, bir prizmadan yansıyan tüm renklerin ışığında
değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum, elbette bir ütopyaya
inanarak.
***
Kendini dünya vatandaşı, Türkiyeli, Egeli, Akhisarlı, Karşıyakalı
olarak tanımlayan Gönül Çatalcalı’nın 2006 yılında ilk öykü kitabı
"Hiçbir Şeyin Beklentisi" Yom Yayınları, ikinci öykü
kitabıysa "Yedi Yeşil Fil" 2009 yılında İlya Yayınevi tarafından
yayınlandı.
1994 yılından bu yana yazıyor. 2011 yılında Pupa Yayınevi’nden,
“Güvercin Beyazı” adlı öykü kitabı çıktı. Bir başka öykü kitabı
"Tutunmak" 2016 yılında Tekin yayınevince yayınlandı. Yine 2016
yılında Yakın Kitabevi’nce basılan bir de çocuk romanı var: "Ömer
FM".
Aslında yazarlığa bir öykü yazarı olarak başlayan Çatalcalı’nın romana başlaması da oldukça ilginç. Çıktığında büyük ilgi ve beğeni toplayan ilk romanı "İsimsiz"in aslında başlangıçta bir öykü kitabı olduğunu gülerek anlatıyor. "İsimsiz"i bir öykü olarak yazdığını ancak bitiremediğini, yıllar sonra da romana
dönüştürdüğünü söylüyor. “Bir intihar hikayesi, öykü türünün dar kalıpları içerisinde anlatılıp sonlandırılamayacak kadar derin bir konuydu” diyor. "İsimsiz" olağanüstü başarılı bir kurguyla romana dönüştürülüyor. İyi de oluyor. Türk romanı bugünden yarına kalacağını kanıtlamış usta bir romancı kazanıyor.
"İsimsiz", gerçekten de Türk romanında şimdiye abartmasız hiç
görülmemiş, çok farklı bir konuya ve kurguya sahip. Eşi (Gül)
intihar eden bir adamın (Hakan) büyük bir üzüntüyle, eşinin izini
sürmesi, onun geçmiş yaşamına dalması ve sonuçta onu hiç
tanımadığı, aralarında uçurum bir kopukluk olduğunu sarsıcı bir
biçimde görmesi üzerine kurulu.
İlk anda bir yüzleşme romanı görüntüsü veriyor. Öyle de aslında.
Ama onunla da yetinmiyor, bu yüzleşme Hakan’ın Gül’ün hiç
bilmediği, tanımadığı, birbirinden ve kendi yaşamlarından oldukça
farklı birbirinden değişik yaşam alanlarına, birbirinden bağımsız
ilişkiler ağına götürüyor. Hatta daha da ötesi zaman zaman
‘arkadaşıma gidiyorum’ diyerek eve gelmediği zamanlarda ondan
habersiz olarak tuttuğu bir başka ‘evinde’ kaldığını görüyor
şaşkınlıkla. Beş ayrı çevresi olduğunu, arkadaş grubunun beşinin de
birbirini tanımadığını görüyor. Hiç tanımadığı eşi kimi zaman bir
hukuk öğrencisi kimi zaman da sokaklarda çingenelerle birlikte
dolaşan bir çiçek satıcısı olarak karşısına çıkıyor. Sonsuz
sürprizlerle ve esrarengiz gerilimle dolu Gül’ün yaşamı, sonu bir
türlü gelmeyen çapraşık bir labirentte gezinmek gibidir. Her sokağa
çıktığında karşınızda yeni yeni sapaklar çıkaran bir labirent.
Matruşka bebeklere de benzetebilirsiniz "İsimsiz"i. Üzerini
kaldırdığınız her bebeğin altında çok sayıda yenisini de ortaya
çıkaran..
"İsimsiz" hiç abartmasız şu ana dek Türk romanında hiç denemedik, hiç
yazılmadık çok çok farklı bir konuya ve kurguya sahip. Çok sayıda
sürprizi yoğun bir gerilim dozuyla ortaya çıkarırken aslında bir
psikolojik irdeleme romanı. Başarısı ve ustalığı da burada. Derin
bir birey psikolojisini veren roman bu yönüyle ister istemez
durağan olmak zorunda. Ancak aksine yüksek dozda gerilim ve
akışkanlık içeriyor. Öyle farklı bir başarıyı yakalıyor ki Çatalçalı,
romanın yayımının ardından psikoloji çevresinden psikoloji eğitimi
alıp almadığı sorularıyla karşılaşırken, sinema çevresi de sinema
eğitimini soruyor. Gerçekten de bu yapısıyla "İsimsiz" ilk anda sinemaya çok rahatlıkla aktarılabilen,
aktarılması gereken mükemmel bir senaryo görüntüsü veriyor. Ki bu
da tehlikeli bir durum, usta işi bir yönetmen gerektiriyor. Çünkü
sinemasal gerilim öğelerini verirken psikolojik derinliğin de
dışlanmaması gerekiyor. Sinemaya aktarılması girişimleri de olmuş.
Bu yönde çalışmalar da var. Ancak günümüz ortamında o da ‘bütçe’
sorunuyla karşı karşıya kalmış, bekliyor.
Son romanı "Eşiktekiler" biraz daha farklı bir roman. 2018 Samim Kocagöz roman ödülünü kazanmış bir roman.
"İsimsiz"’ kadar olmasa da
burada da sürpriz unsurlar var ancak daha çok bir dönemin taşra
insanının yaşamını veren bir kesit. 50’lı yılların DP dönemi.
İnsanlar ‘halkçılar’la ‘demokratlar’ olarak ikiye ayrılmış. Bir
taşra kasabasında yaşamlarını sürdürmeye çalışan, kendi
kulvarlarında bir yerlere varmaya çalışan belki bilinçsiz de olsa
sınıf atlama çabasındayken ‘eşikte’ kalan, yaşamlarını bu dar
alanda sürdürmeye çalışan insanlar. 50’lı yılların taşrasından bir
kesit. Zaten ‘’o yıllarda İstanbul’un dışında kalan her yer
taşraydı’ diyor Gönül Çatalcalı. Akhisarlı yani bir kasabalı
olmasının da bu taşra kesimini anlatmada kendisine kolaylık
sağlamış. "Eşiktekiler", "İsimsiz" gibi yüksek gerilim, büyük
sürprizler taşımasa da onda da var. Özellikle de romanın sonunda.
50’lı yılları anlattığı için çoğu okur "Eşiktekiler"i bir dönem
romanı olarak görüyor. Hatta bu konuda biraz yetersiz bulanlar da
olabilir. Ancak, her ne değin roman için ayrıntılı bir ön çalışma
yapıldığı gözleniyorsa da "Eşiktekiler" bir dönem romanı değil.
Gönül Çatalcalı da bunu özellikle vurguluyor: "Ben dönem
romanı yazmadım. Sadece romanımı bir döneme yasladım."
Bundan sonraki yazı yaşamını nasıl sürdüreceğini soruyorum
Çatalcalı’ya..roman mı, ilk göz ağrısı olan öykü mü? Hiç düşünmeden
roman, diyor. Peki aradaki ayrım ne?
***
[ Semih Özcan ] Öykü ve roman yazmak arasındaki ayrım nedir sizce?
[ Gönül Çatalcalı ]
Öykü de roman da oluşum sürecinde kendi içlerinde
farklı zorlukları barındırıyor. Bu iki tür hep birlikte anılsa da
birbirlerine benzemezler. Öykü bir romanın kısa hali olmadığı gibi,
roman da uzatılmış bir öykü değildir.
Roman, bir ön çalışmayı zorunlu kılar. Başlama öncesinde bir
hazırlık yapmanız, yazdığınız konuda kaynaklara ulaşmanız, okumalar
yaparak bilgi toplamanız gerekir. Yazma sürecinde de devam eder bu
okumalar.
Öyküde bu ön süreç romanla karşılaştırılamayacak ölçüde kısadır.
Ancak öykü konusu bulmak, her konuyu kendi içinde farklı bir
kurguyla vermek, kısa bir metin olan öyküde dille daha çok
oynamayı, özeni gerektirir. Öykü aynı şiir gibi fazlalıkları
sevmez, dilin tasarruflu kullanılmasını gerektirir. Tek tek öyküler
kısa sürelerde bitseler de bir kitap bütünselliğine ulaşabilmeleri
bir romanın oluşumu kadar süre ister.
Uzun bir anlatı olan romanda bütünsellik sağlamak kolay değildir:
anlatılanların birbirini tersinleyeceği, yalanlayacağı satırlar
yazmak da vardır işin ucunda. Konu edilen hikâyeyi ya da
hikâyecikleri bozmak, romanı bir karakter çöplüğüne dönüştürmek pek
ala mümkündür. Bazen o kadar günlük dille ve o kadar sıradan
anlatılmıştır ki, on sayfa okunmadan bir kenara atılması başına
gelebilecekler arasındadır. Roman yazmayı üstlenenler, yaratıcılık
denen yalnızca yetenek değil, büyük bir çalışma gerektiren yerde,
yani olayın mutfağında çok zaman geçirmeyi göze almalıdır. Eğer
dünyadaki ve ülkemizdeki birkaç edebiyat dehasından değilseniz,
yazmak salt yetenek işi değildir. Hatta yetenek işi bile değildir.
Çalışma, üretme ve sabır işidir.
Ben roman türünde yazmaya başlayarak biraz da sabrımı sınamayı
seviyorum galiba…
***
Çatalcalı her ne değin yaptığı işi bir yetenek olarak nitelemese
de, özellikle edebi bir dil kullanmayı, edebi düzeyi korumayı öne
çıkarıyor yazdıklarında. Yani, aksine yeteneğini zorluyor. Dili çok
iyi kullanmak adına sık sık da dille oynuyor. Öykülerinde ve
romanlarında yer yer bölünmüş, eksiltilmiş sözcüklerle
karşılaşıyoruz.
***
[ Semih Özcan ] "İsimsiz"de edebiyat tadını yükselten, arasöz, rasöz –
asöz - söz – öz – z diye eksiltilmiş bölümlerle karşılaşıyoruz. Bu
eksiltilerle yapmak istediğiniz nedir?
[ Gönül Çatalcalı ]
Roman türü sanılanın tersine yazarın her konuya
çok da müdahil olmasını istemiyor. Anlatıcı yazar bile olsa bir
başkasına söyletmek durumunda düşüncesini, sözünü. Bir ARASÖZ
koyarak, orada metaforlar kullanarak bazı gerçekleri özgün bir
dille ve farklı bir biçimde söylemek istedim. Ters yüz ettiğim
tekerlemelerden yararlandım, onların insan zihnindeki karmaşık
yansımalarından, dile dolanmışlıklarından, akla
kazınmışlıklarından… Kendi içinde bir mantığı da vardır. Eksilen
bir hayatın içinde yaşıyoruz. Sözün azalarak tükendiği bir
karmaşanın içindeyiz. Üstelik doğumdan başlayarak sona doğru
gidiyor insan, yaşamı tüketmeye, yani ölüme. Hayat da, söz de
bitiyor sonunda, romanın bittiği gibi… Her olgu bitmeye hükümlü…
ARASÖZ’ü eksilterek, hayattaki tükenişi, kitaptaki bitişi de vermek
istedim.
Gönül Çatalcalı yaşamdaki tükenişi, bitişi veriyor ama aslında
burada vermek istediği her bitimin ardında karşımıza çıkan yeni bir
başlangıç. "İsimsiz"deki gibi, yaşamımızdaki matruşkaları gösteriyor
bize. Tıpkı, "Tutunmak" kitabının son sözlerinde yazdığı gibi:
"Son
Sona gelindiğinde nokta acıtır,
Bıçak kesiği gibi…
Oysa orada başlar öykünün yolculuğu,
Henüz doğmuş gibi, büyüyüp serpilecekmiş gibi…"
***
Gönül Çatalcalı yarına kalacağını bugünden belli eden bir yazar.
İzlenmeli. Çok yakından izlenmeli.