Köye dışarıdan bakınca, dağın yamacına çizilmiş resim gibiydi. İçeriden
bakınca, renklerin sıcaklığı ve fırça izlerinin yumuşaklığını
görüyordunuz sokaklarında, tepelerinde, ırmaklarında... Suyun mavisi ile
gökyüzünün mavisini birbirinden ayıran dere boylarındaki salkım
söğütlerin rüzgârla oynaşı insanın hayatına anlam katıyordu. Dağın
eteğine dantel gibi işlenmiş bu köy uzaklardan geçen yolcuların dikkatini
çekiyor ve kışkırtıcı bir çiçeğin, arıları kelebekleri çekmesi gibi,
köyün içine kadar girip görmeden edemiyorlardı.
Yıllardır bu köyde yaşayanlar için, köyün evleri sahiplerine
benzetilirdi. Çağla yeşili gözlü, kiraz dudaklı Hayat Hanımın evi de
kendisine bezerdi. Evin giriş kapısı kırmızıya, pencereleri de yeşile
boyanmıştı. Hayat Hanımın, eviyle gurur duyar, evin kapısını ve
pencerelerini kendisinin boyadığını söylerdi. Hayat Hanım gibi, içinden
yaşam fışkıran bir evdi. Ev, mor ve pembe renklerle boyanmış, her
penceresinden ve cumbalarından envai çeşit çiçekler sarkıyordu. Hayal
Hanım da çiçeksiz elbise giymezdi...
Köyün muhtarının evi de muhtara benziyordu. Evin önünden bakınca iki
küçük pencere muhtarın gözleri gibi derin ve karanlıktı. Pencerelerin
üstündeki siyah söveleri, kalın siyah kaşlarına benziyordu. Üst katın
cumbası burnu gibi yayvan ve biraz da eğri, giriş kapısı ise ağzı gibi
iki kanatlı ve genişti. Çatının öne doğru eğimi kafasından hiç
çıkartmadığı kasketi andırıyordu. Gri boyası da dökülmüştü ve tüm bu
haliyle, sanki gelene geçene soğuk soğuk bakıyordu.
Tabi köyün halkının tüm evlerini tarif edersek bu hikayeye sığmayacaktı.
Ayrıca bazı evler vardı ki, sahipleri yüz yıl önce göç etmiş, ya da
sürülmüş kavimlere ait olduğu söylenirdi. Köy halkı, o evlerin
sahiplerini tanımadıkları için bir benzetmede bulunamıyordu. Bu eski ve
dökük evlerin, bilge ve kederli duruşları vardı... İşte bu renkli ve
şirin köyün adı Dirlik Köyü'ydü. Dirlik köyü halkı, adı gibi huzurlu ve
sakin bir halktı. Herkesin üstüne düşeni yaptığı, dayanışmacı, dostluğu
ve arkadaşlığı önemseyen çalışkan ve yaratıcı bir köydü.
Köyün sevilen ve ileri gelen yaşlılarından Halim Bey her gün, köyünün
yamacında bulunduğu dağın tepesine çıkıp, etrafı seyretmeyi çok sever ve
köyüyle gururlanırdı. Halim bey bir gün gene dağın tepesine çömelmiş
yanaklarını ellerinin içine almış, hayran hayran köyünü seyrederken,
birden aklına gelen şeyle zıpladı ve ayağa dikilip önünde duran ağacın bir
dalını yakaladı, çocuk gibi kendini boşluğa bırakıp, neşeyle sallanmaya
başladı. Bir gören olsa ''Halim Amca kafayı yemiş'' diye düşünebilirdi
belki ama, onun kafasından geçen şeyin, çocukça sevinç olduğunu anlamakta
geç kalmazdı.
İhtiyar Halim Amca,
''Bu kadar güzel bir köyün hakkında bir kitap yazılmalıydı. Hem kendinden
sonra gelecek nesiller, hem başka başka şehirdekiler ve hatta ülkelere
kadar ulaşacak bir kitap’’ diye düşündü.
Ama bu işi yapabilecek, sözü ve kalemi güçlü birine ihtiyaç vardı. Yaşlı
adamın aklına pıt diye köyde en çok kitap okuyan ve ağzı laf yapan Alim
geldi. Sallandığı ağaç dalını bırakarak, dağdan aşağıya doğru yuvarlana
yuvarlana indi. Hiç vakit kaybetmeden, köy meydanına doğru koşar adım
yürüdü.
Bu işi en iyi Alim yapardı, evet evet, Alim yapardı! Çünkü, Alim hem çok
kitap okur, hem de köy halkından farklı düşünüp konuşurdu. İhtiyar Halim,
bazen elindeki deftere bir şeyler yazdığına da şahit olduğu Alim'e,
sormuştu: ''Hayırdır ne karalıyorsun öyle?''
Alim, ''şiir yazıyorum efendim'' demişti kendisine.
Şiir bilmezdi ama türküleri ezbere bilirdi Yaşlı Halim. ''Türküler de
şiirlerden derlenmiyor muydu ki zaten'' diye aklından geçirmiş, fazlaca
bir şey sormadan ''İyi yapıyorsun evlat'' demişti.
Bilirdi ki, Alim genellikle köy meydanındaki çınar ağacı altında milleti
etrafına toplamış lak lak ediyor veya bir gazetenin üstüne kapanmış
okuyordur... Meydana gelince, eliyle koymuş gibi de buldu Alim'i Çınar
Ağacının altında otururken.
Sanki az önce aklına gelen fikir kaçacakmış gibi, meydanda gördüğü Alim'e
mevzuyu ayrıntılarıyla anlatmadan direkt:
''Alim bu kitabı sen yazmalısın!''
''Hayırdır efendim ne kitabı?''
Yaşlı Halim, heyecanla aklına geleni bir çırpıda anlattı. Alim ve dahi
meydanda çınar ağacı altında oturan köy halkı çok heyecanlanıp, hep bir
ağızdan:
''Neden olmasın!'' diye yüksek sesle bağırdı.
Yaşlı Halim: '' Tamamdır bu iş Alim, yarın sen şehre git kitap yazmak
için kalem kağıt ne gerekiyorsa al hemen başla kitaba!''
Alim, ''Tamam efendim ne demek böyle soylu bir işi yapmaktan keyif
alacağım'' diyerek, yaşlı adamın elini öpmek için eğilirken, yaşlı adam
da ona alacağı defter ve kalem için vereceği parayı cebinden çıkartıyordu
ki Alim, kazayla parayı öptü.
Ertesi gün Alim şehirden kitap yazmak için gereken malzemeleri alıp geldi
köye. Evinin arka bahçesindeki dut ağacının altın(d)a, kitap yazmak için
hazırladığı kütükten masa ve kütükten koltuğunun üzerine çökerek, hiç
vakit kaybetmeden başladı köyün kitabını yazmaya.
Kitaba başladığından beri Alim'i kimse rahatsız etmemeye çalışıyordu. Köy
Halkı onun dikkatini dağıtacak ve keyfini kaçıracak hareketlerden
sakınıyor, Alim'in evinin yakınından, ayak parmaklarının ucuna basarak
sessizce geçmeye çalışıyorlardı.
Yaz bitmiş, yavaş yavaş kış hazırlıkları yapılıyordu köyde, Alim ilk defa
bu sene tarlada, bahçede çalışarak bedenen pek yorulmamıştı, fakat kitap
Alim'in kafasını epey yormuştu. Yavaş yavaş kitabın sonuna yaklaşmıştı
gerçi, yinede bir kaç defa daha kitabı dikkatle okuyup hatalarını kontrol
etmek için zamana ihtiyacı vardı. Çünkü bazı cümleler başladığı yerden
kendini sürdüremiyor, bu mekandan o mekana sıçrıyordu. Olaylar, bahçedeki
dut ağacı altında başlarken, birden Hayal Hanım’ın penceresinden içeri
giriyordu. Halim tam cümleyi toparlayıp derdest edip kitabın içine istif
etmeye çalışırken, başka bir cümlenin alıp başını gitmesine sinirleniyor
ve offf puuff sesleri, dut ağacının serinliğinde uyumaya çalışan köpeğin
tek gözünü açıp Alim'e bakmasına neden oluyordu. Köpek, bazen kuyruğunu
sallayarak Alim'e moral veriyormuş gibi yapsa da, Alim bir köpeğin
taktirini almayı pek içine sindiremiyordu...
Yaşlı Halim, sabah tavukları yemlerken uzaktan sisler içinde gelenin Alim
olduğunu anladı. Çünkü, Alim'in yürüyüşü köyde kimseye benzemezdi,
sekerek yürürdü.
''Merhaba efendim iyi sabahlar nasılsınız?''
''İyi sayılırım Alim, sen nasılsın bakalım, kitap nasıl gidiyor?''
''Efendim onu haber vermeye geldim kitap bitti''
''Oooo! Çok iyi çok! Hemen yarın şehre git kitabın basılması için görüş
bakalım!''
''Tamam efendim yarın hemen giderim''
''Al bakalım şunu yol harçlığın olsun, kitap masrafını öğrendikten sonra
hallederiz!''
''Tamam efendim, sağ olun ben gidip hemen hazırlanayım, o halde''
''Peki Alim, sana güveniyorum kitap hakkında. Onun için de sormuyorum ne
yazdın ne yazmadın. Ben de tüm köylü gibi merakla okuyacağım zamanı
bekliyorum.''
Ertesi gün Alim şehirde bir kaç yayın eviyle görüşür. Kitap hakkında
bilgi verir Alim. Ama yayın evleri pek ilgilenmez ''Bir köyü anlatan
kitabın ne değeri olur ki? Sonra kim alır ki bu kitabı, küçük bir köyün
nüfusu kaç ki, hepsi kitap alsa bile pek bir kazancımız olmaz!'' gibi,
nazlanarak düşüncelerini söylerler.
Alim'in canı sıkılır ama pes etmez. Başka bir yayın evine gidip anlatır
bastırmak istediği kitabı.
Yayın evi sahibi: ''İyi de kaç kişi okur bu kitabı?''
''Tüm köy ve komşu köyler hatta köyümüze şarap almak için gelen
turistlere bile veririz. Belki turistler ülkelerinde bizim köyü tanıtmak
için kitabı dillerine çevirirler, kim bilir?"
Yayın evi sahibi kafasından bir hesap çıkartır. Ayrıca bu gelen
turistlerin kitabı ülkelerine götürüp bastırma fikri hiç de hayal değil,
gerçek olursa yayın evinin ismi de duyulur. Fena olmaz. Ama gene de ne
olur, ne olmaz, işi garantiye almak için biraz para kopartmak gerekir
diye düşünür.
''Tamam, bu kitabı basarım ama senden biraz da para alırım''
Alim'in önce kafası karışır.
''Aman efendim hiç göz nurundan para alınır mı?''
''Alınır elbet, ne demek biz burada hayır işi mi yapıyoruz, mürekkepti,
kağıttı, emekti...''
Alim, ''Biz bu kitapların karşılığında kimsen bedel filan almadan
dağıtacağız. Köylü okuyacak ve çocuklarına anı olarak saklayacak.”
Yayıncı, ''Alınır elbet, sen bu kitabı yazarken emek vermedin mi? Yani
kafa emeği, her emeğin bir karşılığı olmalı öyle değil mi? Gerçi
bilginin, yazının pek bir değeri yoktur insanların gözünde ama... Kitap
yazarak kazanç elde eden pek olmamıştır. Kitaplardan bir ücret almalısın,
gene de sen bilirsin... Sen, yazdığın kitabın ücretini alırsın veya
almazsın o senin keyfine kalmış. Ama bize kitabın basım maliyetini ödemek
zorundasın. Yayın evinin hiç işine yaramaz üstelik. Çünkü sizin köyün
hikayesini sizden başka kim okur ki? "
Alim, ''Tamam efendim ben size bu hafta içinde haber veririm'' diye
ayrılır kitapçıdan. Ama köye biraz morali bozuk köye döner. Durumu
anlatır Yaşlı Halim'e.
Yaşlı Halim de, ''Bu iş olacak ne yapalım, paraysa para'' der ve Alim’e
kitabın basılması için gerekli parayı verir. Alim Şehre gider ve
kitapçıyla anlaşırlar. Kitap kapağı Köy Meydanındaki Çınar Ağacı ve
altından geçen küçük derenin fotoğrafından basılır. Kitabın Adı: ''Bu Köy
Benim Köyüm'' konulur.
Aradan geçen 20 gün boyunca köylü meraktan kendini işine veremez:
''Acaba, Alim köylerini yazarken onlardan nasıl bahsetmiştir? Bundan
sonra hepsi birer kitap kahramanı olacaklardır artık!''
Yağmurlu bir günde köylüler, köy meydanına gelen kırmızı bir kamyonetin
içinden, koli koli inen kitapları heyecanla seyrederler.
Muhtar ve Alim tarafından kitapların kolileri açılır ve köyde yaşayan
herkese birer kitap verilir. Köy halkı kitabın kapağını sevmiştir ama
ismi pek hoşlarına gitmemiştir ''Bu köy benim köyüm'' de ne demek ''bizim
köyümüz'' olsa daha iyi değil miydi?'' diye söylenirler. Fakat ''aman
canım n'olacak tabii ki herkesin ayrı ayrı 'benim köyüm' deme hakkı
var.'' diye teselli ederler kendilerini.
Akşam olup el ayak çekilince, her evde kitabı okuması için okuma yazma
bilen birinin eline tutuşturup, okuyucunun etrafını çeviren ev halkı
nefeslerini tutarak okuyucuyu pür dikkat dinlerler.
Kitabın girişi gayet güzeldir, köyün tarihi, dereleri, tepeleri,
hayvanları bir güzel anlatılmıştır. Ama kitap ilerledikçe köyde yapılan
tüm güzel şeylerin Alim'in sülalesi tarafından yapılmış gibi, tek tek
isim isim anlatması, herkesi huzursuz eder.
Mesela kitaptan şöyle bir bölüm aktaralım:
''Bu köyün bu kadar şirin ve farklı olmasında emeği geçen tüm sülalemi
rahmetle anıyorum. Köyün bir kütüphanesi olması için benim rahmetli dedem
Arif Bey çok emek vermiştir. Kendisi okumuş görgülü bir insandır.
(Halbuki köyün bir kütüphanesi olması için tüm köy halkı uğraşmış emek
vermiştir) Kitabı dinleyenler araya girip itirazlarını bildirirken, kitap
okuyucuları öfkelenirler: ''Hele bir durun! kitabı bitirdikten sonra
tartışırız.'' diyerek kaldıkları yerden devam ederler. ''Bu köyün Okulunun
yapılmasında benim Amcam Muallim Beyin emeği çok olmuştur. Hatta bu okul,
o olmasa şimdi köyümüzde olmazdı. Köydeki üzüm bağlarının daha güzel ürün
vermesi için benim dayım Ziraat mühendisleri getirerek bağlarımızın en
güzel ürünleri vermesini sağlamıştır. Köylü üzümü sırf yenecek, şırası
pekmezi yapılacak bir şey zannederken Benim babam şarap yapımı için
tesisler kurdurmuştur. Şimdi dünyanın en iyi şarapları benim köyümden
çıkıyor. Babamın sayesinde''
Kitap okuyucuları kitabı okumayı sürdürdükçe köyde her evden öfkeli
sesler çıkmaya başlar. ''Ne zannediyor bu herif kendini? Biz tüm köylüler
birlikte başardık bunları!''
Ertesi gün tüm köylü meydana toplanıp, köy ve köy halkından çok, Alim'in
sülalesini anlatan bir kitap olmasına çok öfkelenirler.
Hayat hanım öne fırlar ve ellerini beline koyarak Alim'i haşlamaya
başlar:
''Yazıklar olsun sana! Bu köyde bu zamana kadar kadınlı erkekli hiç bir
ayrım yapmadan hep birlikte çalışıp çabaladık. Köyü bir dantel gibi
işleyen biz kadınların emeği ne olacak? Bu zamana kadar üzüm bağlarını
ekip, bakan, emek veren köy halkının emeği; biz kadınların o üzümlerden
güzel şaraplar yapmak için günlerce ayaklarımızla ezdiğimiz üzümlerin
şarap haline getirilmesindeki emeği ne olacak? Okuldan, kütüphaneye kadar
her şeyde omuz omuza, gönül gönüle vererek yaptıklarımızı sen bir kalemde
kendi sülalene mal etmişsin bravo, bravoo!!''
Alim önce kızarır, ama yaptığı ayrımcılığın kasıtlı ve bilerek olduğunu
kendisi de bilir. Nedense kitabın kahramanlarının kendi sülalesinden
olmasını istemiştir. Çünkü, Alim'e göre bu köyde en zeki kendi
sülalesidir.
Kitapta Alim'in sülalesinden başka, bir tek kitabın fikir babası Yaşlı
Halim Beyin kitapta adı geçer.
''Bu kitap köyümüzün en yaşlısı Halim Amca'ya ithafen yazılmıştır''
Halim Bey, Hayat Hanım'a müdahale eder, ''dur bakalım bir soru da ben
sorayım Hayat hanım! Evet Alim, anlat bakalım Köyün kitabını yazacakken,
seni bu ayrımcılığa ve hinliğe iten sebep neydi ?''
Alim'in artık yüzü kızarmaz çünkü o sınırı aşmıştır. Ve kendini savunacak
sözleri söyler:
''Tüm köy halkı bilir ki, en çok okumuş benim sülalemden çıktı. Doktor,
mühendis, avukat, hakim, yazar... O yüzden bu köyün bu hale gelmesinde
onların fikir katkısı büyüktür, diye düşündüm, efendim."
Yaşlı Halim: ''Haa demek ki, sen bu köyün ortak emeğini yok saydın,
Hayat Hanımın da dediği gibi. Sen kibirli bir bakışla fikir verenle emek
harcayanlar arasına ayrımcılık soktun. Halbuki yanılıyorsun. Bu köyün tüm
halkı hem bilen, hem de eyleyendir. Senin dediğin gibi filanca okulu
bitirmek değil mesele. Bu köyün halkının çoğu okumuş, aydın ve emekçidir.
Hepimizin katkısı küçümsenemez, kimse kimseden üstün değil bunu böyle
bil!'' dedikten sonra ayağını yere vurarak ve parmağını sallayarak ‘‘Bunu
böyle bil! '' sözünü bir daha tekrarlar.
Taraflı yazılan bu kitabı köy halkı kabul etmez. Bunun üzerine köyde
yaşayan yedi sülale de köy hakkında kitap yazmaya karar verir.
Ve şirin mi şirin Dirlik Köy’de, bu yedi sülalenin beşi, köyü anlatan
kitabı yazarlar. Fakat hepsi de köyü anlatırken köyün halkını değil,
kendi sülalesinin yaptıklarını anlatırlar. Diğer iki sülale ise, herkes
kitabını bastırdıktan sonra yazmaya karar verirler. Kitapların adı,
konusu ve kapakları şöyledir:
1. Kitap adı:''Bu Köy Benim Köyümdür''
Kitap kapağı: Köyün meydanındaki çınar ağacı ve altından geçen ırmak
fotoğrafı
Kitabın konusu: Alim Sülalesini Anlatıyor.
Baskı yılı: 2001
Yayınevi: Ne olsa basarız.
2. Kitap adı: ''Bu Köy Kimsenin Babasının Malı Değildir''
Kitap Kapağı: Köyün uzaktan çekilmiş fotoğrafı
Kitabın konusu: Selim Sülalesini Anlatıyor
Baskı yılı: 2002
Yayınevi: Ne olsa basarız.
3. Kitap adı: '' Bu Köyün En Eski Sülalesi Biziz''
Kitap kapağı: Köydeki tarihi kazıların yapıldığı bir höyük fotoğrafı
Kitabın Konusu: Hattuşil Sülalesini Anlatıyor.
Baskı yılı: 2003
Yayınevi: Ne olsa basarız.
4. Kitap adı: ''Bu Köyü Kimseye Yedirtmeyiz''
Kitap Kapağı: İstiklal Savaşında bulunmuş Aziz Baba'dan kalan kırık bir
süngü fotoğrafı.
Kitabın konusu: Bir Kurt tüm sürüye yeter sülalesi kendini anlatıyor.
Baskı yılı: 2004
Yayınevi: Ne olsa basarız
5. Kitap adı: ''Bu Köy Amozonların Köyü''
Kitap Kapağı: Köydeki kazılarda çıkan bir taşın üstünde ok atan
kadınların olduğu kabartma fotoğrafı
Kitabın konusu: Tarih ötesinde bu köyde savaşçı kadınların yaşadığı ve
erkeklerin anasını ağlattıkları üzerine.
Baskı yılı: 2005
Yayınevi: Ne olsa basarız.
(6. ve 7. sülalenin kitap çalışmaları ise hala bitmemiş olup merakla
beklenmektedir).
Ve böylece köyün eski dirliği kalmasa da kültürel bir patlama yaşar. Köye
gelen turistler alıp götürdükleri kitapları kendi dillerine çevirtip bu
güzel köyün tanınması için katkıda bulunurlar. Ama köye gelen her turist
''en iyi şarabı almak için hangi sülalenin kitabını okumuşsa ona gider''
Ve köyde eski düzen kalmaz. Yedi sülalenin ayrı ayrı, şarap imalatı, ayrı
dükkanı, ayrı pazarı olur. Artık eski dostluk ve dayanışma kalmamıştır
aralarında. Köyün eski güzelliği de yok olmuştur. Ağaçlar kesilip yerine
yeni evler yapılmış, dereler kurumuştur. Eskiden ayrı ayrı renklere
boyanmış evler artık tek renk ve tek tip olmuştur... Kuşların kulak
yırtan sesi yok olmuştur. Değişime tek ayak uyduran karga ve serçelerin
sesinden başka kuş sesi duyulmaz. Leylekler ve kırlangıçlar da eskisi
kadar gelmiyordur...