İçeri girdi. Pencerenin yanındaki masadan dışarıyı seyreden Sofi, yarım
bir tebessümle onu karşılarken omuzlarına attığı ceketini düzeltti ve
tekrar kaldığı yerden dışarıyı seyretmeye devam etti. Öyle aman aman bir
manzara da yoktu. Şehrin üst üste yığılmış betonları ve yer yer özel
güvenlik alanlarından oluşan ağaçlandırılmış bölgeleriyle gri
tonlarındaki soluk atmosferi odanın içine kadar yayılıyordu. Sofi’nin
karşı masasında ise her zaman Sofi’yi içten içe fesatlanıp, taklit eden
ama görünürde can dostuz algısını yaymaktan bıkıp usanmayan Nagi
oturuyordu. O da Sofi’nin tam zıttı yönde, şehrin hastane ve
basımevlerinin bir arada yığıldığı, insanın bir an önce oralardan
uzaklaşmak istediği en sıkıcı bölümünü seyrediyordu. Bu gri şehir
görüntülerine ve üzerinde sanki her an patlak verecekmiş gibi duran
gökyüzüne bakmaktan sıkılmıyorlar mı? Elbette sıkılıyorlardır. Bir
noktayı göz ardı etmemek lazım. Şöyle ki; her ikisinin belleklerinin
duvarında büyük harflerle sürekli geçen “Göz teması yapmaktan kaçının ki
kendini sizden önemli hissetmesin. Sizin sınıfınızdan değilse sakın
ilgilenmeyin.” sözlerinin geçtiği bir elektronik pano yerleştirilmiş.
Onların sınıfsal düşünceleri ve davranışlarını çok da suçlu bulmuyordu.
Bir kış günü, daha doğmasına çok var deyip haftalık ekmeğinin hamurunu
yoğururken aniden tutan sancısıyla tezeklerin ısıttığı tandırın yanında
doğuran ve onu doğar doğmaz kundağına sarıp emzirdikten sonra adını da
Nagehan koyarak, kaldığı yerden ekmeklerini pişirmeye devam eden altı
çocuklu bir annenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açmış. Her ekmek
teknesi dolup taştıkça Nagehan da büyümüş, dolup taşmış. Okuduğu
kitapların matbaa kokusu mu yoksa kitaplardaki resimlerin albenisi mi
bilinmez, onun içindeki hırsı körüklemiş. Annesini ekmek teknesinin
başında bırakıp okudukça okumuş, mühendis olmuş. İçindekine azim dediği
hırsı her geçtiği sınıfta onu bir sonraki hedefine ulaştırıp
hayallerindeki sınıfa ulaştırmış. Şehrin en işlek, en pırıldak
caddelerine açılan sokağın başında aldığı bir evin penceresinden
pırıltıcıklar saçan yaşama bakmaya başlamış. Anasının koyduğu Nagihan
adını aynı pencereden bakan arkadaşlarının teklifiyle Nagi’ye
dönüştürüvermiş. Arada yeryüzü utanıp, gökyüzü de ağlamasın diye gittiği
köyünü, döndüğünde eşsiz yerler gezip gelenlerin heyecanlı ve tumturaklı
halleriyle ballandıra ballandıra anlatmış. Köyden getirdiği bir kovan
balı da kimseye göstermeden kendisi yemiş. Hatta çok sevgili Sofi’sine
dahi vermemiş. Sofi ise en sarp kayaların üzerinde ufak bir hisarın yer
aldığı, kasabalılıktan kurtulamamış bir şehirde zahireci bir babanın
büyük kızı olarak dünyaya gelmiş. Dönem eğitim dönemi, herkes çoluğunu
çocuğunu okutuyor. O dönemden Sofi de nasibini almış. Üstelik zeki kız,
sınıfını hep başarı ile geçmiş. Zahireci de kızı Safiye okudukça
gururlanıp kesenin ağzını açmış, Safiye’den hiçbir şeyi esirgememiş, daha
iyi eğitim görsün diye yurt dışlarına bile yollamış. Safiye’nin memleket
hasreti, ana baba hasreti dedikleri geri dönmecilik bahanelerine
tutunarak kıymetlendirdiği zatı büyükşehrin büyük işlerinin içinde
yükseldikçe yükselmiş. Çalıştığı işyerinin onuncu katında yer almış..
Onun işinde yükselişi taşradaki ailesini de beraber yükseltmiş ve hep
beraber sınıflarını geçmişler. Zahireci paradan kazandıkça kazanırken,
Safiye de başarıdan kazanır olmuş. Her iki tarafın da hayata bakışları
değişivermiş. Zahireci baba küçük dükkanında geçen günlerini unutup üç
köşeli yıldızı olan arabalara binen müteahhitliğe soyunmuş. Kızı iş
yerinin katlarında yükselirken o da attığı temellerin üzerinde yükselmiş.
Baba kızın bu çabalarına damatları Yüksel de eşlik ederek el birliği ile
yükselmeye devam etmişler.
Onların eski bir roman diye bir kenarda bıraktıkları geçmişlerini
bildiğinden şu anda gösterdikleri tutuma birazcık dokundurmaktan kendini
alamıyordu. İçindeki ses bağırıyordu; “Amman gözlerinizi ayırmayın! Siz
kim diğerleri kim? Sakın ilgilenmeyin, uzaklara bakmaya devam edin.
Gördüğünüz o muhteşem eser biraz sonra Ayvazovski’nin tualinden fırlayıp
gri bir okyanus gibi beyinciğinizin bir köşesinde tamamlanacak ve siz o
muhteşem eseri tamamlayacaksınız.”
-Fırçalarınızı getirdim.
Odanın tüm sessizliği bir anda bozuldu. İçindeki ses dışarıya birazcık
oyun oynamak, birazcık da üstü kapalı sataşmak istemişti. Anlamadılar.
Anlamadıkları da iyi oldu. Elindeki çizim fırçasını Sofi’nin masasına
bıraktı. İki gün önce çizim yaparken lazım olmuş ve Sofi’den almıştı.
Odadaki diğer iki masada ise Tulen ve Harp oturuyordu. Bayanlara öncelik
yerine getirilmişti. Harp, gaga şeklindeki burnunu örten ince tel
çerçeveli gözlüğünü düzeltti,
-Oooo hoş geldin,
Dirseklerini dayadığı masadan öndeki koltukları işaret ederek yer
gösterdi. Yer gösterirken buralar benden sorulur, bu odanın hamisi benim
anlamında elinde tuttuğu kalemi hızlı hızlı döndürürken diğer elinin
bileğindeki metal kordonlu saatini salladı. İnsansı göz temasını gizleyen
çerçevelerinin arkasından gözlerini saatinin kadranına kaydırdı.
-Az sonra yemeğe çıkarız, çay söyleyecektim, vazgeçtim. İstersen
söyleyeyim.
-Gerek yok, teşekkür ederim.
İşaret edilen misafir koltuklarına oturdu. Önündeki sehpada boşalmış
bardakları görünce,
-Misafirsiz olmuyor her halde, diyerek, bardakları işaret edip gülümsedi.
-Yok. Kimse gelmedi. Biz masanın üzerindekileri toplayıp oraya koyduk.
Çay servisi bugün iyi çalışmıyor.
-Anladım!
Biraz sessizlikten sonra hâlâ pencereden bakmaya devam eden iki kadına
rağmen bir şeyler söylemek istedi. Vazgeçti. “İyi ki bu odada
çalışmıyorum, baygınlık geçirirdim” diye düşündü.
Harp, ülkenin en uzak köşelerindeki bir taşradan fırlayıp okumak için
büyük şehirlere gelmiş. Bir taraftan iyi bir üniversiteye gireyim diye
uğraşırken bir taraftan da cılız ve ürkek bir genç olarak girdiği ve
ileride dünya görüşünü şekillendireceği grupların içinde serpilip
gelişmiş. Okul bittiğinde kaytan bıyıklı, bıçkın delikanlı hallerinde
efelenip, “topuğuna sıkarım” tehditlerini kullanarak belayı savuşturup,
hamilerinin açtığı imkanlardan birine yerleşerek büyük şehrin parlak
ışıkları altında o da kendi hedefine ulaşmanın yollarını çizmişti. Tek
amacı ileride iyi bir siyasi portre olabilmek.
Tulen, aslında Turhan, ama konuşurken “ulen” sözcüğünü çok kullandığı
için kendisine Tulen denilmiş ve öyle alışılıp akıllarda yer etmiş. Onun
ne sınıfla ne bitirdiği okulla ne doğduğu toprakla ne de
çevresindekilerle derdi vardı. Tek derdi her görüntünün bir çerçeve
içinde oturup oturmadığına bakmaktı. Masada duran eşyaları o çerçeveye
göre düzenlemek, giysilerini renklerine göre ayarlamak gibi. Bazı
zamanlar en parlak en iddialı renkleri Tulen’in üzerinde görebiliriz.
Kökeninin saltanata, tahta dayandığını söyleseler de o kabul etmez.
Sadece babasının iyi bir bahriyeli olduğu için kendisinin bir deniz
çocuğu olduğunu söyler. Gemici düğümleri atmak yerine iskarpinlerini
düğümleyip sanat sergilerini dolaşmanın daha keyif verici olduğu
kanısındadır. Şehirde hiçbir sanat açılışını kaçırmaz. O nedenle onun
dünyası nedense bu odaya pek uymadığı gibi diğerlerini de hiç
ilgilendirmedi. Onun kibar konuşması ve şık giyimi onlar için yeterliydi.
Harp’in bu kadınlarla nasıl anlaştığına önceleri hayret ediyordu.
Sonraları ise işin tekniğini öğrenince edinilen fikirlerin, kişilerin
kimliklerini oluşturduğunu ama benliklerini etkilemediğini gördü.
Kazanılan kimliği bitmez tükenmez bakiyesi olan kart gibi kullanmaktan
öte kullanmayı çözemediler. Kazandıkları yaşam, Bulacci’nin en şık
tasarımlarından bir çizme, bir pardösü veya bir ceketi taşımak gibiydi.
-Çay isteyen var mı?
Gün boyunca gelmediği söylenen çaycıya rağmen biriken bardaklar ve
sanırım bayatlamış bir çayın tadıyla yemeğe çıkmak gerekecekti.
-Ben alayım bir tane.
Bardağa dolan çayın çıkardığı sese Nagi’nin sesi karıştı.
-Gözü doymuyor çaycılıktan çay fabrikatörlüğüne yükselecek galiba,
dökülecek çayı bile satıyor. Bunlar hep böyle, hiç gözleri doymaz.
Utanmasalar ağzımızı açıp açıp dökecekler.
Çaycı Bener hiç vakit kaybetmeden cevabını yapıştırdı,
-O ne demek abla? İç bitane, bayatsa gözüm kör olsun paranı almıcam hatta
bütün çaylarını silcem.
-Git işine, senin bayat çayınla midemi bozamam!
Bener, söyleneni beğenmediğini belirtircesine kafasını sallayarak sehpada
biriken boşları toplamaya başlamıştı.. Küçük sahil kasabasından çalışmak
için geldiği bu büyükşehirde önceleri aç kalmış, soğuklarda başını
sokacak bir yerler bulmak için bekçilik yapmış, sonunda kendi ayakları
üzerinde durmayı öğrenmiş. İyi de olsa kötü de olsa ekmeğini kazanıyor,
işini yapıyordu. Neden onu küçümsüyorlar? Halbuki küçükken annesine “beni
nereden aldınız” dediğinde, sahilde sıralı balıkçı teknelerini
göstererek, “İşte onlardan aldım seni” diyen annesine mi yoksa gökyüzünde
uçup giden leyleklerin arkasından ellerini çırparak, “leylek beni
getirdiğin gibi bana altın diş getir!” diye bağırdıktan sonra ağzında
dökülen dişlerinin bıraktığı karanlık delikle gülümseyen komşularının
kızına mı inanacağını bilemediğinden, kendisini balıkçıların mı yoksa
leyleklerin mi getirdiğini çözememiş biri olarak çaycılığı gayet iyi
götürüyordu.
Çay tepsisiyle odadan çıkmak üzereyken geri dönüp, Nagi’ye
-Abla seni leylekler mi getirdi?
Odadaki herkes önce şaşırdı, sonra yine şaşırdı. Nagi oturduğu yerden
bağırdı,
-Ne demek bu şimdi?
Çay tepsisini ustaca sallayarak uzaklaşan Bener,
-Sen anlarsın onu, dedi ama odadakiler duymadı. Duysalar da
anlamayacaklardı.