Unuttum mu, unutuldum mu üstüne bir de, diye düşünürken, arada bir gelen
o hafif temas hazza benzedi benzeyecek bir duyguyu zihne hafifçe zerk
edip bir çuval inciri berbat ediyordu. Değil mi? Ama kendini ne kadar
tutarsan tut; tuttuğun, ikna olmaya meylinin avuçlarının arasından yitip
gitmesiyle oluşan boşluk oluyordu en nihayetinde. Beteri, dünya batıyordu
gözlerinin önünde. Batmakla kalmıyor bir yandan da alev almış, yanıyordu.
Batıştan geriye hafif bir esintiyle savrulacak küller kalacaktı, bu
ayandı. Olanlar oluyorken, gözlerini diktiğin avuçlarının boşluğuydu tüm
endişen. Bundan utanman gerektiğini söyleyen aklın sesi de yeterince
huzursuzluk verici değildi. Nasılsa her şey şimdiden ibaretti; şimdiyi
geride bırakacak olan henüz gerçekleşmemişti. O kadar da endişelenme,
diye avutuyordun kendini. Var olan sadece şimdidir. Var olmayanın da
sadece şimdi denen şey olduğunu söylediğimizde, zamanın akıl -
dışılığı'na el sallıyoruz demektir, gibi cümleler kurup sahte bir
rahatlamanın seni kollarına almasına izin veriyordun. Dünya batıyordu
oysa. Göstere göstere batıyordu ve bir yandan da yanıyordu. Şanssızlık
şuydu ki, kışın soğuğu dünyanın bir de alev almışlığının kaygıya
dönüşmesini erteliyordu. İnsan umut eşeleyen bir köstebekti senin
gözünde. Sen de köstebeklikte fena sayılmazdın. Hayata bir gün daha
eklemeyi mümkün kılacak umut parçacıklarını kazıp çıkaracağın yerlerin
kokusunu almakta da ustaydın, diş ve tırnakla çıkardığını bir an içinde
kaybetmekte de. Belki de dünya batmıyordur da, alt üst oluyordur sanını
bir öngörü kabul ediyor; alt üste dönüştüğünde herkese yetecek umudun
görünür olacağı fikriyle avunuyor ve avutuyordun çevrendekileri. Sözün
bittiği yerlerdeki manevra kabiliyetin tornistanını garanti altında
tutuyordu. Kalbinin aynı sevda nesnesine dönüp durmasının açıklaması da,
dünyanın aslında batmıyor, yalnızca altı ile üstünün mütemadiyen yer
değiştiriyor olmasıydı sana kalırsa.
Oysa dünya batıyordu, avuçlarındaki boşluğu umursamadan; o boşluğu
dolduracak umudu günün birinde kazıp çıkaracağına inancını dert etmeden,
batıyordu.
İnsan hazzı arayan bir köstebekti ayrıca senin nezdinde. Ondandır ki haz,
kendini geriye çekip dönmeyecekmiş süsü verdiğinde kendine, sen de
saflarına çekiliyor, döneceğinden adın kadar eminken kendini dönmeyişe
hazırlıyordun. Daha büyük ve daha çok kaz. Elin boş dönmezdin avlanmaya
çıktığında. Tırnakların kan içinde, dişlerin kökünden sızlarken
ganimetine bakıp bırakıp gitmiş gibi yapan hazzın bulduğuna kayıtsız
kalamayıp vakur bir edayla geri döneceğini bilmenin güveniyle
gülümserdin. Gelmesi geciktikçe sıkılır, sıkıldıkça saf zamanı
hissetmenin de az şey olmadığını kendine söyleyerek oyalanırdın. Sonra
temas gerçekleşirdi. Bir çuval inciri berbat etti çıkışmasının sahteliğini
nereye gizleyeceğini bilemeden kapıp koyuverirdin kendini. Dünyanın batış
hızıyla doğru orantılı artıyordu temasın verdiği hazzın miktarı. Üstünde
olduğumuzun altında kalacaksak günün birinde, birbirimizi bulmamız mümkün
olmayabilir bir daha kaygısı, olabilirdi hazzı verenle alanın, “olabildiğince“ verme ve alma telaşının altında yatan. Alanın da verenin
de aslında rızaları yokmuş gibi durmaları külliyen roldü; sahte olanı
bilmenin ve anlayışla karşılamanın yatağında, med’in cezire ve yine
cezir’in de med’e sevdası boylu boyunca uzanması vardı.
Dünya hala batıyordu oysa. Alevlerini savurarak, önüne çıkanı yakarak
batıyordu. Kimsenin görmezden gelemeyeceği o batışı gözüne gözüne
soktuklarında bir an için korkuya kapılıyordun. Derken içindeki köstebek
cilveyle fısıldıyordu: Anka’sını doğuracak külü senden daha iyi kim
bulabilir ki, telaş etme. Etmiyordun…