‘’…yalan düşkünlüğü ya da ahmaklıkla buraya gelmiş pek kentsoylu
yaratıklardır. Kısacası, düş gücü fazlalığı ya da eksikliğiyle. Zaman
zaman bu baylar bıçak ya da tabanca kullanırlar, ama bunu gönülden
istediklerini sanmayın. Rol gereğidir bu, o kadar; son kurşunlarını
atarken korkudan ölürler. Öyle ama ben onları ötekilerden daha ahlâklı
buluyorum, aile içinde, yavaş yavaş yıpratarak öldürenlerden daha
ahlâklı...’’
Bu satırları kaç kez okuduğumu anımsamıyorum bile. Kitabı kapatıp yatak
ucumdaki sehpanın üzerine bıraktım. Kalkıp kendime bir kahve hazırladım
ve televizyonun karşısına geçip kanalları dolaşırken, son dakika haberi
ile karşılaşınca hemen kanal değiştirip, dilimde birikmiş en ağır
küfürleri sallayıp ‘’ bu ülkenin olağan hali’’diyerek kahvemi
yudumlarken, telefonumun arka odadan çalan sesine yöneldim. ‘’ çabuk
televizyonu aç, Tahir’i öldürdüler’’ dedi ve telefonu kapattı. Kanalları
tek tek geçerek habere ulaşmaya çalıştım. Diziler, spor programlarını
geçip en son bir kanalda haberle ilgili birkaç detay aldıktan sonra,
televizyonu kapattım. Hızlıca giyinip sokağa çıktım. Her zamanki gibi ne
yapacağımı bilmiyordum. Diğerlerinin ölüm haberini alınca da böyle
kalakalmıştım. Uçsuz bucaksız bir boşlukta kalmış gibiydim. Eve geri
döndüm. Birkaç dostumla telefon görüşmesi yaptım. Bir ara sosyal medyada
da haberle ilgili paylaşımlar var mı diye, bir bakayım derken telefonum
bir kez daha çaldı. O arıyordu. Kesin haberi aldı da onun için arıyor
beni, dedim.
Sesindeki sıradanlık, arkadan gelen çatal bıçak seslerine bakılırsa
haberi yoktu. Titrek bir sesle ona haberi verdiğimde, bana “o da kimmiş,
bu ülke için ne yapmış, öldürülmüşse ne yapayım” dediğinde öylece kaldım.
Az önce kanalları dolaşırken gördüğüm manzaradan bir farkı yoktu bu
sesin.
Kendimi tekrar sokağa attığımda akşamın geç saatleriydi. Ne biriyle
karşılaşmak ne de biriyle sohbet etmek istiyordum. İnsanların sokak
aralarında kadeh ve kahkaha seslerini duymamak için en dip sokaklardan
geçerek Nevin’ in evine gittim. Kapıda beni görünce şaşırmadı. Sarılıp
ağladık. Konuşmadık hiç. Konuşmamıza da gerek yoktu. İkimiz de ne
olduğunu ya da olmadığını çok iyi biliyorduk. İki saat oturup kalktım.
Kapıda bana “Umutsuzluk sessizdir, o yüzden de yarın hep beraber ses
çıkarmaya gidiyoruz” dedi. Ona geleceğimi söyleyip, ayrıldım.
Kalabalık azalmış çatal bıçak sesleri kesilmiş, çöp arabaları akşam
artıklarını toplarken kentin sokakları da ruhunu alıp gitmişti çoktan.
Sakin ve telaşsız adımlarıma kalabalık düşüncelerim eşlik ederken,
kendimle onun arasındaki o kopmaz dediğim bağın bugün nasıl çözüldüğünü
gördüğümde neden çok şaşırmadığımı düşündüm. Acaba benzer yönlerimizin
çokluğu, detayları atlamamı mı sağlıyordu. Sürekli olarak kendimi aklamak
ve oradan uzaklaşacak nedenler aramaktan beynim zonklamaya başladı.
Benim haberi atlayıp, olağan haller dediğim cümlenin bende yaratığı
utanç, bir başkasına da bulaşır mı, tıpkı bir veba gibi. Önce bana
bulaşsın istiyorum. Ölümler karşısındaki sessiz kalışımı; bir iş, aile,
ev gibi zehirli örgütlerin içinde kendime yer bulduğuma dair arsız
güvenimi yerle bir edecek gerçekle yüzleşmenin zamanı çoktan geçti.
Evdeyim artık. O güvenli kafesin içindeyim yani. Telefonumu açıp son bir
kez daha, kim, kimler ne demiş diye bir gezinti yaptım; uzayıp giden
listenin adreslerinde, dolaşıma sokulan ölü resimleri, lanet okunan
haykırışları ve bir de rakı masalarında yenilen ahtapot resimleriydi
gördüğüm. Yapılan lezzet yorumları, profil resimlerinin karşısında
akıtılan salyaların sarı tebessümlü kırmızı noktaları vardı.