ÖYKÜ

Roya Atlas   







UTANÇ


‘’…yalan düşkünlüğü ya da ahmaklıkla buraya gelmiş pek kentsoylu yaratıklardır. Kısacası, düş gücü fazlalığı ya da eksikliğiyle. Zaman zaman bu baylar bıçak ya da tabanca kullanırlar, ama bunu gönülden istediklerini sanmayın. Rol gereğidir bu, o kadar; son kurşunlarını atarken korkudan ölürler. Öyle ama ben onları ötekilerden daha ahlâklı buluyorum, aile içinde, yavaş yavaş yıpratarak öldürenlerden daha ahlâklı...’’

Bu satırları kaç kez okuduğumu anımsamıyorum bile. Kitabı kapatıp yatak ucumdaki sehpanın üzerine bıraktım. Kalkıp kendime bir kahve hazırladım ve televizyonun karşısına geçip kanalları dolaşırken, son dakika haberi ile karşılaşınca hemen kanal değiştirip, dilimde birikmiş en ağır küfürleri sallayıp ‘’ bu ülkenin olağan hali’’diyerek kahvemi yudumlarken, telefonumun arka odadan çalan sesine yöneldim. ‘’ çabuk televizyonu aç, Tahir’i öldürdüler’’ dedi ve telefonu kapattı. Kanalları tek tek geçerek habere ulaşmaya çalıştım. Diziler, spor programlarını geçip en son bir kanalda haberle ilgili birkaç detay aldıktan sonra, televizyonu kapattım. Hızlıca giyinip sokağa çıktım. Her zamanki gibi ne yapacağımı bilmiyordum. Diğerlerinin ölüm haberini alınca da böyle kalakalmıştım. Uçsuz bucaksız bir boşlukta kalmış gibiydim. Eve geri döndüm. Birkaç dostumla telefon görüşmesi yaptım. Bir ara sosyal medyada da haberle ilgili paylaşımlar var mı diye, bir bakayım derken telefonum bir kez daha çaldı. O arıyordu. Kesin haberi aldı da onun için arıyor beni, dedim.

Sesindeki sıradanlık, arkadan gelen çatal bıçak seslerine bakılırsa haberi yoktu. Titrek bir sesle ona haberi verdiğimde, bana “o da kimmiş, bu ülke için ne yapmış, öldürülmüşse ne yapayım” dediğinde öylece kaldım. Az önce kanalları dolaşırken gördüğüm manzaradan bir farkı yoktu bu sesin.

Kendimi tekrar sokağa attığımda akşamın geç saatleriydi. Ne biriyle karşılaşmak ne de biriyle sohbet etmek istiyordum. İnsanların sokak aralarında kadeh ve kahkaha seslerini duymamak için en dip sokaklardan geçerek Nevin’ in evine gittim. Kapıda beni görünce şaşırmadı. Sarılıp ağladık. Konuşmadık hiç. Konuşmamıza da gerek yoktu. İkimiz de ne olduğunu ya da olmadığını çok iyi biliyorduk. İki saat oturup kalktım. Kapıda bana “Umutsuzluk sessizdir, o yüzden de yarın hep beraber ses çıkarmaya gidiyoruz” dedi. Ona geleceğimi söyleyip, ayrıldım.

Kalabalık azalmış çatal bıçak sesleri kesilmiş, çöp arabaları akşam artıklarını toplarken kentin sokakları da ruhunu alıp gitmişti çoktan. Sakin ve telaşsız adımlarıma kalabalık düşüncelerim eşlik ederken, kendimle onun arasındaki o kopmaz dediğim bağın bugün nasıl çözüldüğünü gördüğümde neden çok şaşırmadığımı düşündüm. Acaba benzer yönlerimizin çokluğu, detayları atlamamı mı sağlıyordu. Sürekli olarak kendimi aklamak ve oradan uzaklaşacak nedenler aramaktan beynim zonklamaya başladı.

Benim haberi atlayıp, olağan haller dediğim cümlenin bende yaratığı utanç, bir başkasına da bulaşır mı, tıpkı bir veba gibi. Önce bana bulaşsın istiyorum. Ölümler karşısındaki sessiz kalışımı; bir iş, aile, ev gibi zehirli örgütlerin içinde kendime yer bulduğuma dair arsız güvenimi yerle bir edecek gerçekle yüzleşmenin zamanı çoktan geçti.

Evdeyim artık. O güvenli kafesin içindeyim yani. Telefonumu açıp son bir kez daha, kim, kimler ne demiş diye bir gezinti yaptım; uzayıp giden listenin adreslerinde, dolaşıma sokulan ölü resimleri, lanet okunan haykırışları ve bir de rakı masalarında yenilen ahtapot resimleriydi gördüğüm. Yapılan lezzet yorumları, profil resimlerinin karşısında akıtılan salyaların sarı tebessümlü kırmızı noktaları vardı.

“Birbirimizin yüzüne bakarak, içimizi öldürüyoruz.”


dizin    üst    geri    ileri  

 



 15 

 SÜJE  /  Roya Atlas  /  yirmi beş ocak iki bin on yedi  / 20