KURGUSAL ÖYKÜ

Özgecan Dalkılıç   







DÜNYAMIZ DAMIMIZ


Merdiveni yoktu, damın. Kendisi aşağıda o ise yukarıdaydı. Yukarıda olan aşağıdakine elini uzatıp:

_ Uzat elini, dedi.

Aşağıdaki elini uzattı. Yukarıda olan uzatılmış elden sıkıca tutup var gücü ile onu yukarı çekti. Elini bırakmadan damın üzerinde geçen senelerin hızıyla yürümeye başladılar. Tam çanaktan bacanın yanına gelince durdular. Adam üşümüş ellerinin ısınmasından korkar gibi telaşla ellerini çekti. Kızı omuzlarından sarsmaya başladı. Acıkmıştı, kelimelere; sıraladıkça sıraladı birbiri ardına kelimeleri.

_ Gözlerini aç, aç da adamakıllı bak! Hep dönmek istediğin yer burası. Sana ait her şey burada. Şurada mahallen, şurada insanların, şurada girişi olmayan odalar yaptığın taşlar, çamurdan bebekler, şitillerin sarıp sarmaladığı kuyular, şurada kanatlarını ve bacaklarını koparıp attığın böcekler… İşte tam da ayaklarının altında seni yeniden bana getiren hatıralarının evi. İyi bak! Her köşesini nerene çizersen çiz, bu dev kavakların gölgesine yatmış kasabayı. Biliyorum buraları görmek, buralara dönmek nasibin olmayacak başka. Bu ev eskilerden kalma, son kez nefes alan ev, kasabanın ciğeri, lohusa bir kadının dayaktan ve taştan sırtına vurduğu yükün bedeli. Bu ev, bu evin diğer kadınlarına kuma gelip bu dünyadan yine en son gidecek hükümet gibi bir kadının kemerine süs olan anahtarın damı. Ve biz bugün bu evi ceddimizin elleriyle yıkacağız. Ceddimizin yüreklerine pür neşe olan coşkusuyla hem de.

Adam sesinin yettiğince bağırdı, kesik kesik soludu; kız içini çeke çeke çocukluğunda hiç ağlamadığı kadar ağladı.

_ Ağlamayı bırak, titreme, korkunun yeri değil, başını dik tuttuğun yerin göğüdür, burası!

Usulca çömeldi yere, adam. Kız yanındaki karartı karşısında o büyü dedikçe daha da küçüldü. Oysa bedeni büyüdüğünün en son noktasındaydı, bedeni değil, umutları küçüldü. Fısıltı sesinde süzüldü, gözyaşları. Kavgaya tutulmuş bir çocuğun galip gelen öfkesiyle. Elinin tersi ile sildi, gözlerini. Zoraki gülümsedi. Her şeye rağmen yaşama sevincini yitirmemiş bir insana karşı gülümsedi, son kez hediye sunar gibi. Konuşmayı yeni öğrenircesine dudaklarını usul usul aralayıp:

_ Ahhhh baba, dedi. Ben sana böyle gelmeyecektim. Büyümüş hiç, küçücük gelecektim.

_ Bak, senin de karşında yaşlanıyor olan bir beden var, doğrusu yaşlanmış.

Güldü, biraz önceki öfkeyle karışık coşkusunu hiçe sayar gibi.

_ Hem boş versene büyük küçük fark etmez. İnsan dediğin her ikisinde de bir şeyler yitirir. Dahası hiç bulamadığı bir değeri de yitirmiş olarak doğabilir dünyaya. Dünya… Sahi bizim dünyamız neresiydi?

_ Ayaklarımız altındaki damımız, baba.

_ Ne de güzel dedik ve düşündük. Dünyamız, damımız; dünyamız damımız… Gel otur yanıma. Sen başını koy dizlerime, ben ellerimi şu dünyadaki tek sadık dostum şişeme. Anlat, ama bu sefer gürültüsüz patırtısız olsun. Bir de türküler tutturalım, içinde duymak istediğimiz kelimeler olsun, hep. Ayaklarımızı arkamızdan gelip bizi aşağı iteceklermiş de düşeceğiz tutkusuyla _ki bilirsin sana öğrettiğim en güzel şeydir. İnsan en çok düşme ile düşmeme arasındaki çizgide gelip giderken daha çok hisseder yaşadığını_ sallayalım damımızdan aşağıya. Delicesine kahkahalar atalım, ta ki yorulduğumuz ana değin. Sonra kalkalım; dünyamızı, damımızı yıkalım. Bitsin her şey. Yolumuza bitmiş olarak devam edelim.

Usulca kız da damın kenarına oturdu, ayaklarını salladı, aşağıya. Başını koydu, babasının dizlerine. Hızlıca ayaklarını geri çekti. Bir müddet sonra yeniden salladı.

_Tuhaf, dedi.

_Tuhaf olan ne?

_ Sanki arkamdan biri beni itiyormuşçasına hissediyorum. Ayak bileklerime yapışmış bir el salıncak kurmuş sallanıyor, gibi.

Bak işte bu daha iyi.

_Niye ki?

_ İkimizde birbirimize bilmediklerimizi anlatacağız. Ben düşmeyi, sen ise çekilmeyi.

Anlattılar, güldüler, sordular, cevapladılar. En sonunda adam:

_ Kalk, yıkmanın zamanı geldi. Yağmur yağmadan önce bitirmeliyiz bu işi. Yeşerirse damımıza kıyamayız.

El ele tutuşup kalktılar, damın kenarından. Konuşmaktan yorgun; ama yapacakları işten emin. Kızı, kiremitten yapılmış bir oluğun yanına götürdü, babası. Sandı ki kazma kürek alacaklar ellerine. Oluğun yanında kurumuş otlardan yığın vardı. Eğildi, babası yığını kaldırdı. Yığının altında koyun postu…

_ Kırk defa söyledim, bu post ne zaman ki adam akıllı kuruyacak o zaman insanoğlu pişecek. Bak, işte yine kurtlanmış. Ben bundan sonraki işe elimi dahi sürmem. Şimdi kazmasız ve küreksiz, bensiz, tek başına; ama bir solukta yıkacaksın bu damı.

Söyleyince birdenbire kayboldu, adam. Kız düşünmeye başladı, damın üzerinde. Tedbirli adımlar atarak hangi odanın üzerinde olduğunu kestirmeye çalıştı. Düşünceleri kadar adımları da yavaştı. Hızla atsa adımlarını, bir boşluk açılıp da düşecekti, odanın birine. Bir adım daha attı. Belki göz yanılmasıdır, dedi. Şuralarda bir yerde olmalı. Şimdi gelecek ve başladığımız daha doğrusu başlattığı işi beraber bitireceğiz. Yıkacağız bu damı, yıkmaya önce arka odalarında başlayacağız. Bir kez daha seslendi:

_ Babaaaaa!!!

Yoktu, gitmişti, gerçekten. Düşüyor muydu bedeni, anlamadı. Düşüş mü bedenindi, bedeni mi düşüşün bilemedi. Düşmek düşünmekti, düşünmek düşmek. Korkuyor muydu ikisinden? Titredi, korkuyordu. İçini dökünce sanki babası gelecekmiş gibi konuşmaya başladı:

_ Hatırladın mı, baba? Düşünce diz kapaklarım hafifçe kızarır, sonrasında sarı sular sızar, kanamadan kabuklar bağlardı, yaralarım. Kabuk bağlayan yaralarımı, üzerinde dolaşan parmaklarım o an hissederdi ve bir kez daha kanatırdım, sonsuz. Kaç defa dönüp geldim yaralarımdan habersiz de saymadım. Oysa düşünmek saymaktı, düşünmekten korkuyor olma nedenimi biliyorsun sen, baba! Biliyorum, beni yine bana öğretmek için terk ettin. Bu sefer öğrenmek de anlamak da istemiyorum, gözlerinin ölmeye yakın renginden seni sonsuz yaşatmak istiyorum. Gitme sakın! Kendimden daha çok biliyorum, dönüşünün sonunda yine “Anlat!” diyeceksin. “Anlat!” Gözlerimi her kaçırdığımda “Sadece gözlerimin içine bak!“ diyeceksin. Ben bu sefer sana kazmayı tutuşumdan, küreği bir ölünün mezarına daldırır gibi hışırtılı savuruşumdan bahsetmeyeceğim. “Neden, niçin, niye, nasıl diyeceksin?” Yooo yooo anlatmayacağım bu sefer. Madem güneşin doğuşunu ve batışını beraber seyrettik bu damda, beraber yıkacağız bu damı. Bahanelerimiz, özürlerimiz hiç olmayacak. Ve ben bu damda sen yeniden dönene kadar odalarda dolaşacağım hem de odaların dışında; ama hayallerimizin içinde. Yaşamın geriye ve ileriye dönebildiği her yerde.

Bağırdı:

_ Duydun mu, duyuyor musun beni? Hadi gelllll, gelll baba!

Ses alamadı. Gerçeğin mantıklı sesiyle güldü:

_ Her yer, her yerde mi? Üç odalık yerde. Evet, burası “Dünyam”. Adım adım arşınladığım avuntum.

Damın üzerinde bir adım attı, hem de bir zamanlar evciliklerini kurduğu damın üzerine. Odaların sayısınca odalar kurmuştu, elleri yeşile gözleri yaşlara boyanana dek.

Bağırdı avazınca:

_DÜNYAMIZ DAMIMIZ! Hadi gellll, artık!

Ses yok. Siyahın rengiyle sustu. Gelmeyince babası bir hışımla yıkıldı, damı, dünyası.


                                                                                                            Rüyaların İz(düş)ümü / 4

 

dizin    üst    geri    ileri  

 



 35 

 SÜJE  /  Özgecan Dalkılıç  /  yirmi altı ocak iki bin on beş     8