İnsanlık tarihi boyunca milyarlarcası gelip geçti, adına dünya dediğimiz
sahneden. En ilkel köleci toplumlarda, egemenlere canı pahasına, karın
tokluğuna hizmet eden kitleler, artık iş göremez duruma gelince bir çöp
gibi yaşamın kıyısına atıldılar. Hiçbirinin kendi yaşamları ol(a)ma(z)dı.
Günümüzde de sahne çok değişmiş değildir. Egemenler şirinlik muskası
takarak gezinirler sahnede, geniş halk yığınları suyu ustalıkla
ayarlanmış çelik çarkların aksamadan, kırılıp dökülmeden dönmesi için
gres yağı olur sisteme. Antik köleci toplumların aksine, bu kez yasalarla
belirlenmiş kölelik hukukuna bağlıdır herkes. Kitleler, özgür olduklarına
inandırılmıştır. Oy verme hakları bile vardır; her nasılsa büyüttüğü
çocuğunu sistemin içerisinde bir yere yerleştirdi mi karada ölüm yoktur.
Her yıl binlercesi ‘’iş kazası’’ diye raporlara geçen cinayetlerde can
verir, usulca gömülürler toprağa. Kitlesel ölümler olmadıkça kimsenin
ruhu duymaz en yakınları dışında.
Aşk sanılan, gerçekte ise çiğ duyguların yörüngesindeki yakınlaşmalarda
da durum çok farklı değildir. Merkezdeki ‘’efendi’’nin çevresinde dönen
sevdalı için aşk böyle bir şeydir. Ne kadar severse, o kadar hizmet
etmeye programlanmıştır. Bilinci karartıldığı için bir süre sonra ortaya
acı çekmekten zevk alan mazoşist biriyle acı çektirmekten zevk alan
sadist bir efendi çıkar ortaya kaçınılmaz olarak. Bu sado-mazoşist,
hastalıklı ilişki türüne aşk demeye çekinmezler. Gazetelere yansıyan ve
aşk cinayeti olarak bilinen vahşet, gerçekte bu sado-mazoşist ilişkinin
nefrete dönüşen eyleminden başka bir şey değildir.
Özgür bir insan, kendini yaşayabilen insandır. Kitlelerin binlerce yıllık
yanılgısının aksine, insanın kendi değer yargılarıyla var olması
sanıldığı kadar zor değildir ama önce bilinçlerdeki karartmayı yok edip
özüne dönmesi, özeleştiri yaparak aksayan yanlarını onarması, oluşturduğu
kimliğini en hoyrat saldırılara karşı bile koruyabilmesi gerekir. Bu
saldırılar, en yakınındakilerden gelse bile…