MAKALE

Oktay İnam  







KADIN CİNAYETLERİ


İngiltere’de Sarah Everard adında 33 yaşındaki bir kadının öldürülmesi, mart ayında Sarah’yı anma toplantısı yapmak isteyenlere karşı polisin tepkisi, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri hakkında gerek ana akım medyada gerekse sosyal medyada yoğun tartışmalara yol açtı. Bu tartışmaların, aynı mevzular üzerinde Türkiye’deki tartışmalardan farklı olduğunu belirtmem gerekir. En çarpıcı fark, İngiltere’de kadın cinayetlerinin doğru tanımlanması, anlaşılması ve gerek merkezi gerekse yerel yönetimlerin bu hususta sorumluluklarının bulunduğunu, vatandaşları koruma konusunda eksik kaldıklarını itiraf etmeleridir.

Sarah Everard cinayeti üzerinden kadın cinayetleri ile ilgili haberleri ve tartışmaları izlerken, Türkiye’de kadın cinayetlerinin gerek yönetim katında gerekse basında ve kamuoyunda nasıl görüldüğünü, anlaşıldığını, tanımlandığını irdelemeye çalıştım.

Kadın cinayetleri Türkiye’nin en acı, en anlaşılmaya ve doğru tanımlanmaya muhtaç gerçeklerinden biridir. AKP Kayseri milletvekili Hülya Atçı Nergis’in katıldığı bir tv programında, sunucunun “2020 yılında 300 kadın öldürüldü” demesine karşılık, gazetelerin kadın cinayetleriyle ilgili haberleri abarttığını söyleyerek, “Öldürülen erkek sayısı bu sayının 12 katıdır.” demesi durumun vahametini gözler önüne sermektedir. Kadın cinayeti kurbanlarının sayısını cinayet kurbanı erkeklerin sayılarıyla kıyaslamak korkunç bir cahilliktir. Bir milletvekilinin bu kadar cahil olduğuna inanmak istemiyorum ben. Ancak cehaletten değil de, sırf politik nedenlerle böyle bir ifade kullanmışsa şayet, korkunç bir saygısızlık ve kötülük örneği sergilemektedir. İktidar partisi mensuplarının bu ve buna benzer açıklamalarda bulunması, kimseyi şaşırtmayacak kadar sık görülmüştür.

7 yılda %1400 artan kadın cinayetleri hakkında Tayyip Erdoğan, “Kadına şiddet abartılıyor," demiştir. Yine AKPli Belediye Başkanı Fatma Şahin, Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlık yaptığı dönemde kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet konusundaki bir tartışmada “Medya olayları abartıyor. Kadına yönelik şiddet algıda seçicilik" serzenişinde bulunmuştu.

İktidarın konu ile ilgili görüşlerindeki sorunlu bakışı ve cinsiyetçiliği yansıtan sayısız örnek mevcuttur. Bu yüzden de üzerinde uzun uzadıya duracağım bir konu değildir. Benim vurgulamak istediğim kadın cinayetinin kavram olarak birçok kesim tarafından doğru anlaşılmadığı ve hatta bu konuda yazanlar tarafından da doğru tanımlanmadığıdır. Doğru tanımlanmayan bir şey doğru anlaşılamaz ve doğru anlaşılmayan bir sorun için doğru çözüm üretilemez.



KADIN CİNAYETİ NE DEĞİLDİR?

Yukarıda bahsi geçen milletvekilinin, kasten ya da bilmeyerek ifade ettiği gibi, “kurbanın kadın olduğu her cinayet” kadın cinayeti olarak tanımlanamaz. Mesela, mirasa erken kavuşmak için oğlu tarafından öldürülen bir kadın, kadın cinayeti kurbanı değildir. Aynı şekilde, soygun maksadıyla bir erkek bir kadını bilerek öldürdüğünde cinayet işlemiş olur ancak, kadın cinayeti işlemiş olmaz. Ya da suç örgütleri arasında çıkan çatışmada öldürülen bir kadın, kim tarafından öldürülürse öldürülsün kadın cinayeti kurbanı değildir.



KADIN CİNAYETİ NEDİR?

Kadın cinayeti, bir kadının kadın olmasıyla ilintili bir gerekçe ile öldürülmesi olarak tanımlanabilir. Kadın cinayeti konusunda sıkça referans alınan Diana E H Russel, İngilizcede ‘femicide’ kavramıyla ifade edilen kadın cinayetini kısaca, “kadınların, kadın oldukları için öldürülmeleri” olarak tanımlar. Bir kadının kasten öldürülmesinin cinsiyetiyle bir bağlantısı bulunuyorsa, o kadın, kadın cinayeti kurbanıdır. Yani maktulün kadın olmaması durumunda öldürülmeyeceği bir gerekçe ile ölümüne sebebiyet verilmesi bir kadın cinayetidir.

O halde bir cinayetin kadın cinayeti olmasını belirleyen tek unsur, cinayetin nedeninin kadının sosyal cinsiyetiyle ilintili olmasıdır.

Kimileri, kadın cinayetlerinde katillerin büyük çoğunluğunun erkekler olması hasebiyle bu cinayetleri erkek cinayeti olarak tanımlamayı önermişlerdir. Bu önerme iki açıdan sorunludur. Birincisi, erkek cinayeti dediğimizde erkekler tarafından işlenen cinayetlerin tümünü kapsayacağımız için genel bir toplumsal soruna işaret etmiş oluruz ve kadının ataerkil sistemden dolayı maruz kaldığı korkunç sorunu toplumsal cinsiyete özgü bir sorun olarak ele almış olmayız. İkincisi de kadın cinayeti genelde erkekler tarafından işlense de, kadınlar tarafından gerçekleştirilen kadın cinayetleri de görülmektedir. Örneğin, aile namusunu kirlettiği gerekçesiyle gelinini zehirleyen kaynana, kadın cinayeti işlemiş olur. Ya da erkek çocuğu doğurmak umuduyla hamile kalıp da kız çocuğu doğurduğunda bebeğini boğan bir anne de kadın cinayeti işlemiş olur.

Son örnek, öldürülenin bir bebek olması ya da henüz kadınlık çağına gelmemiş bir kız çocuğu olması halinde, işlenen cinayet kadın cinayeti kavramıyla tanımlanır mı sorusunu akla getirmektedir. Batı dillerinde femicide cinsiyetine dayalı bir düşmanlık ya da nefret nedeniyle bir erkek ya da bir kadın tarafından dişi cinsiyetli birinin öldürülmesidir. Femicide kavramının karşılığı olarak Türkçede kullanılan kadın cinayeti, henüz kadınlık çağına ermemiş bir kız çocuğunun ya da bebeğin, cinsiyetiyle ilintili nedenlerle öldürülmesini de kapsar. Dolayısıyla da bir cinayetin kadın cinayeti olmasını, katilinin erkek ya da dişi olması; maktulün kadınlık çağına erişip erişmemesi değil, o cinayetin dişinin toplumsal cinsiyetine bağlı nedenlerle işlenmiş olması belirler.

İşaret edilmesi gereken diğer bir husus da, bir takım feministler de dâhil, birçoklarının üzerinde hemfikir olduğu gibi, kadın cinayeti, bilerek, kasten ya da kin veyahut düşmanlık sonucu bir kadının cinsiyetiyle ilintili sebeplerle hayatına son verilmesi ile sınırlı değildir. Örneğin Jane Caputi ve Diana E.H Russell “Femicide: Speaking the Unspeakable” (Kadın Cinayeti: Konuşulamayanı Konuşmak) başlıklı yazılarında kadın cinayetlerinin, “kadından nefret etme, küçümseme, tiksinme ya da kadına sahip olma duygusu” gibi nedenlerle erkekler tarafından işlenen cinayetler olduğunu söylerler. Bu tanım iki açıdan sorunludur. Birincisi, bir cinayetin kadın cinayetini olarak tanımlanması için katilin erkek olması gerekmiyor. Yukarıda belirttiğim gibi, kadın cinayetinin faili kadın da olabilir. İkincisi de Capputi ve Russel’in tanımlarına göre bir cinayetin kadın cinayeti tanımlamasına girmesi için cinayetin gerekçesinin ‘kadından nefret etme, küçümseme, tiksinme ya da kadına sahip olma duygusunu’ içermesi gerekiyor. Sonucunun bilinmediği halde ve herhangi bir nefret ya da düşmanlık duyulmaksızın ve bir kasıt bulunmaksızın sebep olunan sosyal ya da biyolojik cinsiyetle ilintili ölümler de kadın cinayetidir. Reşit yaşta iken hür iradesi dışında, reşit yaşta değil ise her halükârda, kadınlık ile ilgili kültürel, inançsal, geleneksel, göreneksel ya da adetlere bağlı nedenlerle veya maddi manevi çıkar için bir kadını ya da kız çocuğunu baskı ya da manipülasyonla bir duruma mecbur ederek ya da zorlayarak ölümüne yol açmak da kadın cinayetidir.

Örnek verecek olursak: bir kız çocuğunu ya da kadını sünnet ettirip ölümüne sebep olmak; çocuk yaşta, evlilik temelinde ya da başka nedenlerle cinsel ilişkiye sokmak yoluyla, ya da herhangi bir koşulda dişiliğe özgü bir duruma zorlayarak ölümüne ya da intihar etmesine yol açmak, kadın cinayetidir. Burada nefret, düşmanlık ya da öldürme kastı gibi unsurların bulunmaması veyahut kadının ya da kız çocuğunun içine itildiği durumun ölümle sonuçlanacağının önceden bilinmemesi, ölenin kadın cinayeti kurbanı olduğu gerçeğini değiştirmez. Bir kadının, kız çocuğunun ya da kız bebeğin öldürülmesini kadın cinayeti yapan, bu eylemin toplumsal olarak kadınlara atfedilen kimlik, değerler, anlamlar ve biçilen roller ile ilintili olmasıdır.

Ülkemizde bir kadın dini inanışlara ve geleneklere aykırı düşmesi, hukuki hakkını talep etmesi, (dine değil, yasalara göre miras paylaşımı talebi, vs) ailesinin istediği bir erkekle evlenmeyi reddetmesi, ailesinin onaylamadığı birisiyle evlenmesi, ailenin onayı olmadığı halde kocasından boşanmaya kalkışması, kocası ya da birlikte olduğu erkeğin iradesine rağmen ayrılmak ya da boşanmak istemesi, bir erkekle evlilik dışı beraber olması, heteroseksüellik dışında cinsel tercihte bulunması, hatta içki içmesi ya da istediği gibi giyinmesi gibi nedenlerle öldürülebilmektedir.

Kadın cinayetlerini ya da kadına yönelik şiddeti kapsayan haberlerle birlikte kurbanlara karşı duyarlı kesimler genelde şiddeti uygulayan ya da cinayeti işleyen erkekleri kınayarak ve lanetleyerek protesto etmektedirler. Özellikle de sosyal medya platformlarında suçlu erkekler için türlü ölüm şekilleri ve işkence yöntemlerinin sıralanmaktadır. Sadece bireyler arasında değil, devlet katında da tepkilerin ve ilginin suçu işleyen şahıslar üzerinde yoğunlaşması görülmektedir. Bireylerin tepkilerinin duygusal ve anlık olması anlayışla karşılanabilir ancak devletin ve basının bu olayları suçlu şahıslarla sınırlı görmesi ve hadımlaştırma yasası, ayak bileklerine takılan kelepçeler yardımıyla saldırganı mağdurdan uzak tutma gibi ‘çözümler’ üzerinde durmaları, ya olayın sosyolojik derinliğinin anlaşılmadığını ya da ciddiye alınmadığını göstermektedir. Ayrıca bu anlayış olayı bireyselleştirerek bir sosyopolitik meseleyi hafifletmekte ve odağı asıl meseleden öteye kaydırmaktadır. Dolayısıyla çözüme değil, çözümsüzlüğe katkı sağlamaktadır.

Unutmamamız gereken şudur ki, erkekler katil ya da kadına şiddet uygulayıcıları olarak doğmazlar ve kadın da kendisini ve de toplumdaki muhtemel bütün kurbanları korumak hatta bir kesimin ya da bireylerin kurban olma durumunu ortadan kaldıracak zekâya ve güce sahiptirler. Durum böyle iken her gün yeni bir kadın cinayeti ya da kadına karşı şiddet olaylarına şahit olmamızın sebebi ataerkil ideoloji ve bu ideolojiden beslenen davranış kalıplarıdır. Bu ideolojinin belirlediği sosyal yapıda kadın erkeğe tabi kılınmakta ve erkek de kadının efendisi olarak görülmektedir. Sorunların kaynağı bu toplumsal yapıdır. Vasıflar, sıfatlar, hiyerarşik konumlar ve roller tarihler boyu ataerkil sistem tarafından kurgulanmış, pekiştirilmiş ve içselleştirilmesi sağlanmıştır. Erkeklerin kadınlardan daha üstün varlıklar oldukları ve kadınlar üzerindeki hâkimiyetleri, dinsel metinlerde geçen tanrı buyruğu olarak tanımlanmış ve dolayısıyla da meşrulaştırılmıştır. Bu meşruiyet kültürün ve gündelik yaşamın her alanında pekiştirilmiş ve sorgulanmayacak kadar hem kadınlar hem de erkekler tarafından içselleştirilmiştir. Gelenekler, ekonomik ilişkiler ve ataerkil kurumlar erkek üstünlüğünü, egemenliğini ve kadına kıyasla sahip oldukları imtiyazları durmadan temin ve teyit etmiş ve erkeğe kadın üzerindeki hâkimiyetini ve üstünlüğünü koruması için şiddet kullanma ruhsatını vermiştir. Erkeğin şiddet kullanması hakkıdır ve de belli durumlarda şiddet kullanmak olağan, hatta zaruridir. Erkek toplumun kendisine verdiği cezalandırma hakkını kullanmaya yalnızca izinli değil aynı zamanda bunu yapmakla yükümlüdür. Namus kavramı ve namusu koruma sorumluluğu şakağına dayatılan ve kadın üzerinde şiddet kullanma ruhsatı verilen bir erkeğin -kutunun dışındaki dünyadan bihaberse hele- kadına şiddet uygulaması ve kadın katiline dönüşmesi çok olağandır. Kadın katilliği bir yerde kendisine dayatılmıştır.

Bu söylediklerimden bireysel sorumluluğu saymayarak, kadın cinayeti işleyenlerin suçsuz görülmesi ve cezasız kalması gerektiği anlaşılmamalı. Vurgulamak istediğim, kadına yönelik şiddetin arkasında ataerkil sistemin ve anlayışın bulunduğunu görmemiz ve bu toplumsal gerçek üzerinde yoğunlaşmamız gerektiği, bunu yapmadığımız sürece kadın cinayetlerinin önüne geçmenin mümkün olmayacağıdır.

Mevcut iktidar kadın cinayetlerinde ataerkil sistemin rolüyle ilgilenmemektedir. Kadına karşı şiddet ve kadın cinayetlerinin önlenmesi amacı ile Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı ‘Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 2007-2010” sorunu sadece eşler arasında gelişen bir şiddet olayına indirgemiş ve bu bağlamda da soruna yol açan bireyleri hedef almıştır. Bunun sonucu olarak da taciz ve tecavüz suçu işleyenlerin testesteron seviyesini düşürücü tedavi uygulamasını içeren ve kamuoyunda “hadım yasası” diye bilinen yasa teklifi Meclis Adalet Komisyonu tarafından kabul edilmiştir. Bu anlayış sistemle ilgili bir meseleyi kişilerle ilgili bir duruma indirgemektedir. Yukarıda da belirttiğim gibi bu yaklaşım sadece devlet yapısında değil toplumun değişik kesimlerinde yankı bulan bir anlayış olarak gözlenmektedir.

Kadın cinayetlerinin önlenmesi için kadına karşı şiddetin önlenmesi gerekir, zira cinayet şiddetin bir uzantısı olarak gerçekleşmektedir. Kadına karşı şiddet ise ‘aile içi şiddet’ kavramıyla tarif edilemez çünkü bununla sınırlı değildir. Kadına karşı şiddet eğilimleri aile içinde doğup büyümez; ideolojiktir, kurumsal ve toplumsal alanlarda öğrenilip aile içine taşınır ve uygulamaya girer.

Kadın cinayetleri toplumsal ve sistematiktir. Dolayısıyla cinayetlerden sadece katiller değil, bu katiller kadar, hatta bunlardan daha fazla onları üreten ve kadının ölümüne yol açan sosyal yapıyı, kültürü, politikayı ve anlayışı destekleyen, bunların önüne geçip değişmesini sağlamayan, kadınları koruyamayıp öldürülmelerini engellemeyen devlet ve yargı da sorumludur. Bu bağlamda kadın cinayetinin toplumsal değil de kişisel sorun olarak değerlendirilmesi; mevcut toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir uzantısı değil de bireysel cinayetler olarak görülmesi yanlış bir görüştür ve buradan çıkışla asla doğru bir çözüm üretilemez.

Günümüz koşullarında devlet kurumlarının kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin sistemle ilgili olduğunu, çözümün ancak ataerkil anlayış ve kalıpları mercek altına alıp, çözmekle mümkün olduğunu görmelerini ve görseler de bu yönde irade kullanmalarını beklemek saflık olur. Değil kadın cinayetlerinin önüne geçecek iradeyi göstermek, mahkemelerdeki namus kavramı üzerinden tahrik unsuruna rastlandığı gerekçesiyle uyguladıkları cezai indirimlerle, kadına yönelik erkek şiddetini teşvik ettirmektedirler.

Namus kavramının, tahrik unsurlarının, toplumsal kodların, gelenek, görenek ve adetlerin vurgulanması sadece cezaların caydırıcılığını hafifletmemekte, aynı zamanda kadına şiddet uygulama ve bunun uzantısı olarak kadın cinayeti suçu işlemenin çok da ciddi bir yasal sonucu olmayacağı mesajını vermekte ve özendirici olmaktadır. Mevcut ataerkil sistemde kadın cinayetlerinde, kurban kadınların kendi tutum ve davranışlarının cinayetin oluşmasına katkıları tartışılarak çağ dışı bir cinsiyet ayrımcılığı sergilenmektedir. Cinsiyet ayrımcılığı ülkemizde o kadar kanıksanmış durumdadır ki, böyle bir suç ile ilgili şikâyette bulunmak sadece şikâyetçinin yadırganmasana ve tuhaf karşılanmasına yol açmaktadır.

Ülkemizde, devletin kendisi cinsiyet ayrımının suç olduğunu göz ardı etmekte, bizzat kendisi televizyonlarda on milyonlarca insanın önünde bu suçu işlemektedir. Erkek milletvekilleri kadınların sokakta yüksek sesle gülmemelerini, hamile iken gebeliği belli edecek giysilerle sokağa çıkmamalarını, devlet ise kaç çocuk yapmaları gerektiğini söylemekte; din görevlisi dışarıda kadın kadına içki içenleri görmekten duyduğu hayreti ve hayal kırıklığını televizyonda ifade etmekte, bir diğeri tv’de erkeklere, karılarına cinsel ilişki bağlamında neleri yapıp neleri yapamayacağını anlatmaktadırlar.

Varoluş gayesi suçu önlemek olan polis, kadınlara, suç mağduru olmamaları için gece erken saatte evlerine dönmelerini ve yanlarında kimse olmadan dolaşmamalarını tavsiye etmektedir. Sabahın erken saatlerinde tecavüz edildikten sonra öldürülen bir kadın ile ilgili tv mikrofonuna “Ailesi de sormalı, kızım bu saatte niye evde değil,” diye seslenerek kurbanın ailesini azarlamaktadır. Popüler kültürde gerçekleşen cinsiyet ayrımcılığı, kadın düşmanlığı, erkek şovenizmi örneklerini de saymakla bitiremeyiz.

Türkiye’de aile, okul, devlet kurumları, dini kurumlar, toplumsal alanlar, ticari alanlar, gelenekler, görenekler ve kültür topyekûn cinsiyet ayrımcılığını, kadın düşmanlığını, kadına karşı şiddeti ve kadın cinayetlerini beslemekte, bütün bu suçları işleyecek erkekler hatta kadınlar yetiştirmektedir. Bu nedenle de bu suçlar bireysel değil toplumsaldır ve sistemin ürünüdür. İstanbul Sözleşmesine karşı yükselen sesler ve bunu yürürlükten kaldırması, kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin ne kadar politik olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır.

Sonuç olarak, suç işleyen bireyler elbette ki işlediklerinden sorumludurlar, ancak kadına karşı şiddeti ve kadın cinayetini önlemek için bu suçluları iyi tahlil etmemiz, anlamamız ve suçluyu yaratan sisteme karşı mücadelede yoğunlaşmamız gerekmektedir. Sürekli sinek üreten bir bataklıkta tek tek sineklerle uğraşarak sonuç elde etmek imkânsızdır. Tek çözüm bataklığı kurutmaktır. Bu alandaki sorumluluk ve mücadele görevi ise sadece kadınlara değil, hepimize düşmektedir.


içindekiler    üst    geri    ileri    





  8