ÖYKÜ

Ayşe Korkmaz  






 
Kısır Döngü


Saatlerdir mutfakta oyalanıyorum. Yeni işler icat ediyorum kendime. Geceleri yalnızlık bir başka vuruyor insanı. Bu iç daralması, bu huzursuzluk, bir türlü geçmek bilmiyor. Çoğu zaman yatağa girmiyorum bile. Ağlamaktan gözlerim şişmiş bir halde, kanepede sabahlıyorum.

Bir an kulaklarımda kızımın sesi çınlıyor: "Yemin ederim baba, ben almadım."

Daha o sözünü bitirmeden kocamın eli şaklıyor yanağında. Lokmalar boğazıma düğümleniyor. Adamı bize karşı kışkırtmayı başardı ya yine, kumamın gözlerinin içi gülüyor.

Neymiş efendim, hanımefendinin parfümü kaybolmuş. Ne ister bilmem ki el kadar kızdan? Zavallı yavrum ağlayarak sofradan kalkıyor.

Söyleniyorum: "Bari yemekte yapma şunu. Çocuk yine aç kaldı."

,,,


"Zıkkımın kökünü yesin!" diyor. "Boğazınıza yetişemiyorum. Bıktım sizi beslemekten."

O günleri düşünmek bile istemiyorum. Kafamın içindeki sesleri susturabilmek için odadan odaya geziyorum. Yatak odasının aralık kapısından kocamı görüyorum. Çoktan uyumuş bile.

Kocam dedim de, bu adam gerçekten kocam mı? Öyleyse neden yanında değilim? Nasıl bu kadar yabancılaştık?

Evlendiğimizde on yedi yaşındaydık. On yedi yaşında iki çocuk... Farklı şehirlerde büyümüştük. Dayımın oğlu olmasına rağmen, doğru dürüst tanımıyordum onu. Bir yıl sonra kollarıma bir de bebek verdiler. İlk kızımı o askerdeyken büyüttüm. Daha doğrusu, ikimiz beraber büyüdük. Gözyaşımı ekmeğime katık yaptım. Anne, baba, kardeş hasreti yetmezmiş gibi, on sekiz ay asker yolu bekledim.

Dayım ve yengemle birlikte oturuyorduk. Onları annem, babam bildim. Temizlik, ütü, bulaşık, yemek... Bir kadının yapması gereken ne kadar iş varsa öğrendim yengemden. Bununla da yetinmeyip dikiş nakış kursuna gittim. Çocuklarımın yırtığını, söküğünü, ufak tefek kıyafetlerini kimseye muhtaç olmadan dikmeye başladım.

En iyiyi, en güzeli hedef seçtim kendime. Çevreme ayak uydurmaya çalıştım. Geride bıraktığım değil, yaşadığım yer olmalıydı memleketim. Oturup kalktığım, sevinçlerimi, acılarımı paylaştığım bu insanlar, onlardan biriymişim gibi görmeliydiler beni. Öyle de oldu. Çok kısa bir süre içerisinde, tamamen onlara benzedim.

Dört yıl sonra ikinci kızım doğdu. Artık kendimi çocuklarıma adamıştım. Onlarla avunuyordum. Komşu oturmalarında, örgü, dantel, iğne oyası gibi el işlerine heveslendim. Eşe dosta parayla ördüğüm danteller sayesinde elim üç beş kuruş para bile görmeye başlamıştı. Çocuklarımın hiçbir şeyde gözleri kalmasın diye didinip duruyordum.

Erkeklerden daha çabuk olgunlaşıyor kadınlar. Gözümde kocam hep çocuk kaldı. Doğru dürüst bir işi bile yoktu. Çay bahçelerinde garsonluk yapıyordu. Anne ve babasına bağımlıydı. İkisinin de emekli maaşı vardı. Bütün ihtiyaçlarımızı onlar karşılıyordu. Bu yüzden gerçek bir aile olamıyorduk. Ne çok istiyordum oysa kendime ait bir evde yaşamayı... Çevremdeki insanlara bakıp iç geçiriyordum. Yine de umudumu yitirmedim hiç. Yıllar boyu hayatın bize bir şans vermesini bekledim.

Sonra kocam, devlet dairesine memur olarak girdi. Yıllar sonra ilk kez bir ışık belirmişti önümüzde. Artık özlediğim yaşama kavuşabilirdim. Çocuklarımızla birlikte ayrı bir eve çıkabilirdik. Birbirimize ayırabileceğimiz daha çok zamanımız olurdu böylece. Ama ilişkilerde tek başına istemek yeterli olmuyor işte. Karşılıklı istemek gerekiyor. Ortak hedeflerle ilerlemek geleceğe... Olaylara aynı yerden bakmak... Ben hep tek başına düşünmüşüm meğer. Gerçek yaşamda herhangi bir karşılığı olmayan hayaller kurmuşum. O hayallerin sarhoşluğunda gelmeyecek günleri beklemişim.

Kocamın yeni işiyle birlikte, her şey daha da kötüye gitti. Aldığı bütün parayı üstüne başına veriyor, eve ekmek getirmiyordu. Bize yine dayımla yengem bakmaya devam etti. Artık iş dışındaki zamanını arkadaşlarıyla geçirmeye başladı. Bir giydiğini bir daha giymiyor, aynanın karşısında saatlerce süsleniyordu. Kendime bile söylemeye dilim varmıyordu ama elbiselerinde ve bedenide başka bir kadının varlığını seziyordum.

Sonraları, hislerimde yanılmadığımı anladım. Kocamın bir kadınla ilişkisi çıktı ortaya. Başlangıçta onu himaye ettiğini söylerken, ileriki günlerde imam nikâhı kıydığını açıkladı. Ne garip, temizlik, çamaşır, bulaşık derken kocamdan olmuştum. Günler, geceler boyu ağladım. Meğer onu ne çok seviyormuşum.

Memleketime gittim apar topar. Ama baba ocağında yapamadım. Çocuklarım, ailemin gözüne battı. Bir anne yavrularından ayrı yaşayabilir mi? Çaresiz, dayımın evine geri döndüm.

Gidişim, meydanı onlara bırakmak olmuştu. Birlikte yaşamaya başlamışlardı. Kocam bana açıkça ondan ayrılmayacağını söylüyordu. Yaşadıkları sefil hayata rağmen ikisi de birbirinden kopamıyordu. Tek maaşla onun bile boğazını geçindiremezken beni ve çocuklarını da yanında istiyordu.

"Hep birlikte olalım." diyordu. "El üstünde tutarım seni, kimselere ezdirmem."

Aklıma girip, kandırdı beni. Onu bütünüyle kaptırmamak için savaşacaktım. Zaten yıllarca bir evim olsun istememiş miydim? Kumam bir paçavra, bir sokak süprüntüsüydü. Evin hanımı ben olacaktım. Dayıma, kocamın yanına gitmek istediğimi söyledim. Taksitle eşyalar aldı. Çocuklarımla birlikte taşındık.

Yine kulaklarımda kızımın sesi çınlıyor: "Anne, beslenme çantamı unuttum."

Yüzüstü dönüşümü hatırlıyorum. Sabahın erken saatinde kocam uyurken çocuğu okula götürmek benim işim mi? Kilide anahtar girmiyor. Kapıyı arkadan kilitlemişler. Zile basıyorum, açan yok. Uzun uzun bekliyorum. Neden sonra keyfi yetip geliyor kocam.

"Ne var, ne oluyor?" diye söyleniyor.

"Beslenme çantasını unutmuşuz. Hem size ne oluyor? Niye kilitlediniz kapıyı?"

Cevap vermiyor; pis pis sırıtıyor.

Başımı alıp gitsem diyorum, ama nereye? Okutulmamışım, daha hayatı tanımadan koca evine gönderilmişim, elim ekmek tutmuyor. Altın beşikle baba evine kabul edilmemişim. Anlıyorum ki, gidecek başka bir yerim yok.

Biz taşınırken ev sahibine, "Dul bir kız kardeşim, iki de çocuğu var." demiş. "Bundan böyle bizimle birlikte yaşayacaklar."

Çocukları ilk günden tembihledi: "Başkalarının yanında bana dayı diyeceksiniz."

Akılları karıştı çocukların. "O adam baba mı, yoksa dayı mı?" Ne diyeceklerini şaşırdılar. Bazen evdeyken dayı diye sesleniyorlar, bazen dışarıdayken baba diyorlardı. O da utanmadan toparlamaya çalışıyordu durumu. Özrü kabahatinden büyük...

"Çocuklar beni babalarının yerine koydular.".

Ev sahibi önceleri kaçamak bakışlar fırlatmaya başladı bana. Sonra yolumu kesip niyetini açıkça belli etti:

"Böyle yaşanmaz ki..." dedi. "Uygun biriyle evlenmelisin."

"Ne evlenmesi be adam? Ben zaten evliyim. Bu evin gerçek hanımı benim." diyecek oluyordum. Aklıma kocamdan yiyeceğim dayaklar gelince yutkunuyordum. Sert bir ses tonuyla cevap veriyordum:

"Evlenmeye falan niyetim yok benim."

O evde geçirdiğim günleri düşündükçe daha bir düşman oluyorum kocama. Hanımı olmaya gittiğim evin hizmetçisiydim. Kumam, bin bir türlü dolap çevirip kandırıyordu onu. Gâh hamile numarası, gâh hasta numarası yapıyor, her gün başka bir oyun icat ediyordu. Bütün altınlarımı çalmış, çocuklarımın bayram harçlıklarına bile tenezzül etmişti. Sevdiğimiz eşyaları saklıyor, olur olmaz nedenlerle çocukları babalarına dövdürüyordu.

Kötü niyetli insanlarla uğraşmak çok zor... Haklıyken, haksız durumuna düşüyorsun. Kendimi parçalasam da, gerçekleri kocama bir türlü anlatamıyordum. Hasta numarası yaptığı geceler sabahlara kadar başında bekliyordu.

Eve tek soba kurduğumuz için hepimiz aynı odada yatıyorduk. Herkes uyuduktan sonra kocamla kumam birbirlerini kandırıp soğuk odaya gidiyor, saatlerce gelmiyorlardı. Oysa benim aylardır yanıma bile yaklaşmamıştı.

Ben hep ağlıyordum. Her geçen gün ilişkimiz daha da kötüye gidiyordu. O evde artık kalmayacağımı biliyor, dayımın yanına geri dönmeyi gururuma yediremiyordum. Sonra bir gün yengem çıkıp geldi. Benim yapmaya cesaret edemediğim şeyi o yaptı.

"Kalk kızım!" dedi. "Sizi götürmeye geldim. Burada kalırsanız birbirinizi öldürürsünüz. Zaten yıllar boyu biz bakmadık mı size? Hiç ağlayıp üzme kendini. Evimiz senin evin, çocuklar bizim çocuklarımız. Ye iç keyfine bak. Kocanı yok farz et."

Bu olaydan sonra dayımla yengeme yapıştım sıkı sıkı. İyi ki onlar vardı. Kimseye muhtaç etmiyorlardı bizi. Yanlarında güvendeydik. Ne dayak kalmıştı, ne kıskançlık krizleri... Huzurlu bir yaşam her şeyin üstündeydi. Bin bir umutla dayayıp döşediğimiz o evi kocamla kumama bıraktık. Yalnızca kişisel eşyalarımı alabildim. Üstelik dayımla yengem aylarca o eve yapılan harcamaların taksitlerini ödedi.

Geri döndüğüm ilk günlerde, kocam ancak gündüzleri, kumamım haberi olmadan yanımıza geliyordu. Ne ben, ne de babaanne ve dedeleri çocuklarımdaki baba hasretini dindiremedik.

Yengem bir gün: "Oğlum" dedi. "Gel bu çocukları yetimhaneye verelim. Karını da memleketine gönderelim. Madem herkes kendi hayatını yaşayacak, bunu başka yolu yok. Böyle babalık olmaz."

Şimdi, gün aşırı bizimle kalıyor. Ama bende ne yüzünü görmek için istek var, ne de karşısına çıkmak için heves. Yalnız çocuklarımın adına mutlu oluyorum. Onlara tek başına bakabilecek gücüm olsa bir gün durur muyum buralarda?

"Madem öyle, ben de yokum" derim. "O sana karılık yapsın."

Ne buluyorsa onda? Çok daha güzel, çok daha alımlıyım. Üstelik elinden bir iş gelmez. Cilveleri, kırıtmaları olmalı kocamı baştan çıkaran.

Sabaha karşı kanepede sızıp kalıyorum. Rüyamda çocuklarımın büyüdüğünü görüyorum. Okuyup meslek sahibi olduklarını, mutlu evlilikler yaptıklarını... Yıllardır ilk kez huzurluyum. Yüzümde tatlı bir tebessüm beliriyor. Sonra küçük kızımın sesiyle uyanıyorum. Beni yeniden hayatımın gerçeğiyle karşı karşıya getiriyor:

"Anne, babam bugün de bize gelecek mi?"

Sonra birden kafası karışıyor. Yanlış bir şey söylemiş gibi elini ağzına götürüyor.

"Ay pardon, dayım..."



içindekiler    üst    geri    ileri   



 11