yazıcı
dedi ki: ben, bu mırıltıdaki hiçbir şeyin efendisi değilim. ara bir
oyukta arayın beni; mezar ötesinde ölümü tekrarlayanımı yaşadım, yakın
zamanda kendini kitapmış gibi yapacak.
dolores’ in çizmeleri
sondan 1. bölüm
çanlar çaldığında
zaman, karaker’ de ölümün ayırdına vardı. tanrısal oyununda putperest
replikler ezberledi tanrıça, gene onlarla unutuldu, suskunun ustası kaldı
cellat yeterince öldürülmüş mermerde, benimle delirdi kırık gaganın
saraka’ da bulduğu damar. gece geceyi geçti. yıl tamamlandı. uyum başladı
köklerine falezin. başkalaştırıldım. hesperisleri gördü deltalar…
taşlaştı su. ay, sunaklaştı, suya değmeden ayakları kadın da hizaya
çekildi, suyun sırtında dövüldü uçsuz bucaksız yara. kıvılcımlandı
zımparanın metaforu, kirke onu adama dönüştürdü. sis üflendi kollarına,
granada’ nın gölgesine cırcırlar düştü; küf sayma, pas kazıma payına
tesadüflerin…
ey müz, taşı aç!
donuyorken “görüşürüz”, ter döküyorken “hoşça kal”, metruk kanatlara
biraz zemin kazanmak…
ama hangi hâlindi?
…
(çekil, dediler. git, oyuğu aç!
diz çökülmüş kan ay altında!)
bahçelere ambrosia kokusu salanlar “ bir dahaki böyle güne” hercailer,
kördüğümler; şaraplara kargılar, kurbanlar… boşluğa gömüldü.
gecenin lûgatına baktım. saydamlaştı ölüm. yokgözün çelişkisi o atonal
payda. akıntıya karşı giyotin ve itiraz. baharın hiç gelmediğini
söylendi.
söylenen değil, susulanın elyafı dolandı. hasar, alışkın sandalın kürek
çektiği tasa.
bu sandal nereye sürükleniyor? son sözün yılanı logos’ un kavalında.
saçakta ebabil fırtınası. sakınanlar saklandı. saklansınlar. şubata
durdurulan eşya da ölümü saklamıştı, dağılmış nar mağaranın ağzında.
yıkıma kapatılmam için yeterli bu.
ey, müz!
her “merhaba” ruhun çalakalem tefrikası, sakinlerine layık bir turuncu
matruş. neşterin kirişte yaşama deneyini gördü. giderek silindi dışarısı,
katranına yoksunlukların kapı kapandı.
retinamdaki hira bir bulutta ne arar?
çanlar çaldığında dinleyelim mi…
…
***
ben eko. kıvrım kıvrım akışlı nehir nymphe liriope’ yi sevdi. sesim
nymphelerin ağlayıp sızlanmalarını tekrarlar. bunu bana hiçbir kehanet
öğretmiş değildir.
değişken harf üstü sayısız nokta. karaker’ de mürdüm salgını
alacakaranlığın mührünü kırdı. iri bir diken yürüyor gözbebeğimde, ölü
bir denizkızını sürükleyen dalga.
ey müz!
beni beyaz şarkılarla dindiren tebessüm küçük bir şaka.
söylemiş miydim?
bir zamanlar bir balığım vardı benim. pul ve solungaç sende yürürken
gece…
ama hangi hâlindi?
(çekil, dediler. git, oyuğu aç! ay, sağrısında geçmişin!)
nihai noktanın savurganlığı bana hayat yazan red ve infilak.
kırık mühür vuruldu kırk bugüne. sır, bilmedi aynasını. endişe uluorta
soyundu.
endişeye kayıtsızlık çullanacak. endişeye çok haneli hesaplar… caddenin
kestiği yokuş, yokuşun kestiği patika, patikada fır dönen trampetler, fır
dönende trapezlerle geçilen zaman, zamanın urganı bir yerimi yokluyor…
sonunda her şey boynumda karar kılacak, torino’ da bir melek durmadan
kendini boğacak.
bir şeylermişim var orada, burada, akvaryumlarda bir şeylermişim,
sunaklarda…
kışkurusu akşamsefası kesik bacağın uğultusunu taşırıyor, yüzümden aden
camp’ta uçuşan hindiba.
ama sen kaygısız, ölümsüz bir zaman buluyorsun yeniden bir seyir yeri
yabanıl hayvanına gülümseyen, temiz bir ölüm için
temizbirölümiçin tzmiberömlçnü te mi zbirölümiç in t e m i z b i r ö l ü m
i ç i n…
kırılırken çözülüşümü seyrettim.
söylemiş miydim? bir zamanlar ölü bir balığım vardı benim.
iri dikenler söküyorum şimdi gözlerimden. gözlerinden eskir mi şimdi?
şimdi yoktur, vardır da yoktur, sahi nedir şimdi? sarkaçta tahrip var,
müstakbel kurban, katırtırnaklarının safına geçmiştir, mor bir damar şölen
için, acımasız gülüşü vahiy bekleyen panjurların.aklı şimdide mi hâlâ?
benim bildiğim şimdi’ yi o bilmiyor. şimdi kendini veriyor bana beş çan
içinde beş kapı, beş mücellit cila çekiyor beş kapıya, herkes kendi
cilasının üstüne yatıyor.
sırası gelen evden atılıyor.
tavanarasına yerleşiyorum yeniden. damarda yolunu bulmaya çalışıyor bir
hamamböceği ve ona sırnaşan virgüller… binlerce, kılıksız, kan toplayan
virgül, binlerce kan toplayan virgül mıhlıyorum karantinalara, puntolara,
binlerce, kılıksız, kan toplayan, binlerce virgül tepedeki çimenliğe de…
söylemiş miydim?
bir zamanlar gömülmüş bir balığım vardı benim.
ey, bovarylerin, raskolnikovların köleleri, sizler ki salyalarınız hâlâ
saçlarımda!
ama hangi hâlinizdi?
o derin temas ve ketum mesafe. kan toplayan binlerce virgül hayyamla
tebelleş. heyhat! birbirini bastıran heveslerden yapılma. binlerce kan
toplayan…
ama hangi hâlindi?
gel, diye seslendi.
üçkuyunun üçündeyim , mey, dan’ da-
yağmur da yağıyor, ahh, şemsiyen var mı?”
gel, denizden dönenler dönmeden.
v i c d a n o l m a m a y ı t e r c i h e d i y o r u m
içime giren kadar mıyım?
vaktidir dinozorların, uçurumda derin bir imgeden başka bir şey
bırakmayacak intiharımda.
her şeyi olduğu gibi anlattım o’na. sabin kızları bataklık sazıyla
döndü. bir şaire aldırttım rahmimi. kaosun mahluğu içimde zıp zıp.
görseniz şaşardınız.
falez ile liken arasında iki pelikan kendini yoldu. enseme saplanan vapur
çıtırdıyormuş. tüyleri araladı uzaklara göz. ben gözlerden korkarım,
içdenizinizde cinayet isteyen edebi urdan da.
anlaşılmazın yosununda günlerce kışkırtılmış batıkları yutkunduk.
şenliğin kömürleşti harabesi.
bu harap parlatılmalı,
eriyip giden heykellerin düş kırıklıkları da
deliren mülklerden sonra tülleri tahammülün
kangren olana dek.
başlamaması gereken yerde bir şarkı gibi hayat. önce bildiklerim gibi,
sonra bildiğimi sandıklarım gibi, aslında hiç bilmediklerim gibi…
salyangozların, çardakların sahipleri yavrulayan salıncaklarında gibi,
gibi,…gibi
ama hangi hâlindi?
(çekil, dediler. git, oyuğu aç! ot görmüyor bizi, iki kesik ay gecede!)
saat kulelerinde çıldıran akşamüstü
bıçak yarası var burada
kolumun diğer yanında bekle
sıranı
akrebin alevi
aşk ses ece
…
bekledim,
etimdeki dövme bu yüzden o soykırımın repliği
ama hangi halindi?
“gel” kadar “git” de, “herkes gider” kadar “o da gider” de içten ve
manidar.
eksiltilerek söylenen bir şarkı hayat eksilerek devam ederken.
ısındığım seste köşeli bir çevrimiçinin varlığı. imlasız. içsesin.
nnnnnnnnnnnnnnnnnn-
gecenin bir vaktine “merhaba gençlik”diyormuşşşşşşşşşşşşşşşşşşşş-
ne güzel, hâlâ dilekağacı boynuzlarım var
ve artık,
- …!hakikaten de yok bişey.
ay kanayınca düş lotosları taşlaşır
ruhunda “tın” gömütlüğü hep açık-
mış.
girmeyen kaldı mı?!
ah, benim yaprak öyküm
kupkuru ağacı bildirir
kurtçuklarına çalışan
bu aynanın içini acıtıyor
süngerlerin emdiği pınar
bataklığın kuru gürültüsü
sayfada çileli meltem
bir aşk sökmek için
ovalayan etlerin inatçılığı
sonra zorba silgiler ağızlarda
küllerine mesafeli artık, hafızalar da
çöplerin huyu huy değil
…
orada kâlp vaktiniz kaç, afendimmm!
…
burada 19.36
güller ve dudaklar dipte
eskiden toprağın rengi her yerde birdi. tanrısalın işareti sayılan
kuşlar, uğurlu uğursuz günler, sayılar da… ianus’ un iki çehreye sahip
olduğu söylenir, bilinen…
şenlik ateşlerini telaşlandırıyorum
iki taş arasında sıkışıp kalan deniz atı
çizilsin kabuğunda zamanın köpükleriyle
nisanı yalan yanlış geçirdim
yalpalayan gün beni biriktiriyor güneyde
çarpıp duruyor pencereme
parçaları son sandalın
salyangozun uyutulmadığı ev
çocuktan akıyor öğütülmüş
taştan kalan şaşkınlık. yalayıp
yutuyor parmak uçlarımızı harflerin laneti
ferahlasın ölümleri, kemirgen acıları da
külü denizde soğutan kumaşların
bir adam söylerdi:
yarın bütün kadınlar yeşil giyinecek
suretimde siyanür değiştirirken çocuklar
kim kimin suretine labirentte çocuk
bozuk yemek, parçalanmış oyuncak
tehlike arası an hesabını süsler
duvarını ağlayan vesikalıklar
cinnetin küpesi kırılmış bedenin.
kendini yeniden doğuran ay
değil her ayak sesine doğrulan kedi
anımsatan tüylerini hırpalanmış
eşyaların boşluklarına destek olarak
ben de boşluğumdan destek alıyorum çoktandır
anahtar deliklerine bir dizi salyangoz tıkıyorum
bu kokulu ve kaygan kılıyor uçurumu
soyununca boş bir çekmeceyi andırıyorum
geçmeyen yanık izleri biliyorum kendimde
şenliği telaşlandırdığımdan mıdır nedir
yüzümü yıkadıkça ayna isleniyor
hem, yakılan bir yahudinin renkler neyine
sürgit kül düş sürüklenen zaman
çarşafta konusuz bir kavram
bacak arasından sızan ceninin
suya kenetlenen kalp sesi
vakumun içselliğinde hayat ve feryat
nerede bir kelebek görse
salyangoz içine çekilir
kabuk ferahlar kilit kırılınca
sevişir ölü kuşların babası
denizin saralı gövertisiyle
…
kâlp atışlarını dinledim gecenin
sana söz:
yarın zakkumum denize meyledecek
(itiraflar da değişir, değiştirilir gecenin nöbetinde kimsesiz çocuk
yüzlerini karıştıran çengel magmadan sızan birkaç şatafatlı, birörnek
damla, tiner, bally, plastik bardaklar baygın kadrajında sabahın
öforikbiraralıkikibinonaltıyirmiiki)
ama hangi halindi?
(çekil, dediler. git, oyuğu aç. ay, dökük dillerimizde!)
gittim.
maskesiz hayatın boşluğa mektubunda
ertelenmiş kıyımdı bizim olan tek kıyam
ah, bahislerin efendisi!
içimde kurşunladığım at senindir
ihanetin anlamına dair yorumlanmamış o rüya mutlak şiirin olsun.
çanlar çaldığında dinleyelim mi…
…
***
havayı dolduran çatırtı sesini duyuyor musunuz? kırılanın sesi sarmış
dünyayı. birgün bir çift kanlı pabuç dolaşırsa geçiştirdiği duyumlarımın
üzerinde, şehirlerden, köylerden, tabelalardan sonra bir pikap iğnesi
görecek, belki de duracak. bir çingenenin sözünü ağzına tıkmakla kim
övünür?!sezdiklerinizi geçiyorum…aşkların tarihi bir mezar tasarrufu…
yırtık yelken indi yitim kağıdına
dil perdahlandı. mercek
eriğin hayvanını kanatıyor. laternanın
ahşaba sapladığı kör bir şarkıyla. preslenmiş
yıldız buğulanıyor dolores’ in evinde. natura
naturans ve natura naturata
mercek şiddetlendi. cinneti törpüledi
bir fahişenin çiftleşen mızıkasında dünya
var yok bir sevmek biraz bir cesedin
gözyaşlarını içmek biraz. duvar sayılmaz-
bir gün bir çocuk kelebekleri kandıracak
ölü yıkayıcısıyken ev, sardunyayken mezarlık kedi-
ler kayıp kavmimin tabutunu omuzlayacak
içimde dönüyor her kayan yıldız. diopasan- her konuşma
bir sır-dır. yönünü şaşırdı ipini
kemiren kukla. tanrı bir pusula
verdi. pusunu şaşırdı
pusunu şaşıran neydi- ama
hangi hâlindi- mor seperat
çılgınca ayırdı geceyi-amor
fati + amor dei
biri dedi: o kızla karşılaşsaydım, intihar etmezdi
biri dedi: ağaç ağaca sarılmasaydı kesilecekti
biri dedi: kadın bedeninin tünellerinde ayna kırar küçük
baharlara bakabilmek için
biri dedi: adam sürgüyle ilintili, heves curcunası atomu parçaladı, söz
büzüştü
eskimo barınağında çilingircilik öğreniyor havai fişekleri boğmak için
natura naturans ve natura naturata
neden aynı anahtara uzanıyor eller
dürülmüş adresler hiç açıldı mı
natura naturans ve natura naturata
çanlar çaldığında dinleyelim mi…
…
***
neden buradayım, dedim.
sis, çobanların hoşuna gitmez, dedi. uzaklaşan her şey gözden kaybolur.
beni bana tanıt, dedim.
bir atımlık yeri gösterdi.
thyateira’ nın karıncaları ovayı yutuyordu.
iç içe geçmiş arabın çukuru. lavanta zarı
iki gömlek arası sus
ihmal gölüne atlıyor gelin çiçeklerinden
çerçevenin huysuzu bir kurbağa. gürültü
çıkararak akıyor içime ihlal
şişe şişe patlayan kule. aynı soruya mimli
anne eşyanın rengini alıyor. ölü gül üstünde içi
boş kabuklar: - toprağı öl! ceviz uyandı
ağacın tacı kuytunun alnında
at ve nal biçilmemiş ot. şehvetin
kızgın kanatları. ortaya çıkan şehir
aniden kaybolan kasaba. hatıra
sızısı eklem tutulması mum
haritada. son yolculuk da
en baştakine benziyor
fırtına taşları parçalıyor çanları
savruluyor şalında sırlarıyla
çırılçıplak çingene
hesaplayarak yeşil çarmıhları
iri karıncalar indiriyor kıyılarına
ağır bir çapa ve çinko tas:
- suyu öl!
unutmanın ağı girdapta
eşyanın renginde
unutkan aynanın arabı – ece kipine gövde
sokuşturmuştur tuhaf bir güve- kırık nesnelere
adanmış uçurumun kapılarını açarak
bıraktılar
kendilerini
boşluğa
çingene
ile
thyateira
dinlenmiş saçlarıyla kuytularda
kelebek hıçkırığı
betona düşen dünya
ihlal zehirlenmesi çinko tas
sorusu mudur şimdi siyah uykulara
geçmişin tasarımından ibaret ikiz evlerde
ay bir ihtilal havarisiyse neydim
kayıpkaçak hayatların nesnesinden öte
*
ama hangi hâlindi?
(çekil, dediler. git, oyuğu aç! ay, kendini açığa çıkarır unutkan aynada
da!)
eğer sorular olmasaydı bu dünyada ve hayatta gidilebilecek ve
varılabilecek her yerin bir adadan ibaret olduğunu düşünmeyecektim.
adalara bakmadan açılıyorum. derinliğimin ağzı kulaklarında. bildiğin,
bilmediğin sokakların, okuduğun kitapların, gördüğün rüyaların,
seyrettiğin filmlerin, okşadığın hayallerin, dünyana davet ettiklerin,
oturduğun evin…
derindeki değil
adalar boğuluyor.
biliyorsun.
çanlar çaldığında dinleyelim mi…
…
(Not: fotoğraf makinelerinde aynalar vardır, bunlardan biri ne kadar
silseniz de çektiğiniz görüntüyü fuluğ da olsa saklar, buna “unutkan
ayna” denir. evrende hiçbir şey silinmez. silgi boşuna icatlardandır.
hafıza kartı muhteşemdir.)
***
yine de neyle deneneceğimi bilmem gerekirdi. kimde, nerede, neden
demiyorum. neyle denenecektim. böyle sürüp gitmezdi bu çarpışma.
derken bir gün kapısında “girilmez” yazan bir cam bahçeye girdim.bahçede
bir kedi buldum, yıldızlara attım, bir daha düşmedi. çıkarken kapının
arkasında bir şey yazmadığını gördüm.
kedi kartonlaştı. akşam bulutu ezberleri çizerken ve zımbalanırken
döşemeye şair, önceki karşılaşmanın yavrularını kaynattı ruhun
kalakalmışlığını duymamak için. bulut masada sınırsızlaştı.
önce kim oturdu masaya?
çürüyor sahildeki bank
isimleriyle isimsiz kalan hayatta ezildi dil. “debelen” diye bağırdı
anafor, “boğul” diye tekrarladı soğuk yosun. ıssızlaşıp metruk yerlerimi
renklendiriyordu “ herkes beni terketti gitti” diyen, kalabalıklarımdan
daha mavi.
önce kim, merhaba, dedi?
çürüyor sahildeki bank
iki bira. biri dibine kadar içildi. unut. hazzın pek çok patikası vardır.
iğde çiçekleri kurtulur kokusundan, yüreği tıkar bazı meyveler
tozlarıyla… çok öncesi ve çok sonrası, az öncesi ve az sonrası, ne
olmuştu hangi hâl hâlden hâle… gevşeyip gitmeleri seyreden giyotine aktı
boynum.
önce kim, hoşça kal, dedi?
çürüyor sahildeki bank
şubat yokuşu sığınak. indim yüzümü budamadan poyraz, iki yanımda kara
kara karataşlar arasında sarı sarı bir taksiler, bir taksi bir taksiler,
gelip geçen taksiler, bir taksi, bir el görmek için isme takıldım. kavs-i
kuzahta martılar yanlış ezberin şansı mesafelerin de sözünü keser.
önce kim koydu mesafeyi?
çürüyor sahildeki bank
şair. ah! isimleri sürekli elinde tutmak ne zor, asla bilemeyeceksin.
ismimden feragat ediyorum,
iyisi mi değiştirme kedilerin adını da yak.
hangi isimle biter isimler, yıllardır bu kül lûgatın sayfalarındayım, hem
inandığın hem karşı koyduğun bir hikâye düşünüyorum, ismi önceden
kestirilemez, “arkadaşız” kadar basit, yeni oyunlar bulurum kendime
cehr-i zehr’den harcına, duvara inat bir sarmaşık olur çıkarım,
hikâye ondadır.
çanlar çaldığında dinleyelim mi…
…
***
fanustaki yusufçuğa eşikten atlamayı öğrettim, akislere gerek kalmadı.
firari detay hikâyesine “çiçeklere dizilmeye giden şapkalar” ın eskisi
gibi yakışmadığına karar verdim. arzu eden herkes mukavvalaşabilir.
yutuldu mihrap. ay, vasatın tıkanan nefesinde örseleniyor. örs sağlam,
aylarını daldır kaynar suya, haşla. yanıkları terennüm etsin her nefes.
adamlar her yaz yitiriyor yapraklarını. gövdede açık unutulan o kadim
kitap içinde oynaşıyor buzlar. kupkuru bir şeyleri doğruyor makas.
kime uyanacak yeni alışkanlığına yerleşen, kimi uyandıracak? dikişlere
yapışıyor bir adam ve iğneler teğellemeye başlıyor görünmez olanı.
kâlbinin hizasına getir makası ve yaslan!batsın!
bir şey var çamaşır iplerinden sarkan ıslak paçavralar gibi “mutluluğu
mutluluk yapan şeyin unutmak” olduğunda ısrar, alaca amnesia kesif etlere
saplı makas.
ve lâ, mağdur çocukların hecesi.
şimdi silkeledi kadın, kabaran örtüyü, yükünü attı mabedi havaya uçuracak
pamuklar. birden morardı göğ. ağzını araladı biri sustu… kâlp
dolaylarında dudak payı bırakılmış mürekkep bulunurdu her yazıcının
masasında. nasıl da ulurdu yüzyıllarca uluyacak mezbahalarda kan.
yusufçuğa ne oldu? ölseydi iyi olurdu? ölemiyor ama.
yusufçuk kurutulsun. yussssufçuk kurusun. ufalansın yürek derin dişlerde
rendelendikçe. yusufçuk kendini söylemeyi öğrensin mika ruhta
pıhtılaşırken fısıltı kanatları. bir fısıltı neşteridir yaşam yırtan ve
ayıran.
mihrabın dönüşmesi yeniden mihrap belki iç içe geçmiş ölümlere girilen
değil, belki bir yatak ölüme değil, belki kiminle düşlere girdiğini
kaydeden değil, belki tan tun haşır huşur kavramlar değil, belki iletişim
işteştir değil, belki şu açılmayı bekleyen koli değil, belki öylesine
yerleşen dolap değil, belki tıkışan kitap değil, belki sanal üzerinden
otopsi değil, belki ilgisiz ellerin dokunduğu kadavralar değil, belki
ilgisiz gözlerin gördüğü morglar değil, belki dolores’ in bahçesine
köksüz dut değil, belki konusuz aşklar değil, belki ilenç ütopyası değil,
belki kendini örseleyen failler değil, belki kölelerin topladığı gübreler
değil, belki yalnızlığı yalnızlıktan tiksindiren hedonistler değil, belki
metamorfoz cüceleri değil, belki chicago bulls değil, belki yengecin
hançeresine saplanan haşhaş… mihrak.
ama hangi hâlindi?
(çekil, dediler. git, oyuğu aç! ay varken hepsi ölüydü!)
ah, karanfil! ve ah, karanfil!
hanginizdi kötü kokuları silmek için gece gündüz ağızlarda taban tepen?
syzygiumaromaticum ve diantuspetraeus
yine de karıştırıyorum işte.
çanlar çaldığında dinleyelim mi…
…
***
oyunun ölümcül zarını attım. her şeyi ondan başlatabilirim. hep
oradaymışım gibiyken içeri aldıklarımın beni içeri almadıkları eşik için
sentetik sargılar hazırlıyorum. paspas niyetine.
göz dayanır
sim vurulmuş kanatlarına padalyanın
kalır sonunda serap kargışı bir renk
nergis ekler mumyalandıkça
kendinde çoğaltarak vitrinlerde
doyumu. tuhaf karnaval.
kaygan duyuların dansında
boy gösteren maskede donakalmış
keman cızırtısı ve enstrümansız
vücutlar
göz dök çöle
her şeyin başında nöbet tutan
mezar kızları fanusumun
havasını emiyor. mimas’ ın
eteklerinde kucaklaşma. büyük suç
bilinmez yönlerim ihanetle
sınanan yerde bir kanat
neden bir surete başkaları da sığdırılsın
ya ruh pudralarının sana öğreteceği bir şey yoksa
ya neşe arkası yarıncı sahnede hafızasız caddelere
saldırgan tabelalar çakarak…?
örttükleriniz kımıldanıyor
kırık saatlerin ve mazeretlerin içinde
mantarın baş dönmesi
ağacın kabaran denizinde
ama hangi hâlindi?
(çekil, dediler. git, oyuğu aç! ay, zehre tünemişti, ormanda bir ağaç
vardı sadece!)
ama hangi…
bir deli varmış bir deli yokmuş
bir deli varmış bir deli delisi yokmuş
bir deli varmış bir deli delisinin delisi yokmuş
bir deli varmış bir deli delisinin delisi yokmuş
bir deli varmış bir deli delisinin delisinin delisi yokmuş
bir deli…
nergis çölde kalmalıydı
çanlar çaldığında dinleyelim mi…
…
***
bazı insanlar gözleri açık uyur. oradan ruhlarının en derin yeri görünür,
ama düşleriyle o derinlik arasında yine de bir duvar vardır.
duvar görülünce, o insan görünmez olur.
ha kotel ha – ma’ aravi
is gömütlüğü ahimsa
iltihaplı iris sıkar zaman
koyu yağmur çetrefil yalnızlık
ölü sellukalarla deşilir
bıçağında karantina yokuşu 179. sokak. mekânsız. müntehire.
hangi aşk despina, hangi şamdan, şerare-
hangi –zuhur humması şarabi aynada
dile gelmemiş iz acılaşır sürüldüğü
yerde arsenikle birlikte. fahşa mısralar… saçlar
bez bebekliğin paçavraları kükürt
sızdırıyor is mahzenine. anaforlarda
ölüm. kuşbakışı çareler intiharın toplama kamplarında
tahnitçi kopuk bir damar unutuyor sargıda sarsıla sarsıla kanıyor yara
körlemesine atılan aşklar
can simitleri gibi sürüklenirken sularda
ha kotel ha – ma’ aravi
çanlar çaldığında dinleyelim mi…
…
***
hangi hâl, ama hangi hâlindi?
çekil, dediler. git, oyuğu aç! ay sakladık sonraki açlığa!
ima’ nın ürperen çiti hemen hiç’e indirgemez, buğulu bir mercekle de olsa
hiçlikte de aşılması gerekeni gösterir.
bunu fark edersen sakın sıçramaya kalkışma. tam ayaklarının yerden
kesildiği noktada sana “deli” denir.
bütün fark edişler eksiktir. ayaklar bir kere yerden kesilmişse deliliği
de aşmadığı ne malum?
mercek bulanık dememiş miydim?!
görülmeyeni duyulmayanı mı zorluyorum? hiçlikte karar kılanların,
delilikte ısrar edenlerin bunu görmemesi…
kaybolup giden, ifadesiz bir siluetin boşluktan boşluğa bambaşka ve
derinden derine…
ne güzel,
çitte sarmaşık boy attı yükseklere doğru ve aynı yöne meyletti güneşin
özlemi… daha bir yeşile kesti bağlar bahçeler, patikalar, kaldırımlar…
dur durak bilmeden ferahlığa nefes aldı evler ve sakinleri.
işgal kaldırıldı.
ne iyiydi delinin bunu görmemesi
bir tek “ben” sınırı… giderek yüksek perdeden cırtlaklaştıkça o cesur
tını.
ima, “ben” i dinledi
çit, “ben” i dinledi
hiç, “ben” i dinledi
deli, “ben” i dinledi
hâl, “ben” i dinledi
yazıcı tutup birleştirdi hepsini, şimdi kalın bir sınır duruyor
karşınızda, o denli sert, silinmez, kaba… kankırmızı salkımlar sarkıyor
bu sınırdan… umut sanılan, özgürlük sanılan her karşılaşma dümdüz, bir
ileri bir geri, biraz daha yukarıya, biraz daha ah, biraz daha, ahh bir
kere daha tevafuk mu ahhh, değil, değil bu da değil, biraz daha
daha daha ahhhh zuhur bir kere daha şu da değil bu da… değil ahhhhh, … !
sınırın öte yanında bu doyumsuz koşuşturmayı seyretmek, seyrederken
heyecanlanmak, hüzünlenmek de bazen…
ilâhi yokluğum! bitse de gitsek!
taa oraya! oradan da taaa oraya kadar! görünmeyen bir çanın vurduğu …hep hep…
turuncu bir kuş göğümü yırtıyor
son
tıııııınnnn
….
***
- devam edecek -
(ölmez, öldürülmezsek)
___________________
1.resim :ianus 2.resim :lethe 3,4 ve 5.fotoğraflar :shana & robert
parke