“El alem ev bark sahibi oldu, bir sen adam olamadın.” demiştin. “Adam
değil miyim ben?” diye sormuştum, bir gün olsun tattırmadığın şefkatine
aç sesimle. “Adam mısın ya, bir bak bakalım kendine, millet arkandan
gülüyor, sıfatsız!” “Yapma! Böyle konuşma,” diyebildim, boğazımı tıkayan
yumruyu geri itmeye çalışarak.
Başımı dizlerine koyup saatlerce ağlamak, hayatın önüme koyduğu
zorlukları anlatıp güç bulmak, sevilmenin ve değer görmenin hazzını
kollarında tatmak istediğim kadın, hayatım boyunca bir kere bile bana
bunları vermemiş, sürekli horlamıştı beni. İncinmişliğin taze acısı
dağılırken, köpük köpük bir öfke kabardı yüreğimde.
“Otuz beş senedir bana bunları söylüyorsun, zoruma gideceğini,
kırılacağımı bilmene rağmen söylüyorsun. Artık beni aramanı istemiyorum,
ben de seni aramayacağım. Hakaretlerinden, aşağılamalarından bezdim
artık! Bundan sonra ikimizden biri ölene kadar kimse kimseyi görmesin.
Ana değil bir canavarsın sen! Beni unut. Artık evladın değilim ben
senin,” dedim. Ağlamaya başladın ben böyle söyleyince. Sen kılıç gibi
zehirli laflarını pervasızca söyler ama ben küçük bir karşılık verince
başlardın ağlamaya. “Cehennemin dibine git, kara yerin dibine giresice!
Senin gibi evlat olmaz olsun. Ben kimden ne hayır gördüm ki senden de
göreyim! Saçımı süpürge ettim size, zehir, zıkkım olsun, karnında şişsin
emeklerim,” dedin ve kapandı telefon. Bıraktım kendimi ben de. Nerede
biteceğini bilemediğim ve daha önce bu kadar derinlerimde hissetmediğim
bir içerlemeyle ağlıyordum. Neye ağlıyordum, kendime mi, sana mı? Yoksa
ikimizin arasında bir şeylerin değişebileceği umudunun artık tamamen ölüp
gitmesine mi?
***
Bir keresinde henüz on bir, on iki yaşlarımdayken defterime seni çok
sevdiğimi, seninle mutlu olmak istediğimi ama bunun için ne yapmam
gerektiğini bilmediğimi, üstüme bu kadar gelmemeni, hakaret ve
horlamalarının beni çok yaraladığını yazıp yastığının altına koymuştum.
Kağıdı almış, “Aman kendisi de yere girsin yazdığı da, ne okuyacağım o
itin yazdıklarını, götür geri ver kendisine,” diyerek kardeşimle geri
yollamıştın. Kararımı vermiştim, gece yarısından, herkes yattıktan sonra
yapacaktım.
Bir kez daha uzattığım eli büküp kırmıştın. Bir yaz gecesiydi, mutfağa
girmiş, bıçağı almış ve bileklerime doğrultmuştum. Son defa gelip yüzüne
bakmak istedim. Dışarıda bir karyolanın üzerinde yatıyordun. Yanına
yaklaştım, uyurken bile asık suratlı ve mutsuzdun. İyice baktım yüzüne.
Yaşlanmış, avurtları içine çökmüş, kupkuru bir yüz. Genç kızlığından beri
dört elle çalışmış, ana evinde gün görmemiş, ömrünü bağlarda, tarlalarda,
onun bunun işinde üç kuruş para kazanmak için geçirmiştin. Bu yabancı
köye, yaşlı bir adama gelin gelmiş, yoksulluk içinde geçmişti hayatın.
Bunlar geçti aklımdan ve yüreğimi bir merhamet duygusu kapladı aniden.
Sarılıp ağlamak istedim, sarılıp doya doya ağlamak, seni çok sevdiğimi
söylemek, “Annemsin sen benim, annem, seni çok seviyorum canım
anneciğim,” demek istedim. “N’olur gitmeme izin verme, ölmemi isteme,
seni seviyorum, ailemizi seviyorum,” diye haykırmak istedim. Babam
uyanmıştı sonra, bendeki tuhaflığı fark edince kolumdan tutarak evin
arkasına çekmişti beni. “Ne yapıyorsun sen? demişti. “Deli mi oldun
oğlum, anana kahırlanıp da kendini mi öldüreceksin bre evladım, bu kadar
dert etme ananı. Bilmiyor, aklı o kadar yetiyor a be oğlum. Canına mı
kıyacaktın kurban olduğum.” deyip sarılmıştı babam bana. O gece babamın
kollarında göğüs kafesim şişip patlayacakmış gibi ağlamıştım.
“Dayanamıyorum baba,” demiştim, “kaldıramıyorum laflarını, her gün
evladına kötü söyler mi bir ana? Yüreğim kaldırmıyor işte. Çok
üzülüyorum.” Babam gözlerindeki yaşları silerek, “Üzülme kurbanın olayım,
üzülme Halil’im, ben yanındayım, baban var senin, babo hayran. Ne
yapacağım bu kadını ben bilmiyorum ki. Çoluğumu çocuğumu düşman etti bu
eve. Uşaklarıma sebep olacak.” demişti. Kurtarmıştı beni babam. Sadece o
gece değil, senin uçurumun başına sürüklediğin her şeyi babam kurtarmıştı
hep.
Atlatmıştım o geceyi. Sonraki yüzlerce geceyi de atlatmıştım. İnsan
sevgilisiyle, eşiyle, çocuklarıyla mutlu olmayı beceremezse bile bir
yolunu buluyor, ama annesiyle beceremiyorsa nereye gitsin? Hangi şifacı,
hangi ilaç, hangi kucak annenin eksik bıraktığı boşluğu doldursun?
***
Kulağım duymaya, gözüm görmeye başladığından beri yüreklendiren, kendimi
iyi hissettirecek tek bir söz duyduğumu anımsamıyorum senden. Adımı bile
söylemezdin. Beni utancımdan yerin dibine sokan en çirkin benzetmelerle,
en kötü lakaplarla çağırırdın. Bazı geceler nefes nefese uyanıyorum
uykumdan, çocukluğuma gidiyorum, alay ediliyorum, gülünüyorum. Sesimi
yükseltip gidin, rahat bırakın beni, demek istiyorum ama yapamıyorum.
Rüyalarımda savaşıyorum üstüme saldığın şeytanlarla.
Hele bir kurtulayım, ömrümün sonuna kadar adım atmayacağım bu eve,
dediğim yaz gecelerini anımsıyorum. Yıldızlara içimi döktüğüm, yeminler
ettiğim geceleri. Dam başına döşeğimi serer, iki elimi başımın arkasında
birleştirir, yıldızlara bakarak, uzak ülkeleri, ışıklı caddeleri, telaşlı
limanları, hür ve mutlu günleri hayal ederdim. Bir gün derdim, bir gün
beni seven bir kadının ellerinden tutup koşarak bineceğim gemilere.
Dövülmediğim, sövülmediğim, iki lokma ekmeğin minneti altında
ezilmediğim, kimseyle kıyaslanmadığım yerlere; bozkırı, yalnızlığı,
mutsuzluğu, kimsesizliği, bu zindanı arkamda bırakıp gideceğim, derdim.
Yıldızlar oradaydı işte, ışıl ışıl parlıyorlardı.
Elime geçense otuz beş senedir bitmeyen kavga. Otuz beş senedir sesimi
yükseltmeden kendimi anlatma çabam ama her seferinde maruz kaldığım
hakaret, küçümseme ve zorbalık.
Kaç defa geri döndüm sana, kaç defa gelip kucakladım seni. Gözlerinin
içine kaç defa sahipsiz bir sokak köpeği gibi şefkat dilenerek baktım.
Her seferinde akrep gibi zehirli dilinle soktun beni. Her seferinde
ağlayarak çantamı topladım ve geri döndüm gurbetime. Ardımdan bir kez
olsun sevgiyle seslenip, “Gitme” demedin.
En son gelişimi anımsıyorum, hayatımın en zor günlerinden geçiyordum,
işten çıkarılmıştım, gidecek ne bir yerim vardı ne de kimsem. Eve döndüm,
senin yanına. Kırk gün boyunca bir kez, oğlum demedin bana, adımı ağzına
bile almadın. Mutfakta yemek pişiriyordun, sokulup yanına, “İşten çıktım,
eşyalarım hala orada, ama evden de çıkmam gerek,” demiştim de, “Benim
yanıma gelme de nereye gidersen git, kimseyi besleyemem ben,” diye
terslemiştin. Ne yapmıştım ben sana anne? Senelerce düşündüm, düşündüm,
düşündüm. Ne yapmış olabilirdim ki bir kez olsun kollarını açıp
kucaklamadın beni.
Bitti mi? “Artık konuşmak, görüşmek istemiyorum. Ana değil bir canavarsın
sen,” dedim de bitti mi? Şimdi daha mı mutluyum ya da sen daha mı iyi
hissediyorsun? Ben burada ağladım sen de orada. Onca yıldan, onca
yaşananlardan sonra mayınlardan temizlenmiş ortak bir bölge inşâ edip hiç
olmazsa kederlerimizin, yaslarımızın, kayıplarımızın ve ocak başlarında
hep birlikte gülüşerek yediğimiz sıcak ekmeklerin hatırına o bölgede bir
araya gelemez miydik? Olmadı işte. Geçip giden yıllar aramızdaki derin
yarıkları kapatamadı. Bizi bir araya getirecek merhameti yeşertemedi
yüreğimizde. Belki sevgiyle ilgili değildi bu. Belki başka bir hastalık,
başka bir karanlık, başka bir bağnazlıktı bizi tüketen. Otuz beş senedir
mutlu olduğun bir günü hatırlamıyorum. Bütün hayatın şikayet etmekle
geçti, kocandan, çocuklarından, kaderinden, tanrıdan, evinden,
hayvanlarından... Dilinde hep lanetler, hep hakaretler oldu.
Şimdi ne olacak ki? Konuşmayalım, görüşmeyelim, bitti, dedim diye bu
yıkıcı hikâye bitecek mi? Huzursuzluk uhrevi bir lânet gibi hep peşimden
gelmeyecek mi? Bu yerine oturmamışlık, bu becerememişlik, bu
darmadağınıklık düzelecek mi? Ve bunca yıldır boyunduruk gibi boynuma
çökmüş, boğup öldüremediğim bu öfke peşimi bırakacak mı?
Pek çok şeyin farklı olmasını ne çok isterdim seninle anne. Huzur içinde
uyu.