ÖYKÜ

Mehmet Kabakçı  







HEP SENİ ÖZLEDİM


“El alem ev bark sahibi oldu, bir sen adam olamadın.” demiştin. “Adam değil miyim ben?” diye sormuştum, bir gün olsun tattırmadığın şefkatine aç sesimle. “Adam mısın ya, bir bak bakalım kendine, millet arkandan gülüyor, sıfatsız!” “Yapma! Böyle konuşma,” diyebildim, boğazımı tıkayan yumruyu geri itmeye çalışarak.

Başımı dizlerine koyup saatlerce ağlamak, hayatın önüme koyduğu zorlukları anlatıp güç bulmak, sevilmenin ve değer görmenin hazzını kollarında tatmak istediğim kadın, hayatım boyunca bir kere bile bana bunları vermemiş, sürekli horlamıştı beni. İncinmişliğin taze acısı dağılırken, köpük köpük bir öfke kabardı yüreğimde.

“Otuz beş senedir bana bunları söylüyorsun, zoruma gideceğini, kırılacağımı bilmene rağmen söylüyorsun. Artık beni aramanı istemiyorum, ben de seni aramayacağım. Hakaretlerinden, aşağılamalarından bezdim artık! Bundan sonra ikimizden biri ölene kadar kimse kimseyi görmesin. Ana değil bir canavarsın sen! Beni unut. Artık evladın değilim ben senin,” dedim. Ağlamaya başladın ben böyle söyleyince. Sen kılıç gibi zehirli laflarını pervasızca söyler ama ben küçük bir karşılık verince başlardın ağlamaya. “Cehennemin dibine git, kara yerin dibine giresice! Senin gibi evlat olmaz olsun. Ben kimden ne hayır gördüm ki senden de göreyim! Saçımı süpürge ettim size, zehir, zıkkım olsun, karnında şişsin emeklerim,” dedin ve kapandı telefon. Bıraktım kendimi ben de. Nerede biteceğini bilemediğim ve daha önce bu kadar derinlerimde hissetmediğim bir içerlemeyle ağlıyordum. Neye ağlıyordum, kendime mi, sana mı? Yoksa ikimizin arasında bir şeylerin değişebileceği umudunun artık tamamen ölüp gitmesine mi?


***


Bir keresinde henüz on bir, on iki yaşlarımdayken defterime seni çok sevdiğimi, seninle mutlu olmak istediğimi ama bunun için ne yapmam gerektiğini bilmediğimi, üstüme bu kadar gelmemeni, hakaret ve horlamalarının beni çok yaraladığını yazıp yastığının altına koymuştum. Kağıdı almış, “Aman kendisi de yere girsin yazdığı da, ne okuyacağım o itin yazdıklarını, götür geri ver kendisine,” diyerek kardeşimle geri yollamıştın. Kararımı vermiştim, gece yarısından, herkes yattıktan sonra yapacaktım.

Bir kez daha uzattığım eli büküp kırmıştın. Bir yaz gecesiydi, mutfağa girmiş, bıçağı almış ve bileklerime doğrultmuştum. Son defa gelip yüzüne bakmak istedim. Dışarıda bir karyolanın üzerinde yatıyordun. Yanına yaklaştım, uyurken bile asık suratlı ve mutsuzdun. İyice baktım yüzüne. Yaşlanmış, avurtları içine çökmüş, kupkuru bir yüz. Genç kızlığından beri dört elle çalışmış, ana evinde gün görmemiş, ömrünü bağlarda, tarlalarda, onun bunun işinde üç kuruş para kazanmak için geçirmiştin. Bu yabancı köye, yaşlı bir adama gelin gelmiş, yoksulluk içinde geçmişti hayatın. Bunlar geçti aklımdan ve yüreğimi bir merhamet duygusu kapladı aniden. Sarılıp ağlamak istedim, sarılıp doya doya ağlamak, seni çok sevdiğimi söylemek, “Annemsin sen benim, annem, seni çok seviyorum canım anneciğim,” demek istedim. “N’olur gitmeme izin verme, ölmemi isteme, seni seviyorum, ailemizi seviyorum,” diye haykırmak istedim. Babam uyanmıştı sonra, bendeki tuhaflığı fark edince kolumdan tutarak evin arkasına çekmişti beni. “Ne yapıyorsun sen? demişti. “Deli mi oldun oğlum, anana kahırlanıp da kendini mi öldüreceksin bre evladım, bu kadar dert etme ananı. Bilmiyor, aklı o kadar yetiyor a be oğlum. Canına mı kıyacaktın kurban olduğum.” deyip sarılmıştı babam bana. O gece babamın kollarında göğüs kafesim şişip patlayacakmış gibi ağlamıştım. “Dayanamıyorum baba,” demiştim, “kaldıramıyorum laflarını, her gün evladına kötü söyler mi bir ana? Yüreğim kaldırmıyor işte. Çok üzülüyorum.” Babam gözlerindeki yaşları silerek, “Üzülme kurbanın olayım, üzülme Halil’im, ben yanındayım, baban var senin, babo hayran. Ne yapacağım bu kadını ben bilmiyorum ki. Çoluğumu çocuğumu düşman etti bu eve. Uşaklarıma sebep olacak.” demişti. Kurtarmıştı beni babam. Sadece o gece değil, senin uçurumun başına sürüklediğin her şeyi babam kurtarmıştı hep.

Atlatmıştım o geceyi. Sonraki yüzlerce geceyi de atlatmıştım. İnsan sevgilisiyle, eşiyle, çocuklarıyla mutlu olmayı beceremezse bile bir yolunu buluyor, ama annesiyle beceremiyorsa nereye gitsin? Hangi şifacı, hangi ilaç, hangi kucak annenin eksik bıraktığı boşluğu doldursun?


***


Kulağım duymaya, gözüm görmeye başladığından beri yüreklendiren, kendimi iyi hissettirecek tek bir söz duyduğumu anımsamıyorum senden. Adımı bile söylemezdin. Beni utancımdan yerin dibine sokan en çirkin benzetmelerle, en kötü lakaplarla çağırırdın. Bazı geceler nefes nefese uyanıyorum uykumdan, çocukluğuma gidiyorum, alay ediliyorum, gülünüyorum. Sesimi yükseltip gidin, rahat bırakın beni, demek istiyorum ama yapamıyorum. Rüyalarımda savaşıyorum üstüme saldığın şeytanlarla.

Hele bir kurtulayım, ömrümün sonuna kadar adım atmayacağım bu eve, dediğim yaz gecelerini anımsıyorum. Yıldızlara içimi döktüğüm, yeminler ettiğim geceleri. Dam başına döşeğimi serer, iki elimi başımın arkasında birleştirir, yıldızlara bakarak, uzak ülkeleri, ışıklı caddeleri, telaşlı limanları, hür ve mutlu günleri hayal ederdim. Bir gün derdim, bir gün beni seven bir kadının ellerinden tutup koşarak bineceğim gemilere. Dövülmediğim, sövülmediğim, iki lokma ekmeğin minneti altında ezilmediğim, kimseyle kıyaslanmadığım yerlere; bozkırı, yalnızlığı, mutsuzluğu, kimsesizliği, bu zindanı arkamda bırakıp gideceğim, derdim. Yıldızlar oradaydı işte, ışıl ışıl parlıyorlardı.

Elime geçense otuz beş senedir bitmeyen kavga. Otuz beş senedir sesimi yükseltmeden kendimi anlatma çabam ama her seferinde maruz kaldığım hakaret, küçümseme ve zorbalık.

Kaç defa geri döndüm sana, kaç defa gelip kucakladım seni. Gözlerinin içine kaç defa sahipsiz bir sokak köpeği gibi şefkat dilenerek baktım. Her seferinde akrep gibi zehirli dilinle soktun beni. Her seferinde ağlayarak çantamı topladım ve geri döndüm gurbetime. Ardımdan bir kez olsun sevgiyle seslenip, “Gitme” demedin.

En son gelişimi anımsıyorum, hayatımın en zor günlerinden geçiyordum, işten çıkarılmıştım, gidecek ne bir yerim vardı ne de kimsem. Eve döndüm, senin yanına. Kırk gün boyunca bir kez, oğlum demedin bana, adımı ağzına bile almadın. Mutfakta yemek pişiriyordun, sokulup yanına, “İşten çıktım, eşyalarım hala orada, ama evden de çıkmam gerek,” demiştim de, “Benim yanıma gelme de nereye gidersen git, kimseyi besleyemem ben,” diye terslemiştin. Ne yapmıştım ben sana anne? Senelerce düşündüm, düşündüm, düşündüm. Ne yapmış olabilirdim ki bir kez olsun kollarını açıp kucaklamadın beni.

Bitti mi? “Artık konuşmak, görüşmek istemiyorum. Ana değil bir canavarsın sen,” dedim de bitti mi? Şimdi daha mı mutluyum ya da sen daha mı iyi hissediyorsun? Ben burada ağladım sen de orada. Onca yıldan, onca yaşananlardan sonra mayınlardan temizlenmiş ortak bir bölge inşâ edip hiç olmazsa kederlerimizin, yaslarımızın, kayıplarımızın ve ocak başlarında hep birlikte gülüşerek yediğimiz sıcak ekmeklerin hatırına o bölgede bir araya gelemez miydik? Olmadı işte. Geçip giden yıllar aramızdaki derin yarıkları kapatamadı. Bizi bir araya getirecek merhameti yeşertemedi yüreğimizde. Belki sevgiyle ilgili değildi bu. Belki başka bir hastalık, başka bir karanlık, başka bir bağnazlıktı bizi tüketen. Otuz beş senedir mutlu olduğun bir günü hatırlamıyorum. Bütün hayatın şikayet etmekle geçti, kocandan, çocuklarından, kaderinden, tanrıdan, evinden, hayvanlarından... Dilinde hep lanetler, hep hakaretler oldu.

Şimdi ne olacak ki? Konuşmayalım, görüşmeyelim, bitti, dedim diye bu yıkıcı hikâye bitecek mi? Huzursuzluk uhrevi bir lânet gibi hep peşimden gelmeyecek mi? Bu yerine oturmamışlık, bu becerememişlik, bu darmadağınıklık düzelecek mi? Ve bunca yıldır boyunduruk gibi boynuma çökmüş, boğup öldüremediğim bu öfke peşimi bırakacak mı?

Pek çok şeyin farklı olmasını ne çok isterdim seninle anne. Huzur içinde uyu.

 

dizin    üst    geri    ileri    

 



 19 

 süje