Kabullenilmiş itaatimizin yılgın ve dibe çökmüş sorusuydu. Sorduk
aralıksız:
Hayır ve evet'in yeri değişseydi
yüzey mümkün olabilir miydi?
Cevapsızlık,
umutsuzluk'tur diye bilmişliğimizden
razı gelmedik hayır'a.
Evet ise bir cevap olmadı hiçbir zaman.
İşte bazen dalga.
Hiç değilse dalga vardı; gelen, yalayan ama götürmeyen.
Kaldık öylece.
Bizle kaldı, ne varsa, dip'in zulasında.
II
Yalnızlığından...
Yarayı zaman onarır, dedi. Çek elini oradan.
Çektim çaresiz. Boş kalan elimde ıssızlaşmışlığın soğukluğu titredi
ilkin. Bunu söylemek veya söylememek çare mi, bilemeden öylece baktım
yüzüne.
Şimdi ben ne yapacağım sorusu saçlarımdan dökülüp yere düşünce ikimiz de
gözlerimizle takip ettik zeminde dağılıp gidişini.
Şimdi ben ne yapacağım'ı seslendirmişliğimi o konuşana dek fark
etmemiştim.
Diyordu ki;
şimdi sen, nerede denk gelirsen orada, yalnızlığından öpeceksin onu.
Gülümsedim.
Şimdi yapacak bir şey vardı. Dudaklarımı yalayıp, büyük bir öpüşe
hazırlandım...
III
Yangın Sabahı...
Gün indi. Rüzgar gecenin yangınından kalan külleri savuruyor. Yine.
Ayaklarının çıplağı, küllerin arasında geceden kalanı aranıyor. Yine.
Bundan önceki sabah gibi, daha da önceki sabah gibi.
Tüm dün'lerin sabahı gibi...