ÖYKÜ

Havva Ağral  





 

YALIZ KAYALAR GİBİ


Zengin insanların sokağından ilk kez boydan boya yürüdü. Kadın sokağı geçerken, kalbinden de küfür geçti. Sokak rüzgarlı, kadın küfürlü bir esinti gibi geçip gitti sokaktan. Sadece bu sokakta özel güvenlik vardı. Sadece bu sokakta yol döşemesi üç renkti.

Kale gibi apartmanlar. Kuzeninin evinden tanıyor bu tarzı. Daha önce başka yerlerde gördüğü gibi; dışları apartman, içten merdivenli, dubleks ya da çatı katları ayrıca döşenmiş tripleks villa şeklinde. Ağaç yok muydu? Yoksa yerler hep süpürülür müydü? O rüzgarda yerler neden bu kadar temizdi? Ağaçlar zengin muhitte dilsiz miydi? Yukarı sahil boyundan önce Asma yolu hışırtılı öterdi.

Kadın sonunda sıkıldı. Sokağın uzunluğu ve genişliği, izlediği bir tiyatro oyununu anımsatıyordu. Deve tabanı. Aykırı büyüyen bir saksı bitkisi. Çalışması sürekli engellenen bir yazarın dünyası ile bağıntılı idi. Kendisi gibi. Yaşama bu kadar yayılmacı sokaklar genç yazar kadının sokağını, sarı otlar, arsız sesler, küçük evler, tek renkli döşeme taşları ve daraçlık zihinlere boyuyordu. Sıkıldıkça adımları yön değiştirdi. Önce ana caddeye, ardından sahil boyuna geçti.

Küfürlerin yerini kıyaslama düşünceler almaya başladı. Şu zengin kuzen ve görgüsüz eşyalarını düşündü. Kuzeninin hanımı bir çocuktan beter şımarıklık ediyordu. Kuzeninin geldiği noktayı düşündü. Başkalarının paralarını işleten ve bu anlamda zengin mahal yaşayan biriydi. Okumak için bazen çalıştı. Bazen de kardeşleriyle birlikte ortalığı dolandırdı. Kadın hep şaşkın baktı o insanlara. Kendi yolunun kaptanı. Herkes kendi yolunda yolu tanıyan kaptan ise, kadının abandone edilişi nedendi ki?! …

Üzerine oturduğu yalız kayalar, sırtını dayadığı pütürlü geçmiş, kayanın içinde ağlayan bir çocuk varmış hissi. Bu kayalar arasında olmak, ölüme farklı anlamlar biçmek gibiydi. Ne zaman başına buyruk rüzgarın emrine uysa, kendini yalız kayaların ortasında bulurdu. Ağlayan çocuk hissine dayanılacak gibi olmadığında da kalkar giderdi. Oradan orman yolunun serinine dalmak, içindeki harı yıkamak isterdi. Ağlayan çocuk ormana kaçardı. Orman artık çöplük gibiydi. Bazen de değişik eşyalar ve hikayeler çıkardı karşısına. Son zamanlardaysa, bira kutuları ve kullanılmış prezervatif gibi iğrençlikler çıkmaya başlamıştı karşısına. Hikayesini bilmek istemediği deliller. Bir keresinde bir kapı tokmağı, çatlak bir gözlük, kanlı bir eldiven, tırnak törpüsü gibi tuhaflıklar peşi sıra çıkmıştı karşısına. Bir cinayet hikayesi, bir kürtaj mı yoksa, ağlayan çocuk, yerlerdeki her şeyi ona gösteriyor muydu? Kandan çürümüş, leş gibi kokan bir kilim parçası, sokak köpeklerinin kemirdiği kıllı et parçası. Kadın için, belki sadece, daha önce yaşanmış bir trajedinin sonradan üstüne gelmiş, hasbelkader bulunma durumuydu. Üzerine her şey kurulabilirdi. Bir kriminal uzmanı gibi, parçalanmış bir insan cesedi, bir tecavüz, karanlık sesler, öbeklenmiş, devinmiş gölgeler, bastırılmış çığlıklar, akıtılan kan… Kadın kurguladığı bütün sesleri, gölgeleri hissedip ürperdi. Sonra herkesin farklı zamanlarda, ormanın içine attığı çöplerin farklı bir hikayeye gebe olabileceğini düşündü. Evden epey uzaklaşmış olmak kadını zamansal anlamda tedirgin etmişti o gün. Ama şimdi ormanda hiçbir delil yoktu. Çöplerin alakasız olmasını dileyerek çöplerde gözlerini gezdiriyordu. Atılmış bir terlik teki, kırılmış camlar, hışırtılı yapraklı orman yolu. Yaralı gövdeleriyle ağaçlar, ormanın kirini hüznünü süpürememiş, mahcup ev sahibi. Yıllar önce kuruyan derenin iç çekişi. Mahcubiyeti ve ormanın diğer seslerini duydu Kadın. Orman yolundan otobana teğet, tarla yollarına saptı. Tüm gün yürümek ve duymakla geçen bir gün oldu. Tarla yolunu, otobana tersten yürüyordu. Tüm araçlar üstüne geliyordu. Gün ışığında lamba yakan araçlar hızla geldikçe yalız kayalara tekrar dönmek istiyordu. Orada anlamı değişen ölümün, parlak, pütürlü, sarı, aşktan bozma yüzleri vardı. Hikayesiz, duru bir sonuç demek. Bir hakimiyet vardı işte. Ölüm yalız kayalar gibi bir duyguydu. Eliyle karnını yokladı. Soğuk boşluğuna ağrıdı. Orada devingen sıcak bir belirti istiyordu. Artık yoktu. Her şey bir anda olmuştu. Eşinin yanında kanlar içinde uyanmıştı. Sokak alabildiğine tozlu, gri ve cüretkar iken bebeği, sessiz, asalet yüklü, parlak, pütürlü, sarı bir şekilde kendinden gidivermişti. O zengin kuzeninin şımarık karısı da yoksulluğa doğacaktı, belki böylesi iyi oldu gibilerinden sözler gevelemişti hastanede karşılaştıklarında. Şımarık kadınının şık çantası, düşük yapmış kadının koluna hızla çarparak, kadına bir vurgun daha yedirmiş oldu. Kadın dalgalı, çeken diplere kayıyordu. Hastanenin taze gülleri kömüre döndü, parke taşları altından kayıyordu. Kadın düşüyordu. Düşerken de düşünüyordu. Aklında kıyas düşünceler. Tüm çocukluğu için için ağlıyordu. İlk okul öğretmeni yine onu sopayla dövüyordu. Evde yüzüne gülen yoktu. “Ben düşük yapan bir kadına böyle davranmazdım.” diye geçirdi aklından. Saplanıp kaldığı yerde sallanıp dururken eşi koştu koluna girdi. Kıyas düşüncelerden birden uyandı. Çünkü o şımarık kadın, kuzeninden çarşı ortasında dayak yemişti. Ama kendi eşi onun ayaklarının altlarını öpüyordu. Varsın sokaklar tek renk taş döşenmiş olsun. Varsın onun sokağında özel güvenlik olmasın. Bütün diplerden dalgalardan vurgunlardan sıyrıldı. Eşine yalız kayalar gibi yaslanabilirdi. Parlak, aşık, geniş, duru…


dizin    üst    geri    ileri  

 



 24 

 SÜJE  /  otuz dördüncü sayı