Kapı yerinden sökülürcesine yumruklanıyordu. Üçümüzde birbirimizin
gözlerine endişe ve korkuyla baktık. Henüz hava yeni kararıyordu. Kimdir
bu saatte? Endişeyle peş peşe birbirimize tutunarak yürüdük. Sema’nın
aklına nerden geldiyse, yeni açtığımız kolilerin birinde gördüğü tavayı
kaptı ve koşarak yanımıza geldi. Onu gören Özlem de kapının yanında duran
sobanın kömür küreğini kavradı. Sanki tam teçhizatlı savunma gücüydük,
daha cesurca adımlar atmaya başladık. Kapı tekrar tekrar yumruklanıyor,
arada da zayıf bir tekme sesi geliyordu. İyice şaşırdık. Kapıdaki insan
mıydı? Yoksa cinler periler veya bilmediğimiz bir mahlukat, ilk defa
kendi yaşamımızdan kopup, bilmediğimiz kültür ve insanların olduğu
küçücük bu ilçede daha üçüncü gecemizde bizi test etmeye, sınamaya mı
kalkmıştı. En önde ben kahraman asker olarak ilerliyordum. Saçlarımın
dipleri sırılsıklam terlemişti. Sanki iyi hazırlanmadan yakalandığım bir
sınavdaydım. Kapının yanına geldik, kızlar işaret ederek kapıdakine benim
seslenmemi istediler.
- Kim o?
- Ben, ben abla!
Kim ki bu bize kendini tanıtmadan abla diyen? Dudak bükerek birbirimize
baktık. En azından karşımızda korktuğumuz kişi kadındı. Kadının peşinden
birkaç çocuk sesi hep bir ağızdan,
- Açsana, aç, aç, haydi açın. Aney!
- Açarlar dur hele, gırık* ediler!
Dışarıdan gelen sesi tanımıştık. Üçümüz birden rahatladık. Ellerimiz iki
yanımıza düştü, vücudumuzdaki bütün kaslarımız gevşemişti. Geldiğimiz
günden itibaren önceleri meraklı gözlerle takip eden sonra dayanamayıp
yanımıza gelip bizimle dostluk kurmaya çalışan Afitap’tı. İki tane
yanında bir de kucağında üç çocuğu vardı. Kız yedi sekiz yaşlarında,
oğlan ise dört beş yaşlarındaydı. Kapıdakinin Afitap olmasından her ne
kadar rahatlamış olsak da bu kadar sert kapıyı yumruklamasından endişe
duymuyor değildik. Özlem fısıldadı,
- Ya arkasında birileri varsa, "teröristleri" falan getirdiyse. Dur! Hemen
açma.
Sema, Özlem’e ters bir bakış fırlattı.
- Şimdiden korkuya teslim olursak burada zaman geçer mi? Aç, Zeliha aç.
Kapıdaki anahtarı çevirerek kapıyı açtım. Afitap siyah saçlarının
yarısını örten boynundan omzuna doğru kıvrılan mavi örtüsü, kucağındaki
bebesiyle karşımızda duruyor. Kırmızı yanaklarının üzerindeki kömür
karası gözlerle yüzyıllar öncesinin mozaiklerden fırlayarak o toprağın
kokusunu getiren bir tanrıça gibi bize bakıyordu.
- Korktunuz siz?
- Korktuk tabi. Nasıl vuruyorsun kapıya öyle. Kapının zili var ona bas,
gelince. Biz de korkmayalım.
Sanki başkasına konuşuyoruz, dinleyen yok. Bizden önce çocuklarıyla
beraber, hiç yabancılık çekmeden içeriye girdiler. Onlar evin sahibi biz
dışardan gelen yabancı misali kapının önünde dura kaldık. İki çocuk vakit
kaybetmeksizin açık kolilere merakla dalış yaptılar. Bellerinden aşağıya
doğru kutuların içine sarkıp, bir taraftan karıştırıyorlar bir taraftan
birbirlerine konuşuyorlardı. Şaşkınlığını ilk bozan Özlem oldu,
- Durun! Dokunmayın’ İçlerinde elinizi kesecek aletler var.
Dinleyen yok tabi, kime konuşuyoruz. Afitap’tan tık yok, o iri kömür
karası gözlerini fıldır fıldır evin dört bir yanında dolaştırıyor,
kafasıyla bir şeyleri atıyor, kaldırıyor, koyuyordu. Sanki geçmişle bu
günün parçalarını birleştiren bir arkeolog ya da dahiyane fikirleri olan
ve hayali tasarımlar yapan bir mimar edasında odaları dolaşıyordu.
Sonuçta, pes edip seyretmeye karar verdik. Afitap işine kendini öyle bir
kaptırmıştı ki girer girmez kucağıma tutuşturduğu çocuğunu ona
hatırlatmak zorunda kaldım. Çünkü çocuğu artık taşıyamaz olmuştum.
Kollarım o kadar güçlü değildi. Çocuğunu kucağına alınca sobanın
üzerindeki çaydanlığı ve masanın üzerindeki çay bardaklarımızı gördü.
- Bak, bak! Çay içisiz. Ele gözimin önünde tikilip durmayasız. Gapı da
kırılmadı. Mene de çay veresiz.
Bu arada çocuklar kolilerin birinde buldukları kalemliklerden birini
bulmuşlar. O diyor benim, öbürü diyor benim ve sonunda kavga koptu tabi.
Aygün, olanca gücüyle bağırarak,
- Meni gızdırma şimdi alıram seni ayağımın altına, pestil gibi ezerem.
Kız, elindeki kalemliği erkek kardeşine bırakarak anasının yanına geldi.
Oğlan hiç istifini bozmadı. Demek ki Afitap’ın kime bağırdığını çocuklar
öğrenmiş. Kural böyle! Erkeğe bağrılmaz. Erkek hakimiyeti küçükten
öğretilir. Şaşırmadım. En batısında böyleyken en doğusunda farklı mı
olacak. Birden kızı kolundan tuttuğu gibi bir silkeledi, sandım ki kolu
elinde kalacak.
- Gız sen gonuşma otur!
Talimatı alan kız anasının arkasına oturdu. Korktuğu falan yoktu,
annesinin arkasından merakla bizi izliyordu. Sadece emirlere uyuyordu.
Afitap çayını yudumlarken bir taraftan da bir şeyler anlatmaya başladı.
Önce ilçeyi anlattı, sonra bize ne yapacağımızı, buraların soğuğuyla
nasıl başa çıkacağımızı anlattı durdu. En çok da kocasını anlattı.; Yok
öyle ben bilmem beyim bilir halleri, Afitap’’ta. Her ne kadar kızını,
kendinden küçük erkek kardeşine ezdirse de kocaya pabuç bırakmıyor. Adam
uzun yol şoförüymüş. Bir gitti mi günlerce gelmiyormuş. Anlattıklarından
anladığımız kadarıyla kazandığının büyük kısmını da Afitap’a veriyor,
üstelik Afitap’ın sonu gelmeyen isteklerini de alıyormuş. “İstediğim bir
şeyi almazsa yüzüne bakmam, çocuklarına da bakmam, o zaman kuzu gibi
gider alır. İşine gelirse” diyordu. Her ne kadar Afitap’ın şivesinden
dolayı ne dediğini bazen anlamakta güçlük çeksek de sonunda anlaşıyorduk.
Afitap’ın anlattıklarına, üçümüzün de gözleri fal taşı gibi açılıp
kalıyordu. “Afitap’a bak sen!” diye arada birbirimize bakarak hayretimizi
ifade ediyorduk. Okumamış bir kadın, üstelik bizden akıllıydı. Bizi hiç
konuşturmadığı, sadece kendisinin konuştuğu o gece, üstüne üstelik bizden
para karşılığı iş de aldı. Söylediğine göre biz soba yakamazmışız,
zehirlenirmişiz, evi süpüremezmişiz. Bu işleri bizim için yaparmış fakat
“yemeğe karışmam ama” diyerek ayda dört yüz lira istedi. Üç yüz liraya
anlaştık. Sobanın külünü dökmek, kömür doldurmak ve yakmak, üçümüzün de
hem sevmediği hem de zorlandığı işlerdi.
Afitap’ın eve girmesi ile her şey değişti. Ertesi günü daha yere
serdiğimiz halıyı yıkamış bahçenin duvarına asmıştı. Şaşırdık kaldık.
Halı yeniydi. Afitap işte! Zar zor bulduğumuz bu ev tek katlı bahçe
içinde, o çevrenin en iyilerinden biriydi. Buna rağmen alıştığımız
evlerin kullanışlılığının çok gerisindeydi. Dedim ya, Afitap evde etkisi
kendini göstermeye başlamıştı. Bizim yerleştirdiğimiz ne varsa yeri
değişmiş, Afitap’ın yüksek tasarım bilgisiyle yeni yerlerini bulmuşlardı.
Kendine olan özgüvenine ağzımız açık kalıyordu. Bir hafta içerisinde
bizimle öyle sıkı dost olmuştu ki, bizden ona okuma yazma öğretmemizi de
istedi. Küçük ilçenin küçük çocuklarını okutmak, öğretmek için gelmişken
bir öğrencimiz daha oldu ; Afitap! Birazcık olsun harfleri biliyor ama
eklemeler yapamıyordu. Gerçekten zeki kadındı, kısa zamanda okumayı
öğrendi, yazmada biraz zorlanıyordu. Yeni öğrendiği ama hafızasına
atamadığı bir kelime olunca hepimizin isminin sonuna o kelimeyi ekleyerek
sesleniyordu. “Özlem amaç, Sema amaç, Zeliha amaç” kendince teknikler
geliştiriyordu. Afitap’ın enerjisine hayrandık. Özellikle kocasına karşı
kullandığı enerjiye! Onun hikayelerini dinlemek günün hızlıca geçip
gitmesini sağlıyordu. Afitap da ne koca korkusu, ne çevre korkusu vardı.
El alem ne der, hiç aldırmıyordu. Hani deriz ya, “harbi”, Afitap
gerçekten harbi kadındı. Bu kadar eğitim aldık, büyük şehirlerde yaşadık
ama onun kadar hayatla, kendisiyle barışık bir kadın olup olmayacağımız
konusunda kuşkuluyduk. Hayatımız Afitap olmuştu. Afitap olmadığı zamanlar
onu konuşurduk. Birbirimize “Afitap gibi yapalım, Afitap gibi düşünelim”
derdik. Biz oraya bir şeyler öğretmek için gelmişken o topraklarda bir
insan bize bir şeyler öğretiyordu.
Bir gün ağlaya ağlaya bize geldi. Afitap’ı hiç böyle görmemiştik.
Yüzyıllar öncesinin mozaiklerinden fırlayıp bizimle yaşamaya gelmiş bu
tanrıça nasıl olurdu da ağlardı. Onu güçlü kılan yanına alışmıştık.
Ağlamasını garipsedik. Merakla ne olduğunu, neden ağladığını sorduk.
Afitap içeri girince ağlamasına bir de feryat eklemişti. Bizim tanrıçanın
bilmediğimiz ne yönleri varmış,
- Herif herif illalah senden bığtım*, inşallah tez zamanda allahın topuna gelesen. Afat yiyesen inşallah.
Anladık ki parmağında oynattığı ama bir o kadar da hasretine dayanamadığı
kocasıyla aralarında bir şeyler olmuştu. Sordum,
- Az dur Afitap! Anlat ne oldu?
- Bu benimkisi var ya, ferik bulmuş peşinde koşarmış. O belasını menden
bulmasın kör şeytandan bulsun inşallah. Men onu ele pişman edicem. O
sapurtmuş*. Afat yiyesen inşallah.
Burnunu çeke çeke hem ağlıyor hem söyleniyordu. Nasıl teselli
edeceğimizi, ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Sonuçta üçümüz de evlilik
bilgisi konusunda toyduk. Sema,
- Nerden biliyorsun? Birisi mi söyledi?
- Men biliyem. Yanına koyduğum tumanları gartmadan* geldi. Var ki bir
avrat çimmiş tumanları. Gırık*ediy söylemi. Gızdı şapbalak* attı mene.
Ele…… ıhııııhıııı.
Üçümüzde Afitap’ın hırsından hızlı hızlı konuşmasından, ağlamasından ne
söylediğini anlayamadık. Anladığımız tek şey, Afitap kıskançlık krizi
geçiriyordu. Biraz daha ağladı, sonra banyoya geçip elini yüzünü yıkadı.
Bir süre banyoda kaldı ve evine döndü. Üçümüz de şaşırıp kalmıştık. Kendi
ağladı, kendi anlattı ve biz ona bir çözüm olamamıştık. Sadece
dinlemiştik. Ertesi günü Afitap’ı merakla bekledik. O gün ve ertesi gün
gelmedi. Üçüncü gün geldi. Afitap aynı Afitap. Üç gün önce ağlamaktan
salyası sümüğü birbirine karışan, derdine ağıtlar yakan Afitap’tan eser
yok. Yine çok konuşuyor, yine büyük projelere imza atıyor. Üstelik
okumayı yazmayı iyice öğrendiği için kocasına kendisi için bir telefon
aldırmış. Bize onu nasıl kullandığını gösterip duruyordu. Kocasıyla
arasının düzelip düzelmediğini sormaya gerek yoktu. Bizde fazla
oyalanmadı, koşturarak eve gitti. Beş dakika geçmemişti ki çocukları
kitap okusunlar diye bize yollamış.
Afitap’ın çocuklarıyla beraber yemeğimizi yedik, ellerine birer kitap
verdik. O akşam Özlem, kuruması için banyoya astığı iç çamaşırlarından
bir takımının eksikliğini fark edip bize sorunca, üçümüz birden
gözlerimizden yaş gelinceye kadar güldük. Afitap!