MAKALE

Anıl Yıldız   







ETIENNE de LA BOETIE’DE “DEVLET” SORUNSALI


Siyasal düşünceler tarihinde, kendi bulunduğu dönemin, sosyal-siyasal yapısından yola çıkan ancak bununla yetinmeyip çağının çok ilerisinde bir düşünce yapıtı veren düşünürler enderdir.

Etienne de La Boétie bir 16. Y.Y. Rönesans düşünürü olarak yazdığı tek eseri olan “Discours sur la Servitude Volontaire (Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev)”ile bu anlamda oldukça özgün bir yere sahiptir. Siyasal iktidarın özünün tiranlık olduğunu söyleyen La Boétie, Söylev’de doğmakta olan modern devletin niteliğine değinmiş ve siyasal iktidarın sürdürülmesinde insanların kulluğu reddetmek şöyle dursun onu istedikleri ve hatta gönüllü bir şekilde yerine getirdikleri üzerinde durmuştur. Bu “Gönüllü Kulluk” un ise siyasal iktidarın yarattığı “hegemonik”
[1] ilişkiler aracılığı ile sağlandığını ve sürdürüldüğünü belirtmiştir. Pierre Clastres’in nitelemesiyle, üç yüz yıl geriden Nietzsche’nin -hatta Marx’ın- düşkünlük ve yabancılaşma üstüne düşünme girişimini önceleyen, modern insan antropolojisinin, bölünmüş toplum insanının antropolojisinin kurucusu olan La Boétie bu anlamda önemli bir düşünürdür.

33 yaşında hayatını kaybeden La Boétie için dostu Montaigne “Denemeler”in “Dostluk Üzerine” başlıklı kısmını O’na adamış ve dostu için, “O’nun düşüncesi döneminden çok başka çağların düşünce kalıplarına göre yoğrulmuştu.” ( La Boétie, 1995: 11) yorumunda bulunmuştur. La Boétie’nin siyasal iktidarın özünü eleştirme anlamında 16. Y.Y.’da yaptığı eleştirilerin tarihsel boyutlarını aşıp bizim ilgimizi çekmesi Montaigne’nin bu sözünü doğrular niteliktedir. La Boétie’de devlet sorunsalı bu yüzden yazı konusu olarak seçilmiştir. Yazıda La Boetie'nin düşüncelerine, Spinoza ve La Boetie arasındaki düşünsel ilişkiselliğe ve La Boetie'nin düşüncelerinin Bourdieu'cü perspektiften kritiğine odaklanılacaktır.


LA BOETIE’NİN HAYATI

Etienne de La Boétie, sahip olduğu özgün konumuyla, içinde bulunduğu tarihin gidişatına uymayan düşünceleriyle, aslında tarihi “afallatan” ve görüşleri iyi irdelendiğinde, günümüzdeki anti-demokratik, otoriter siyasal düşünceleri sorgulama anlamında bize oldukça yardımcı olabilecek bir düşünürdür.

La Boétie, 1 Kasım 1530’da Fransa’nın Périgord bölgesinin küçük bir kenti olan Sarlat’da doğmuştur. Soylulaştırılmış burjuva kökenli olan La Boétie, Orléans Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi görmüştür… Fakülteyi bitirdikten bir yıl sonra, 1554’te bu genç hukukçu, Kral 2. Henri’nin onayı üzerine Bordeaux Parlamentosu’nda danışmanlık görevine kabul edilmiştir. Ölümüne dek bu görevi sürdüren La Boétie, 1557 yılında kendisi gibi danışman olan Montaigne (D. 1533, Ö. 1592) ile tanışmış ve bu iki düşünür arasında çok yakın bir dostluk ilişkisi kurulmuştur. ( La Boétie, 1995: 5)
[2]

La Boétie, 1960 yılından başlayarak önemli görevler üstlenmiştir. Paris’te tanıştığı ana kraliçe Catherine de Médicis’in baş danışmanı Michel de l’Hospital’in düşüncelerini benimsemiş, bu düşüncelerin ve bu düşünceler doğrultusunda yayımlanan kraliyet fermanlarının Bordeaux yöresinde uygulanmasına çalışmıştır.
[3]

XVI. Yüzyıl Fransa’sının içinde bulunduğu en önemli sorun din çatışmalarıydı. Monarşi, bir yandan krallığı zayıflatan Katolik-Protestan çatışmasına çözüm arıyor, öte yandan kiliseye olan üstünlüğünü pekiştirmeye uğraşıyordu. İki aşırı ucu oluşturan Katolik Parti ile Protestan Parti’nin ( Huguenot’ların) karşısına Michel de l’Hospital’in başını çektiği Politikler Partisi çıkmıştı. Dinsel hoşgörü taraftarı olan Politikler, Katolikliğin devlet dini kalmasını, Protestanlar için ibadet özgürlüğünün güvence altına alınmasını ve monarşinin erkini arttırarak kilisenin ona bağımlı kılınmasını savunuyorlardı. Döneminde hakim olan bu düşüncelere katılan La Boétie, Protestanlara ibadet özgürlüğü tanıyan 17 Ocak 1562 tarihli “ Ocak Fermanı” nı savunan bir yazı da yazmıştır. Bu yazısında, mezhep savaşlarının tehdit ettiği ulusal birliği korumak kaygısıyla mutlak monarşi düşüncesine yaklaşmaktadır. La Boétie daha 33 yaşına basmadan, 14 Ağustos 1563’te Germignan kasabasında hayatını kaybetmiştir. ( La Boétie, 1995: 6-7)

La Boétie’nin kısacık hayatına kısaca değindikten sonra O’nu çok özel kılan, etkileyici eseri “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” e ve burada ele aldığı düşüncelere göz atalım…


“GÖNÜLLÜ KULLUK ÜZERİNE SÖYLEV”

La Boétie’nin tek eseri olan Söylev esasen, “ Bir kitabın şansı, okuyucularının yeteneklerine dayanır” (Terentianus Maurus) özdeyişini doğrular niteliktedir. Söylev‘de La Boétie’nin düşüncelerine ayrıntılı bir şekilde bakmadan önce, bu kitabın -Fransızcadan Türkçeye çeviren Mehmet Ali Ağaoğulları’nın aktardığı- yayımlanış hikayesine göz atarsak, niçin bu özdeyişi kullandığımız daha iyi anlaşılır.

Bir Rönesans insanı olan La Boétie’nin kısa yaşamı boyunca Ksenophon, Plutarkos ve Aristoteles’ten yaptığı çeviriler ile yazdığı şiirler, ölümünden sonra Montaigne tarafından yayımlanmıştır. Montaigne, La Boétie’nin Rönesans esinli bu yapıtları dışında, Söylev‘in el yazmasına da sahipti. Çeşitli yazışmalarında Söylev‘i yazacağı kitabın( yani Denemeler‘in) en önemli parçası olarak kullanmayı düşündüğünü belirtmiş, ancak daha sonraları bu tasarısından vazgeçmiştir. Bunun nedeni yapıtın bugün de açıklığa kavuşamamış bir biçimde Huguenot militanlarınca ele geçirilip yayımlanmış olmasıdır. ( La Boétie,1995: 7)

1572’deki Saint- Barthélemy kıyımından sonra Huguenot’lar arasında, siyasal iktidara karşı, artık edilgen değil de etkin olarak direnmek gerektiğine, baskıya başkaldırmanın ve tiranın öldürülmesinin meşru olduğuna ilişkin görüşler yayılmaya başlar. Bu görüşleri savunmak için ortaya çıkan “Monarkomaklar” diye bilinen Protestan düşünürlerin yazıları yanında, daha önceleri yazılmış olmalarına karşın hemen hemen aynı temaları içeren yapıtlar da, Calvinci militanlarca benimsenip kullanılır. İşte bu yapıtlardan biri de La Boétie’nin Söylev‘idir. İlk olarak 1574’te Söylev‘den alınan bazı parçalar, yazarının adı verilmeden, çeşitli yergi yazılarını içeren Le Réveille-matin des François,( Fransızların Çalar Saati) adlı kitapta yayımlanır. Bundan iki yıl sonra Söylev, yine aynı nitelikte bir kitap olan Mémoires des Etas de France sous Charles le Neuviésme‘de ( Dokuzuncu Charles Dönemi Fransa Devletleri Üzerine Savlar‘da) bu kez bütünüyle ve La Boétie’nin adı belirtilerek, Contr’un ( Bir’e Karşı) başlığıyla yer alır. İlk baskısı Cenevre’de yapılmış olan bu kitap, daha sonraları 1577’de ve iki kez olmak üzere 1578’de yeniden basılır. ( La Boétie, 1995: 7-8)

Din savaşlarının keskinleştiği bir dönemde Huguenot’ların Söylev‘i ideolojik bir silah olarak kullanmaları siyasal düşünceler tarihinde La Boétie’nin Monarkomak olarak tanınmasına neden olmuştur. Bu yanlış kanı uzun bir süre de devam etmiştir. Döneminde, La Boétie’nin Monarkomak olarak değerlendirilmesine ilk karşı çıkan ise Montaigne olmuştur. – Mehmet Ali Ağaoğulları’nın yorumuyla- Calvinci olarak kabul edilmemek için Söylev‘i yayımlamaktan vazgeçen Montaigne, daha sonra dostunun adını temize çıkarmak için bu eseri “gençlik günahı” olarak belirtmiştir.

La Boétie’nin Söylev‘i 16-18 yaşları arasında yazdığı kabul edilse bile, O’nun 1553 yılında Orléans’da iken, yapıtında önemli değişiklikler yaptığı kesinleşmiştir. Bu durumda Montaigne’nin belirttiğinin aksine Söylev‘in “gençlik günahı” olarak yorumlanamayacağı belirtilmektedir.

Din çatışmalarının yatışmasıyla birlikte, Söylev, göreli bir unutkanlığın içine düşmüş; yalnız, dönemin “tehlikeli” sayılan kişileri arasında ve iktidar çevresinde el altından dolaşmıştır… Söylev‘in ikinci kez gündeme gelip yeni baskılarının yapılması, cumhuriyet için, demokrasi için verilen savaşların yoğunluk kazanmasıyla başlar. Bu kez demokrasinin övgüsü olarak değerlendirilen ve bu açıdan okunan Söylev‘in Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında iki ayrı kitapta yer aldığını görüyoruz… Son olarak da, 1857’de, Louis- Napoléon’un darbesi üzerine Brüksel’e kaçan cumhuriyetçiler, Söylev‘in basımını gerçekleştirmişlerdir. Bu dönemden sonra günümüze dek süren ikinci bir göreceli unutkanlık döneminin içine girmiştir. Yapıtın bugün yeniden gün ışığına çıkması ise, 70’li yıllarda Fransa’da “iktidarın, devletin( fiziksel ve ideolojik) baskıcı, otoriter özü” sorununu ortaya koyup araştırma konusu edinen entelektüel bir akımın belirmesi ve La Boétie’nin bu yönde yeniden okunması ile mümkün olmuştur. ( La Boétie, 1995: 15-16)

Görüldüğü üzere, Söylev‘in yayımlanış hikayesi, yukarıda belirttiğimiz özdeyişi doğrular niteliktedir. Her tarihsel dönemde o dönemin sosyo-politik yapısına, ihtiyacına göre kitap farklı yorumlanmıştır. Şimdi siyasal düşünceler tarihinde en özgün yere sahip kitaplardan biri olan bu eseri ve La Boétie’nin düşüncelerini yakından inceleyelim.

La Boétie’nin içinde bulunduğu dönem, Avrupa’da feodal yapının büyük oranda çözülmeye başladığı ve özellikle Fransa’da modern devlet aygıtının doğduğu, belirginleşmeye başladığı bir dönemdir. Öyle ki La Boétie’den hemen sonra Jean Bodin ( D. 1530 Ö. 1596) “egemenlik” kavramını ortaya atmış ve kurumsallaşmakta olan devlet aygıtını daha da belirginleştirmiştir. La Boétie’yi farklı kılan da yeni bir siyasal iktidarın belirdiği böyle bir dönemde, döneminin somut koşullarından “özgür” çağının çok ilerisinde bir düşünce yapıtı verip, siyasal iktidarları ayırt etmeden, hepsinin özünde tiranlık olduğunu belirtmesidir.
[4]

Söylev‘de La Boétie derdini şöyle aktarmaktadır:

“ Benim burada üzerinde durmak istediğim sorun, bu kadar insanın, bu kadar köy, kent ve bu kadar ulusun nasıl olup da, erkini yalnızca onların kendisine verdikleri güçten alan tek bir tirana katlanabilmeleridir. Eğer tirana katlanma arzuları olmasaydı, tiranın onlara zarar veren erki olmayacaktı; eğer ona karşı koymak yerine, onun verdiği acıyı sevmemiş olsalardı, tiranın onlara en ufak bir kötülük yapma olanağı olmayacaktı. Boyunduruk altında bir milyon insanın kendinden daha üstün bir gücün zorlamasıyla değil de, sanki tek bir kişinin adıyla büyülenerek sefilce hizmet etmesini görmek öylesine olağan bir şey ki, buna şaşırmaktan çok üzülmek gerekir.” ( La Boétie, 1995:20) La Boétie, bu “gönüllü kulluk” un bir kaza sonucunda oluşan yapıdan kaynaklandığını belirtir. O’na göre bu kaza, bu talihsizlik devletin ortaya çıkmasıdır ve bu durumu aslında tanımlanamaz olarak görür:

“Fakat ey Tanrım, nedir bu? Bunu hangi adla tanımlayabiliriz? Bu ne biçim bir beladır? Kendilerine ait ne malları, ne aileleri ve çocukları, hatta ne de yaşamları olan sonsuz sayıdaki insanın boyun eğmesi değil de hizmet( kulluk) etmesini, yönetilmesi yerine de tiranca ezilmesini görmek ne büyük bir felakettir, daha doğrusu ne uğursuz bir kötülüktür?” ( La Boétie, 1995: 22)

La Boétie’ye göre bu hizmet etmeyi korkaklık olarak açıklayamayız. Çünkü o her erdemsizliğin de daha ileri gidemeyeceği doğal bir sınırının olduğunu belirtir:

“ İki kişi tek kişiden çekinebilir; on kişinin de çekinmesi olasıdır. Fakat bin kişi, bir milyon kişi, bin kent, eğer kendilerini tek bir kişiye karşı koruyamıyorlarsa bu korkaklık değildir… Öyleyse korkaklık sıfatını hak etmeyen, kendine uyabilecek aşağılık bir ad bulamayan ve doğanın onu yarattığı dilin de onu adlandırmayı reddettiği bu korkunç erdemsizlik nedir? ( La Boétie, 1995: 23)

İşte La Boétie Söylev‘de bu erdemsizlik bağlamında iki soru üzerinde durur; toplumun niçin bölündüğü, bu talihsizliğin niçin olduğu? Ve diğer sorusu ise, insanlar doğallıktan uzaklaştıkları halde bu durumdan neden vazgeçmiyorlar ve neden eşitsizliğin sürekli yenilenmesine göz yumuyorlar?

La Boétie, birinci soruya, doğaya karşıt bir durum olduğundan “irrasyonel”olarak bakar ve irrasyonelin akılla kavranması olanaksız olduğundan bu durumu talihsizlik olarak nitelendirip pek üzerinde durmaz. Sadece bu durumun hile ve zor ile gerçekleştirilmiş olabileceğini belirtir. O’nun için asıl mesele, ikinci sorununun cevabını bulmaktır. Söylev‘de yapmaya çalıştığı budur: Gönüllü kulluğun nasıl sürdürüldüğünü analiz etmek.

Bu noktada La Boétie’nin Machiavelli ile olan benzerliğine ve farklılığına değinmek yararlı olacaktır: “ Pierre Mesnard, La Boétie ile Machiavelli’nin görüşlerinin karşıt yönlere doğru gelişmekle birlikte aynı ilkeden kaynaklandıklarını belirtir, gerek Machiavelli, gerek La Boétie için otorite ancak uyrukların kabul etmesiyle kurulur. Fakat ilki prense uyruklarının rızasını zorla elde edebileceğini öğretirken, diğeri halka reddetmesinin ne denli güçlü bir şey olduğunu gösterir.” (Ağaoğulları&Köker, 1997: 263) Machiavelli siyasal iktidarın varlığını prensin volontarizmine(istenççiliğine) bağlarken, La Boétie bunun tam tersine, halkın volontarizmine bağlar. Söylev‘i okuduğumuzda La Boétie’nin karamsar bir tutum sergilemesinin nedeni de esasen bu durumdur yani halkın bu istekliliğidir. La Boétie, halkın bu istekliliğini, gönüllü kulluğunu kitabında “iktidar olgusu”nu da sıkıştıran şu sorularla ele alır ve deyim yerindeyse halka çıkışır:

“… Size böylesine hakim olan kişinin iki gözü, iki eli, bir bedeni var ve herhangi bir insandan daha başka bir şeye sahip değil. Yalnızca sizden fazla bir şeyi var: o da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinizde nasıl iktidarı olabilir? Sizinle anlaşmadıysa sizin üstünüze gitmeye nasıl cesaret edebilir? Kendinize ihanet etmeseniz, sizi öldüren bu katilin yardakçısı olmasanız ve sizi yağmalayan bu hırsıza yataklık etmeseniz o ne yapabilir? Zarar versin diye meyvelerinizin tohumunu dikiyorsunuz. Hırsızlıklarınıza eşya sağlamak için evlerinizi doldurup döşeyip, kızlarınızı da şehvet tutkusunu tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz. Çocuklarınızı onlara yapabileceği en iyi şey olan savaşlarına götürsün diye, katliama götürsün diye, onları tutkularının uşakları ve intikamlarının uygulayıcıları yapsın diye büyütüyorsunuz. Derin haz duygularını incelikle ele alabilsin ve pis ve rezil eğlencelerinin içinde yuvarlanabilsin diye ölesiye çalışıp bitkin düşüyorsunuz. Onun daha güçlü ve sert olması ve böylece dizginleri daha da sıkması için kendinizi zayıflatıyorsunuz. Hayvanların bile sezinleyemeyeceği ya da katlanamayacağı tüm bu kötülüklerden kurtulabilirsiniz. Bunun için kurtulmaya çabalamanız gerekmez, yalnızca kurtulmak istemeniz yeterli olacaktır. Kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz demektir. Onu itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. Fakat yalnızca onu desteklemeyin; işte o zaman onun altından kaidesi çekilmiş bir Colosse
[5] gibi tüm ağırlığıyla düşüp parçalandığını göreceksiniz.” (La Boétie, 1995: 28-29)

Yukarıda aktarılanlar La Boétie’nin çok yönlü bir iktidar çözümlemesine giriştiğini göstermektedir. İktidarın sürdürülmesinde salt baskının işe yaramayacağını, ve baskının yanında rıza faktörünün de önemli olduğunu belirten ve bu rızanın halktan tirana (devlete) doğru olduğunu belirten La Boétie, bu akımın bozulması için halka kulluk etmemeye karar vermeleri gerektiğini ve ancak o zaman özgür olabileceklerini belirtir. Ancak O, bu durumun zor olduğunun da farkındadır. Söylev’in bu noktada karamsar bir kitap olarak nitelenmesinin nedeni de iktidar ilişkilerinin La Boétie’ye göre özgürlüğü sağlayacak bir alan bırakmamasıdır. O, özgürlük için doğan tek varlık olan insanın bu bağımlılık ilişkisine nasıl alıştırıldığı ve daha sonrasında bunu kendisinin isteyerek sürdürdüğü gerçeğini çözümlemeye çalışır. Bu noktada ise bu yapının sürdürülmesini sağlayan iktidarların kullandığı önemli bir araçtan bahseder, o araç “eğitim”dir.

“Halk bir kere kulluklaşmaya görsün, özgürlüğü öylesine unutuyor ki, artık onun uyanıp yeniden özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksız oluyor. Üstelik halk çok içten ve istekli bir biçimde kulluk( hizmet) ediyor. Bu durumu gören, onun özgürlüğünü değil de köleliğini kaybettiğini sanır. İlk başlarda kuvvetle alt edilmişlikten dolayı ve zorlama nedeniyle hizmet edildiği bir gerçek. Fakat bundan sonra gelen kuşak, özgürlüğü hiç görmeyip tanımadığından dolayı, pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir. Boyunduruk altında doğan insanlar kulluk, kölelik içinde büyütülüp eğitilirler. Bu insanlar daha ileriye bakmadan, doğdukları gibi bir yaşamı sürdürmekle yetinirler ve bulduklarından başka hakları ve malları olabileceğini düşünmemelerinden de öte, doğumlarındaki durumu doğal durumları olarak kabul ederler…” (La Boétie, 1995: 36)

İnsanın eğitim ile şekillendirilip iktidar ilişkileri bağlamında öğütülebileceğini belirten La Boétie, iktidarın sürdürülmesi için bu durumun bir sürece yayılarak uygulandığını ve ilmek ilmek örüldüğünü belirtmiştir. Bu işlemin gönüllü kulluğun sürdürülmesinde temel bir faktör olduğunu belirtmektedir. O, kulluğa zor ve eğitim aracılığı ile alıştırılıp özgürlüğü unutanların, bilmedikleri bir şeyden dolayı yakınmayacaklarını belirtir. Söylev’de La Boétie’yi karamsarlığa iten düşünce de belki burada düğümlenmektedir.

“…Hiç bir zaman bilmediğimiz bir şeyden dolayı sızlanıp yakınmayız; üzüntü, pişmanlık, ancak hazdan sonra ve her zaman geçmiş sevincin anısının ardından gelir. İnsanın doğal özelliği özgür olmak ve özgür olmayı istemektir; fakat doğası öyle bir biçimde yapılmıştır ki, doğal olarak insanın doğal özelliği, eğitimin kendisine verdiği biçimi alır.” ( La Boétie, 1995: 41)

La Boétie, bu eğitim süreci boyunca insanın biçimlendirilip “kazandığı” gönüllü kulluğu ve bu durumdan rahatsız olunmamasını şu benzetmeyle açıklamaktadır:

“… gönüllü kulluğun ilk nedeninin görenekler olduğunu belirtebiliriz. Kulakları ve kuyrukları kesik en cesur atlar, ilk önceleri gemi azıya kalır, fakat daha sonra buna alışırlar; bir zamanlar eyere saldırırken, şimdi koşum takımları içinde gururlu ve kibirli bir şekilde dolaşırlar. İnsanlar da bu atlar gibi, her zaman kul olduklarını ve babalarının da kendileri gibi yaşadıklarını söylerler. Geme katlanmakla yükümlü tutulduklarını düşünürler ve zamanla onlara tiranlık eden kişilerin tiranlığı kendilerine mülk edinmelerini sağlarlar.” (La Boétie, 1995: 42)

Yukarıdaki bütün bu olumsuz açıklamalara rağmen La Boétie, her devirde diğer insanlardan daha iyi doğmuş bazı kişilerin bulunduğunu ve bu kişilerin bütün bağımlılık ilişkilerine rağmen, özgürlük yeryüzünde tümüyle yok edilse bile özgürlüğü düşleyerek yaşayacaklarını ve hala onun tadını duyarak diğer insanların aksine kölelik iktidar tarafından ne kadar süslenirse süslensin, buna teslim olmayacaklarını belirtir.

La Boétie, çok ilginç bir şekilde Söylev’de, gönüllü kulluğun iktidar tarafından yerleştirilip sürdürülmesinde, toplumun nasıl bir hiyerarşik ağ ile örüldüğünü belirtir. Ve sanki kendinden çok sonra gelişecek olan burjuva toplum yapısının “bürokratik” yapısını belirtir gibidir. La Boétie’nin çağını aşan düşüncesi burada da devreye girer:

“…Tiranı koruyanlar atlı insan bölükleri, yaya insan sürüleri ya da silahlar değildir. İlk bakışta inanmak istenmez, fakat gerçektir: Tirana destek olan ve tüm ülkeyi kulluk altında tutan hep dört ya da beş kişidir. Her zaman için beş ya da altı kişi tiranın gözüne girmiş, gerek kendilerinden gelen istekle, gerek tiranın çağırmasıyla ona yaklaşmış ve böylece gaddarlıklarının, eğlencelerinin yoldaşı, zevklerinin pezevengi ve yağmaladıklarının ortağı olmuşlardır… Bu altı kişinin de çıkar sağladıkları altı yüz kişisi vardır. Altı kişi tirana ne yapıyorlarsa, bu altı yüz kişi de altı kişiye aynı biçimde davranır. Bu altı yüz kişi, buyrukları altında altı bin kişiyi tutar; kendilerinin para hırslarında ve gaddarlıklarını uygulamalarında yardımcı olmaları, gerektiğinde bu gaddarlıklarını uygulamaları için ve öylesine çok kötülük yapsınlar ki ancak kendilerini yasa ve ceza araçlarının sayesinde koruyabilsinler diye bu altı bin kişiye, toplumsal konumlarını yükselterek, ya eyaletlerin ya da maliye işlerinin yönetimini verirler. Bunlardan sonra gelenler çok daha kalabalıktır. Bu ağı çözmeye kalkışacak kişi, Homeros’ta zinciri çekerek tüm tanrıları kendi yanına getireceğiyle övünen Jüpiter gibi, tirana da bu ipin yardımıyla altı bin kişi değil, fakat yüz binlerin, milyonların bağlandığını görecektir…” (La Boétie, 1995: 58)
[6]

La Boétie’ye göre bu ilişkiler ağı siyasal iktidarın sürdürülmesini sağlar. Bu ağ ile her kişi kendi bulunduğu konumundaki köleliğinin farkına varmadan, kendini “küçük bir tiran” olarak görür ve bir alt basamağında bulunan kişiye ona göre davranır. Alt basamağında bulunan kişiyi yönlendirmesi, ona emirler vermesi, onun sanki özgürmüş gibi bir duyguya kapılmasına neden olur. Ve bu sahte özgürlük, bu yapının sevilmesine neden olur. Gönüllü kulluğun sürmesinin de can alıcı noktası burasıdır. Kulluğun sürmesini isteyenler, başkalarının üzerinde egemenlik kuran “tirancıklar”dır. Siyasal iktidarın yönetim sanatı da burada devreye girer. Toplumu öyle bir hiyerarşik ağ ile örmüştür ki, insanlar birbirleri üzerinde egemenlik ilişkileri kurmuş ve perde arkasından bu ilişkileri yönetmeyi sürdürmüştür. La Boétie, böyle bir tabloda, halkın herhangi bir olumsuzlukta tiranı değil, kendini yönetenleri suçladığını belirtmektedir. Bu durum yönetim sanatı bağlamında hedef saptırmadır. Halk ayaklansa bile yaratılan hiyerarşik ağdan dolayı hedefini net seçememekte ve baskıcı siyasal iktidarlar varlığını sürdürebilmektedir.

Yukarıda belirtilen ilişkiler ağı insanlar arasındaki ilişkileri de olumsuz etkiler ve güvensizlik ortamı oluşturur ve bu ortam iktidarın beslendiği bir ortamdır. Bu durumu Pierre Clastres çarpıcı bir biçimde ele almaktadır:

“…Tiranı sevmek gerekir. Yeterince sevmemek yasayı çiğnemek anlamına gelir. Herkes yasaya saygı gösterir, herkes geleceğini yasaya bağlılığında görebilir. Yasa sevgisi -özgürlük korkusu- uyruklardan her birini prensin bir suç ortağı yapar: Tirana boyun eğmek uyruklar arasındaki dostluğu sona erdirir.” (Clastres, 1992: 126). İktidar ilişkilerini otoriterlik bağlamında çözümleyen düşünürlerin, dostluk anlayışları da herkesin algıladığı dostluk ilişkisinden farklıdır. La Boétie ile Clastres’in dostluk anlayışları arasındaki paralellikler açıklıkla görülebilir. La Boétie, “adaletsizliğin olduğu yerde dostluk olamaz” derken Clastres, “ eşitlik yalnızca dostluk ister, dostluk yalnızca eşitlik içinde gelişir” demektedir. İktidarın otoriter açıdan eleştirisini verenlerin bu açıdan ortak sonuçlara ulaşmaları gayet normaldir. Ve bu yaklaşımlardan, günümüzdeki insani ilişkileri çözümleme ve bu ikili ilişkilerdeki hegemonyayı eleştirme anlamında yararlanabiliriz. Belki böylece dostluk sözcüğüne hak ettiği anlamı geri verebiliriz…

Söylev’de La Boétie, bütün bu olumsuzluklardan kurtulmak için hazır reçeteler sunmaz. O’nun bu kitapta yaptığı daha çok, gönüllü kulluğun sağlanmasında ve sürdürülmesinde iktidarın yarattığı o hegemonik yapıyı çözümlemektir. Ancak O yine de bu durumdan kurtulmada umudunu, her dönemde diğer insanlardan daha özgür doğan ve köleliği kabul etmeyen, bağımsız insanların – aydınların- mücadelesine bağlar. Ve hatta aydınların bazı radikal eylemlere girişip insanların zihninde soru işaretleri oluşturmalarını salık verir gibidir. Çünkü O gerçek kurtuluşun halkın zihninde bir “kültür devrimi” yaratarak gerçekleşebileceğini düşünmektedir. La Boétie, yazmış olduğu eserle günümüzdeki otoriter rejimleri eleştirme anlamında da bize ışık tutmaktadır. O sanki, “düşmanını yenmek için ilk önce onu tanımak gerekir” ilkesi doğrultusunda eserini yazmış ve bu doğrultuda hegemonik ilişkileri çözümlemiştir. Çünkü despot rejimlerden kurtulmak için ilk önce onun yarattığı hiyerarşik ilişkileri çözümlemek gerekir. Bu tarih boyunca, özgürlüğü için despot rejimlere karşı mücadele eden halkların başarmak zorunda oldukları zor ama en önemli işlerden biridir. Ve bu durum günümüzdeki kapitalist sistemde, onun yarattığı otoriterliklere karşı mücadele eden halkların da ele alması gereken önemli bir konudur. Gerçek demokrasi ancak böyle bir çözümleme ile tesis edilebilir. Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev bu anlamda tekrar tekrar dönüp okunması ve dersler çıkarılması gereken bir kitaptır. 16. yüzyıldan, günümüzdeki siyasal sorunların can alıcı noktasına değinen önemli bir kitap bırakan La Boétie bu anlamda çok özel bir yere sahiptir.

Etienne de La Boetie'nin "Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev" kitabı, günümüz Türkiye'sini anlamak için nısbi de olsa bazı veriler sunmaktadır. Spinoza ile La Boetie arasındaki bazı çözümlemelerin benzerliğine odaklanırsak sorunu daha iyi anlayabiliriz. İlginç bir şekilde Spinoza da Teolojik-Politik İnceleme kitabındaki şu alıntı La Boetie'nin yazdıklarını anımsatır:

"Monarşik yönetimin en büyük sırrı ve tüm çıkarı, insanları aldatmakta ve onları dizginlenmesi gereken korkuya din maskesi takmakta yatar. Onlar böylece, sanki kurtuluşları için savaşıyormuşçasına, köleleşmek için savaşırlar. Tek bir adam kibirlenebilsin diye kanlarını ve canlarını vermeyi bir utanç değil de, en büyük onur sayarlar. Ama, tersine, özgür bir devlette, bundan daha uğursuz bir şey ne hayal edilebilir, ne de denenebilir." (Spinoza, 2010: 45)

Laurent Bove'de insanların köleliğe düzen kaygısıyla kaydıklarını, ama tam da bu düzenin Arzu'ya karşı bir düzen olduğu için köleleştiklerini belirtir. Aslolanın Düzen'le Arzu arasındaki uyumun gerçekleştiği bir yaşantı oluşturmaktır.

Günümüzde yaşanan olaylara baktığımızda bu kitaplar özgürlük üzerine halen dersler vermektedirler. Evet, sorun sadece teolojik değil, sadece politik de değil, sorun gerçekten de teolojik-politik bir meseleye bürünmüş halde. Hatta günümüz Türkiye’sinde sorun, teolojik-politik kavgaya bürünmüş ekonomik çıkar savaşları şeklinde cerayan etmektedir. Bu noktada bir parantez açıp, Frederic Lordon'a da değinmek gerekiyor. Frederic Lordon da günümüz neoliberalizminin insanı büründürdüğü hali, "duygusal kölelik" olarak tanımlamaktadır. Arzuları efendinin (patron, üniversite hocası, eş...) arzusuna göre şekillendirilmiş "duygusal otomatlar"dan oluşan toplum gerçekliği... Bu zinciri kırmak oldukça zor, çünkü toplum suç ortaklarından oluşturulmuştur. En zayıf halka kesilip atılır, toplumdan sürgün edilir, kapatılır...

__________________

[1] “Hegemonya” siyasi literatürde Gramsci’ye atfedilen ve siyasal olgunun sadece devlet katında değil, esasen tüm toplumsal ilişkileri kapsadığını ifade eden bir kavramdır. Söylev‘de La Boétie’nin ele aldığı konu bu kavram etrafında döndüğünden burada kullanılmıştır.

[2] Bu noktada bir parantez açıp La Boétie ile Montaigne’nin dostluk anlayışına değinmek faydalı olacaktır. La Boétie’nin dostluk anlayışı günümüz açısından da önemli dersler çıkarmamız gereken bir yaklaşıma dayanır: “… Kutsal bir sözcük, aziz bir şey olan dostluk yalnızca iyi insanlar arasında bulunur ve karşılıklı saygı ile kurulur; yapılan bir iyilikle değil de daha çok iyi bir yaşamla sürdürülür. Bir kişiyi başka birisinin güvenilir dostu kılan, onun doğruluğunu kavrayıp, güvencesine sahip olması ve onun iyi doğal yapısını, dürüstlüğünü ve tutarlılığını bilmesidir. Gaddarlığın, namussuzluğun, adaletsizliğin olduğu yerde dostluk olamaz. Kötüler kendi aralarında toplanınca bu bir komplo olur yoksa bir arkadaş topluluğu değil. Birbirleriyle konuşmazlar, fakat birbirlerinden çekinirler. Dost değil suç ortaklarıdırlar.” (La Boétie, 1995: 65) Siyasal iktidarın yarattığı zorbalıkları, bağımlılık ilişkilerini çözümleyen La Boétie’nin dostluk anlayışı da görüldüğü gibi bu alandaki eleştirisiyle paraleldir. Girişte de belirttiğimiz gibi Denemeler’in “Dostluk Üzerine” kısmını La Boétie’nin anısına adayan Montaigne, bu yazısında bizi dostluk üzerine düşünmeye sevk etmektedir: “ Bizim dostluk dediğimiz, ruhlarımızın beraber olmasını sağlayan bir rastlantı ya da zorunlulukla edindiğimiz yakınlıklardır. Benim anlattığım dostlukta ruhlar o kadar derinden uyuşmuş, karışmış ve kaynaşmıştır ki, onları birleştiren dikiş silinmiş ve artık görünmez olmuştur. O’nu niçin sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak şöyle anlatabilirim sanıyorum; çünkü o, o idi; ben de bendim.” ( Montaigne, 2011:56) La Boétie’nin ölümüne derinden üzülen Montaigne aynı yazıda O’nun ardından kederini şöyle paylaşmıştır: “ Artık onsuz, yorgun ve bezgin sürüklenip gidiyorum. Tattığım zevkler bile, beni avutacak yerde ölümünün acısını daha fazla arttırıyor. Biz her şeyde birbirimizin yarısı idik; şimdi ben O’nun payını çalıyor gibi hissediyorum.”… “ Her işte O’nun yarısı olmaya o kadar alıştım ki şimdi yarım bir varlık gibiyim, ne yapsam ne düşünsem O’nun eksikliğini duyuyorum. Eminim O da benim için aynı şeyleri hissederdi. Çünkü O, bütün değerlerinde olduğu gibi dostluk duygusunda da benden kat kat üstündü”. (Montaigne, 2011: 57) Montaigne ve La Boétie arasındaki bu dostluk ilişkisi, günümüzdeki “dostluk” ilişkilerini çözümlemeye dair bir mihenk taşı, bir referans noktası olabilir. Ve bu referans noktası dönüp kendimizi sorgulama anlamında bize yol gösterebilir. Özellikle La Boétie’deki dostluk anlayışı belli bir politik eleştirinin sonucunda oluşmuştur diyebiliriz. Yani insanlar arasındaki ilişkileri siyasal iktidarın etkileme gücü bağlamında eleştiri süzgecinden geçiren La Boétie, adaletsizliğin olduğu yerde dostluk olamaz derken, siyasal iktidarın ikili ilişkileri ( olumsuz anlamda ) etkileme gücünü kasdetmektedir. Söylev’i incelediğimizde bu durum açıklıkla görülecektir…

[3] Bu açıklananlara baktığımızda La Boétie’nin yapıtındaki görüşleri siyasal yaşamında uygulamadığını görüyoruz. Ancak bu durum yapıtın değerini azaltmaz. Bu durumun nedenini Mehmet Ali Ağaoğulları şöyle yorumlamıştır : “… Söylev dikkatlice incelendiğinde, La Boétie’nin yapıtını kendinden emin, düşüncelerinin yakın bir gelecekte uygulanacağına güvenen bir tonda yazmadığı görülür. Söylev bir bakıma, güzel bir ideale sahip, ancak tarihsel koşulların bunun gerçekleşmesine olanak vermeyeceğini sezen genç bir aydının çaresiz tutumunu yansıtır. Gerek kişiliği ve toplumsal çevresi, gerekse Fransız siyasal çatışmalarının keskin boyutları, La Boétie’nin düş dünyasına dalıp ütopyaya kaymasını önlemişlerdir. Bundan dolayı bu genç aydın, moral bir başkaldırıya sığınmış ve görüşlerini kağıt üzerine dökmekle yetinmiştir…” ( La Boétie, 1995: 13)

[4] “Siyasal iktidarların özü baskıcıdır ve tarihin her döneminde böyle olmuştur” gibi bir önerme özellikle etnolojik ve antropolojik çalışmalar ile yanlışlanmıştır. Örn. Fransız Antropolog Pierre Clastres, bugüne kadar var olan bütün toplumların siyasal iktidara sahip olduklarını belirtmiştir. Ancak bu siyasal iktidarın, toplumdan ayrı bir yapılanma oluşturup oluşturmadığına göre “baskıcı” ve “baskıcı olmayan” olmak üzere ikiye ayrıldığını söylemiştir. Baskıcı siyasal iktidar, O’na göre devletin ortaya çıkmasıyla oluşmuştur. ( ayrıntılı bilgi için Pierre Clastres’in “Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu” ve “Devlete Karşı Toplum” adlı eserlerine bakınız) Ancak La Boétie’nin içinde bulunduğu koşullarda bu tarz etnolojik ve antropolojik çalışmaların olgunlaşmaması, onun bu durumunu makul karşılamamız için geçerli bir sebep olabilir.

[5] Rodos’daki koca Apollon heykeli.

[6] La Boétie, devleti ifade etmek için “ République” (res publica) yani “kamusal olan” sözcüğünü kullanır. Bu nedenle belirtilen alıntıda “tiran” yerine “devlet” kelimesini kullanabiliriz. Bu iki sözcük La Boétie için birbirine denktir. Bu yazının tümü boyunca tiran sözcüğü ile devlet sözcüğünü yer değiştirdiğimizde günümüzdeki siyasal yapıları çözümleme anlamında daha sağlıklı açıklamalar yapabiliriz.


Kaynakça :
– Ağaoğulları, Mehmet Ali& Köker, Levent, Tanrı Devletinden Kral Devlete, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2008
– Boétie, Etienne de La, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1995
–Clastres, Pierre, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu, Ayrıntı Yayınları, 1992
- Montaigne, Denemeler, İstanbul, Sis Yayıncılık, 2011
- Spinoza, Benedictus, Teolojik - Politik İnceleme, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2010


dizin    üst    geri    ileri  

 



 13 

 SÜJE  /  Anıl Yıldız  /  otuz mayıs iki bin on yedi  / 22