Hac yollarına düşmeye kesin olarak karar verdiğimi dosta düşmana ilan
ettiğimde, bekleneceği üzere bucağımdan hiç kimse samimiyetime ve
ciddiyetime biraz bile inanmadı. Bunun yersiz, zamansız, hatta ahmakça
bir şaka olduğunu düşündüler. Kız arkadaşımın dediğine bakılırsa,
tanıştığımızdan bu yana kendisine yaptığım başarısız, biraz bile komik
olmayan ilk şakaymış bu; ne yalan söylesin, onu çok şaşırtmışım. Benden
önceki salak erkek arkadaşı bile bunca anlamsız bir espri yapmamış o uzun
ve sıkıcı birliktelikleri boyunca… Oysa hiç de şaka falan yapıyor
değildim ben; sağlam bir pusula edinmiş, eski, öğrencilik yıllarımdan
kalma yer yer silik bir dünya haritası üzerinde gerekli tüm araştırmaları
özenle gerçekleştirmiş, notlarımı almış, Allah’ın (?) izniyle ilk fırsatta
yola koyulmaya kesin olarak niyetlenmiştim. Tamam, kabul ediyorum,
tescilli bir agnostik olduğum için böyle bir karar vermiş olmam ilk
bakışta gerçekten de soğuk bir şaka, saçmalığın dik alası ya da bir
delilik alameti gibi görünüyor, çalışkan, akıllı halkım tarafından haklı
olarak yadırganıyordu. Bunca açık bir gerçeği inkâr edecek değilim şimdi.
Üstelik birdenbire hidayete erdiğim, hemen ardından bu umulmadık kararı
aldığım da söylenemezdi hiç… Ama alt tarafı bir yolculuğa çıkmak,
milyonlarca insan ve karınca tarafından kutsal olduğuna inanılan
toprakları dünya gözüyle keşfetmek için neden mutlaka bir ‘’mümin’’
olunması gerektiğini de bir türlü anlayamıyordum doğrusu. Benimki tümüyle
turistik bir seyahat olacaktı. İnsanlar bu etkinliğe yüzyıllar evvel bir
ad yakıştırmışlar, bunu bir tür ibadet - ibadetlerin en zorlusu- olarak
benimsemişlerse benim buna karşı yapabileceğim bir şey yoktu. Hacca giden
agnostik bir karınca olmak fikri bana yoğun bir mutluluk hissi ve neşe
veriyordu sonuçta.
Şaka yapmadığım anlaşılınca, yine umulacağı üzere bu kez de dört bir
cepheden beni kararımdan vazgeçirme girişimleri başladı. Ben kimmişim,
hacca gitmek kimmiş… Tarihte hangi karınca böyle bir yolcuğu yüzünün
akıyla tamamlamış da sevdiklerinin kollarına, baba ocağına bir zafer
duygusuyla ve sevinç gözyaşları içinde sağ-salim geri dönmüş acaba; hacca
gitmenin, biz pek mübarek ama aciz karınca kavmine farz olduğu sonucuna
nasıl bir hesapla, ne zaman ulaşmışım? Acaba hayatım boyunca toplam bir
kilometre yol kat etmiş miyim ki, bulunduğumuz noktadan kim bilir kaç bin
kilometre uzaklıktaki kutsal toprakları böyle kolayca gözüme
kestirebilmişim? Bu durumda beni bir akıl hastanesine kapatsalar yeriymiş
vs, vs... Artık nasıl olduysa, bu ağır sözlerin hiçbiri beni biraz bile
incitmedi, kızdırmadı da, kız arkadaşımın, sevgili sevgilimin delice
kararımdan derhal vazgeçmemem halinde, bir daha zinhar geri dönmemek
üzere beni terk edeceği, belki de eski, kendine hâlâ yeni bir kız arkadaş
bulamamış salak erkek arkadaşıyla alelacele evleneceği tehdidi karşısında
kanım dondu, nutkum tutuldu, ne diyeceğimi hiç bilemedim. Çok güzel,
zeki, sevecen bir dişi karınca idi; belki de koca koloninin en güzeli,
alımlısı. Benim gibi sünepe, hafif geçkince, edebiyattan başka hiçbir
şeyden anlamayan ve hazzetmeyen çirkin bir karıncada ne bulmuştu da
durduk yere çıkma teklif etmişti, hiç bilmiyorum. Belki, keskin gönül
gözü ile bendeki bu gizli cevheri, iflah olmaz kahramanlık, serüvencilik
eğilimini erkenden keşfetmişti ama şimdi nedense aynı cevher yüzünden
beni kınıyor, sorumsuzlukla, kendini bilmezlikle, heyecan ve zevkle yuva
kurma hazırlıkları yapmak dururken, başımı alıp yaban ellere gitmekle,
dönüşsüz yolculuklara çıkmakla suçluyordu.
Kim ne derse desin kararımdan dönecek değildim ben. İnatçılığın zaaf
değil bir tür meziyet olduğu kanısındaydım. Eskiden beri -yanlış olsalar
bile- artık bir kez vermiş bulunduğum kararların arkasında sapasağlam
durmak zorunda hissederdim kendimi. Erişkin bir karınca olarak kimse bana
ne yapacağımı ya da yapmayacağımı söyleyemezdi. Üstelik tarihte, benden
önce hacca gitmeye ya da örneğin sırf safı belli olsun diye firavunların,
zındıkların(?) çıkardığı devasa yangınlara kısıtlı kapasitesince su
taşımaya niyetlenen mübarek karıncalardan bahsedilmiyor da değildi.
Tamam, belki hiçbiri mukaddes olduğunu düşündüğü bu ibadet yolculuğunu
tamamlayamamıştı; hatta bazıları, daha bulundukları bucağın mütevazı
sınırları dışına bile çıkamadan minik gözlerini bu güzelim dünyaya
yummuşlardı. Ama bana göre onların her biri birer gizli kahramandı ve de
galip sayılırdı bu yolda mağlup…
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kararımın hiç de akıllıca olmadığını,
kesinlikle geri dönemeyeceğimi, çok geçmeden cılız bir çayda ya da ufacık
bir tümsekte elim bir kaza neticesinde veya ecelimle can vereceğimi,
sevgilimin incecik belini bir daha sıkı sıkı saramayacağımı, yaşlı
antenlerimi yârimin o ince uzun, harika büklümlerle hiç durmadan
kıvrımlanan ışıltılı antenlerine şehvet ve huzurla dolayamayacağımı ben
de herkes kadar biliyordum. Başka deyişle, bunun soylu fil ya da
balinalarınkine benzer bir intihar yolculuğu olduğunu, kafama sıkmaktan
bir farkı bulunmadığını, tek ayrımın şakağım ile namlu arasındaki
mesafenin biraz daha uzun olmasından ibaret sayılacağını bal gibi de
görüyordum. Ama bunu bilmem neyi değiştirirdi ki? Bucağımdan ve
hayatımdan fazlasıyla sıkılmıştım. Tamam, belki görünüşte de, gerçekte de
çok mutluydum. Bütün hayallerimi gerçekleştirmiş, maddi ve manevi
zenginliklerle her türlü esrikliği doyasıya yaşamıştım. Ama işte en
sonunda rahat bana batmıştı, başımı belaya sokmanın, kendimi zehirlemenin
mükemmel bir yolunu kolayca bulmuştum.
Dramatik sahnelerden hiç hoşlanmam. Bu yüzden hac yolculuğuna gizlice
çıkmaya, sevdiklerime şifahen ve onlara dokunarak değil de birer mektup
aracılığıyla veda etmeye karar verdim. Zaten mektup yazma konusunda son
derece başarılıydım. Bucağımızdaki genç erkeklerin yarısına yakını, kız
arkadaşlarını benim tutkulu, romantizm dolu satırlarım sayesinde baştan
çıkarıp elde etmişti. Her yıl verilen edebiyat ödülünü son on yıldır
benden başka hiç kimse kazanamamıştı. Üstelik bu akıl almaz başarıyı,
bazı yıllar hemen hiçbir şey kaleme almadan elde etmiştim. Bu yüzden,
bazı yeteneksiz ama muhteris kalemşorlar, benim artık seçici kurul
başkanlığına getirilmem, bu yolla yetenekli gençlerin önünün açılması
gerektiği fikrini savunur olmuşlardı ki, bu tez, son yıllarda bana bile o
kadar da mantıksız görünmüyordu.
Biri sevgili anne babam ve kardeşlerim, bir diğeri gerçekten değerli
dostlarım ve sonuncusu da güzeller güzeli kız arkadaşıma hitaben olmak
üzere üç dokunaklı mektup yazıp kapılarının önüne sessizce ve sonsuz bir
keder duygusu eşliğinde bıraktıktan sonra, henüz daha gün doğmadan
çıkınımı sırtıma vurup yola koyuldum. Hava son derece serindi ama bu bile
şevkimi kırmıyor, keyfimi kaçırmıyordu. İşte, sonunda ilk kez gerçek bir
serüvenin eşiğindeydim. Bir mucize olup da Kâbe’ye ulaşmayı başarırsam
tarihe geçecektim. Hikâyem dilden dile, nesilden nesile hayret ve
hayranlıkla aktarılacaktı. Hatta belki, daha şimdiden gözümde tüten
sevgili bucağımın meydanına küçük bir heykelimi bile dikerlerdi.