FOTOĞRAF / METİN

Semih Özcan  







İÇİMDEKİ ‘ÖTEKİ’ : TARLABAŞI /  6


"SINIRLARINDA HAYATLARIN BİRBİRİNE TEĞET GEÇTİĞİ SEMT"




‘"Sait Faik Beyoğlu’nda, çokluk ikindi üstleri görünür.

Gece yarılarına değin de oradan çıkmaz.

Bir kahvehaneye dalar. 15-20 dakika sonra başka bir kahve,bir meyhane, bir sergi, geceleri sinema, pek pek bir tiyatro ya da yine bir meyhane. Bu süre içinde de İstiklal Caddesi’nde bir sürü gitmeler, gelmeler. Avuç dolusu volta.

Anadolu Pasajı’ndaki Mehdi Baba’nın çayevinden Nisuaz, Petrograd, Moskova’ya doğru girip çıkmadığı kahve, Nektar’dan Tuna, Balkan, Orman, Cumhuriyet, Özcan’a değin uğramadığı meyhane kalmaz. Kimi günler de alasabah, İstanbul’u fellik fellik dolaşmaya çıkar. Beyazıt’ta havuz başına tünemişse ‘Havuz Başı’ öyküsünü, Boğaz’a sarkmışsa ‘Menekşeli Vadi’yi, Yedikule’den dışarı çıkmışsa ‘Sur Dışı Hayat’ı yazar. Bu ara yolda, sinema önünde, otobüste, köprü üstünde, vapurda, Yüksekkaldırım’da, Gülhane Parkı’nda, ne bileyim bir dükkanda ya da İstanbul’un en kıyıda köşede kalmış bir yerinde rastladığı insanları da kollarından tutup öykülerini sokuşturur."


Salah Birsel, ‘Ah Beyoğu Vah Beyoğlu’ kitabında Sait Faik’i bu sözlerle anlatır.

Doğrudur, Sait Faik İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Hatta İstanbul’u bile arada bir dolaşır. Çokluk, tüm yaşamı Burgaz’la Beyoğlu çevresi arasında geçer. Geçer geçmesine ama, öykücülüğümüzde belki de en çok farklı karakter, farklı yaşam tarzları onun öykülerinde görülür. Okurda, son derece zengin bir gezme ve gözlem izlenimi, tadı bırakır.

İşte bu Beyoğlu ve çevresinin kendine özgü motifinden gelir. Baştan beri anlatmaya çalıştığım; Beyoğlu, Galata ve Pera’nın farklı kültürlerin, farklı yaşam tarzlarının ve her kesimden insanın yaşadığı kozmopolit bir bölge olduğunun en güzel kanıtı Sait Faik’in öyküleridir. Sadece Sait Faik de değil, 40’lardan günümüze dek çok sayıda yazarın, şairin mutfağında piştiği bölge Beyoğlu’dur. Ve İstanbul’da şimdiye değin çıkan dergilerin hemen tamamı da her ne değin basıldıkları yer nedeniyle adres olarak çokluk Babıali’yi verseler de, aslında Beyoğlu’nun, Galata’nın bu meyhanelerinde, kahvehanelerinde basıma hazırlanır.



Nazım Hikmet,Yahya Kemal,Fikret Adil, Mina Urgan, İlhan Berk,Attila İlhan, Abidin Dino, Bedri RahmiFikret Mualla, Nurullah Ataç,Niyazi Berkes, Fikret Adil, Orhan Arıburnu, Salah Birsel, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Mücap Ofluoğlu, Oktay Rıfat, Rıfat Ilgaz, Samim Kocagöz, Sabahattin Kudret, Necati Cumalı, Suat Taşer, Hasan İzettin Dinamo, Vala Nurettin, Faruk Nafiz, Sabahattin Eyuboğlu, Yakup Kadri, Elif Naci, İbrahim Çallı, Sabahattin Ali bu ‘okulun’ tedrisatından geçen gedikli öğrencilerinden yalnızca birkaçıdır.

İnternette dolaşırken nedense adını yazmamış bir kişinin Tarlabaşı üzerine yazdığı küçük bir not, tanım gözüme ilişti. Tarlabaşı’nı ve Beyoğlu çevresini bundan güzel hiçbir söz anlatamaz. Ki bu söz aslında aynı zamanda Sait Faik gibi Beyoğlu’nda pişen birçok yazarın neden karakter ve anlatım açısından bunca zengin olduğunun da ipuçlarını veriyor.

‘’Tarlabaşı: Sınırlarında hayatların birbirine teğet geçtiği semt.’

Tarlabaşı’nın ve oradan çıkarak tüm Beyoğlu bölgesinin zenginliği buradan gelir işte. Her türden yaşamın sınırlarında dolaşırsınız.



Bu bölgenin başlangıçta yabancı konsoloslukların, şirketlerin barındığı mekan olması nedeniyle, Avrupa’ya açılan, kapanmayan bir pencere olması nedeniyle birçok yeniliğin ve dolayısıyla da farklı kültürlerin etkileşimi sonucu muhalif kimliğini her zaman koruduğunu belirtmiştim. Bu durum kahvehane, meyhane gibi toplu mekanlar için de geçerlidir.

Kahvehane kültürü bir şark kültürüdür. Batıdaysa kahvehaneler daha farklıdır. Biraz kahvehane, meyhane karışımı, içinde her türlü içeceğin hatta hafif çaplı yiyeceğin olduğu, kitap, dergi gibi geniş çaplı külliyata sahip bir toplanma yeridir. İşte bu anlamdaki ilk kahvehane ve meyhane kültürünü Türkiye’ye getirip, iktidarların başına dert eden de yine Beyoğlu bölgesi olmuştur. O dönemde, Yazının girişinde Salah Birsel’in de belirttiği gibi gündemde olan meyhane ve pastahaneler, Kahvehaneler, içinde her türlü yayının barındığı, her türden kişilerin her türden tartışmalar yapabildiği birer toplanma yeridir aslında. Bu anlamdaki ‘kahvehaneler’ de devletin dışında birer örgütlenme yeridir. Serdar Öztürk’ün ‘Cumhuriyet Türkiyesinde kahvehane ve İktidar’ kitabında da çok güzel belirttiği gibi, ‘kahvehaneler, İstanbul’da ilk kurulduğu tarihten başlayarak [ buna tüm Türkiye’yi katabiliriz aslında] Türk toplumunun en önemli toplumsallaşma mekanlarından biri olmuştur. Bu çok önemli bir nokta. Çünkü toplumsallaşma ‘aile bağları ve iktidar yapılarının yerleştirdiği yapılar dışında, bir toplumun toplumsal bağları farklı biçimlerde yaratma ve yaşatma yeteneğidir.’



İlk kez Pera ve çevresinden başlayarak önce tüm İstanbul’a oradan da yurdun değişik yörelerine yayılan bu yeni tür kahvehaneler, sürekli olarak iktidarların da ana hedefi olmuştur. Nasıl olmasın; Osmanlı’da sarayla ilgili dedikodu ve ileri geri konuşmaların yapılabildiği tek yer buralarıydı. Bu durum cumhuriyetten sonra da değişmemiş, tüm siyasi düşüncelerin en çok söylenebildiği yerler bu mekanlar olmuştur. Siyasal iktidarlar önce denetim altına almaya çalışmışlar hatta kimilerinde, özellikle de Anadolu kasabalarında verilen içkiler, zaman zaman da oynanan kumarlar bahane edilerek kapatmaya zorlanmıştır. Burada içki ve kumar konusu ilginç. Aslında içki ve kumar yasaklanmıyor, sadece kahvehanelerde yasaklanıyor. Hatta öyle ki cumhuriyetin ilk yıllarında biliyorsunuz Milli Piyango v.b. oyunlar gibi ‘tombala’da devletin ‘Milli Tayyare Cemiyeti’nin izin ve denetimine bağlanıyordu. Yine kumar kahvehaneler’de zararlıydı ama denetimi daha kolay olan Anadolu ve şehir kulüplerinde hiçbir zararı yoktu. İçki konusu da öyle. Yasaklanmıyor ancak devlet denetimine veriliyordu. Yani içki öyle bir illetti ki, tek başına hiçbir zararı yoktu ama, ‘toplu yerlerde’ içilince birdenbire sağlığa zarar verebiliyordu.

Kahvehaneleri denetlemek ve kapatmak pek becerilemeyince bu kez çağın modasına uyarak, 1930’larda ‘devletleştirilmesi’ önerildi. Bu da tutmayınca artık devlet için yapılacak tek iş kalıyordu. Kahve kültürüne kendi de girdi. Yıllardır, seçimlerde hemen tüm partilerin kahve toplantıları düzenlemesinin mantığı budur.



Anlayacağınız kahvehaneler ve buna paralel olarak gelişen meyhaneler bu ülkenin ilk sosyal medyasıdır. Anadolu’dakiler yer yer kapatılıp, susturulabilse de Beyoğlu ve çevresi ‘kesilen internetten etkilenmeyen ayrı bir ağ’dı. Her ne değin 1934’te Acıpayam kaymakamının önderliğiyle ‘çay ve kahve içmeyenler derneği’ kurulmuşsa da, bu durum Beyoğlu’nun etki alanına girmemiş ve 1880’lerden itibaren sayıları hızla artan kahvehaneler Batı örnek alınarak; canlı müziğiyle, çayı, kahvesi, limonata, dondurmasıyla,her türlü alkollü,alkolsüz içkisiyle, briç ve tavlasıyla, dergi ve gazeteleriyle yıllardır ‘toplumsallaşma’ işini inatla sürdürmüşlerdir. Bu arada, bu ‘kahvehanelerin’ Osmanlı’nın yıkılış sürecini başlatan ilk Jöntürklerin vazgeçilmez toplantı mekanları olduğunu da önemle belirtelim.

Yıllardır Beyoğlu’nda görmeye alışık olduğumuz yan yana sıralanmış kahve, cafée, meyhane, birahaneler..ve buralarda gördüğümüz bunca farkı yaşam kültürünün kökeni 1880’lerden başlayan bu sürecin sonucudur işte. Şimdinin ‘muhalif kültürü’ de bu devlet dışı ‘toplumsallaşma mekanlarından’ kaynaklanır büyük oranda.



Tarlabaşı’nı bu anlamda daha çok önemserim. Çünkü Tarlabaşı; tüm Beyoğlu’nu, Pera’yı, Galata’yı toplumsallaştıran, buralara güzellikler katan insanların barındığı yerdir. Bu anlamda en büyük kahvehane/meyhane, en büyük ‘toplumsallaşma mekanı’ aslında Tarlabaşı’nın kendisidir. İçinde her tür yaşamın sınırlarında teğet geçtiği devasa bir alan. Bu nedenle denetlenemiyor, devletleştirilemiyor, devletçe içine de girilemiyor….yıkılıyor.

Devasa bir kahvehane olmanın yanısıra bir mutfaktır da Tarlabaşı. Arnold Wesker’ın ‘Mutfak’ı. Beyoğlu ve çevresine biraz daha güzellik, yaşanılırlık, tat katmak üzere sorunlarıyla boğuşa boğuşa çalışan insanların yaşadığı bir mutfak..

..Franz Lizs de bu mutfaktan geçenlerden. Lizst uzun yıllar Beyoğlu’nda ve Tarlabaşı’nda yaşadı..şimdilerde çocuk seslerine dönüşen piyano ezgilerinde onun notalarını dinliyorsunuz aslında.

..yıllarca yaşanılır bir Beyoğlu, yüreğinize seslenen Çiçek Pasajı denince akla ilk gelen Madam Anoil de Tarlabaşı’nın eski sakinlerinden.

…şimdilerde yolunuz Çiçek Pasajı’na düşerse, pasajın tam ortasında asılı duran fotoğrafına bakarak yüreğinizde duyduğunuz akerdeonunun o eşsiz nağmeleri, aslında yıllardır duymadığınız, Tarlabaşı’nın çığlığıdır.


dizin    üst    geri    ileri  

 





 14 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi beş mayıs iki bin on altı  / 16