‘"Sait Faik Beyoğlu’nda, çokluk ikindi üstleri görünür.
Gece yarılarına değin de oradan çıkmaz.
Bir kahvehaneye dalar. 15-20 dakika sonra başka bir kahve,bir meyhane,
bir sergi, geceleri sinema, pek pek bir tiyatro ya da yine bir meyhane.
Bu süre içinde de İstiklal Caddesi’nde bir sürü gitmeler, gelmeler. Avuç
dolusu volta.
Anadolu Pasajı’ndaki Mehdi Baba’nın çayevinden Nisuaz, Petrograd,
Moskova’ya doğru girip çıkmadığı kahve, Nektar’dan Tuna, Balkan, Orman,
Cumhuriyet, Özcan’a değin uğramadığı meyhane kalmaz. Kimi günler de
alasabah, İstanbul’u fellik fellik dolaşmaya çıkar. Beyazıt’ta havuz
başına tünemişse ‘Havuz Başı’ öyküsünü, Boğaz’a sarkmışsa ‘Menekşeli
Vadi’yi, Yedikule’den dışarı çıkmışsa ‘Sur Dışı Hayat’ı yazar. Bu ara
yolda, sinema önünde, otobüste, köprü üstünde, vapurda, Yüksekkaldırım’da,
Gülhane Parkı’nda, ne bileyim bir dükkanda ya da İstanbul’un en kıyıda
köşede kalmış bir yerinde rastladığı insanları da kollarından tutup
öykülerini sokuşturur."
Salah Birsel, ‘Ah Beyoğu Vah Beyoğlu’ kitabında Sait Faik’i bu sözlerle
anlatır.
Doğrudur, Sait Faik İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Hatta İstanbul’u
bile arada bir dolaşır. Çokluk, tüm yaşamı Burgaz’la Beyoğlu çevresi
arasında geçer. Geçer geçmesine ama, öykücülüğümüzde belki de en çok
farklı karakter, farklı yaşam tarzları onun öykülerinde görülür. Okurda,
son derece zengin bir gezme ve gözlem izlenimi, tadı bırakır.
İşte bu Beyoğlu ve çevresinin kendine özgü motifinden gelir. Baştan beri
anlatmaya çalıştığım; Beyoğlu, Galata ve Pera’nın farklı kültürlerin,
farklı yaşam tarzlarının ve her kesimden insanın yaşadığı kozmopolit bir
bölge olduğunun en güzel kanıtı Sait Faik’in öyküleridir. Sadece Sait
Faik de değil, 40’lardan günümüze dek çok sayıda yazarın, şairin
mutfağında piştiği bölge Beyoğlu’dur. Ve İstanbul’da şimdiye değin çıkan
dergilerin hemen tamamı da her ne değin basıldıkları yer nedeniyle adres
olarak çokluk Babıali’yi verseler de, aslında Beyoğlu’nun, Galata’nın bu
meyhanelerinde, kahvehanelerinde basıma hazırlanır.
Nazım Hikmet,Yahya Kemal,Fikret Adil, Mina Urgan, İlhan Berk,Attila
İlhan, Abidin Dino, Bedri RahmiFikret Mualla, Nurullah Ataç,Niyazi Berkes,
Fikret Adil, Orhan Arıburnu, Salah Birsel, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Mücap
Ofluoğlu, Oktay Rıfat, Rıfat Ilgaz, Samim Kocagöz, Sabahattin Kudret,
Necati Cumalı, Suat Taşer, Hasan İzettin Dinamo, Vala Nurettin, Faruk
Nafiz, Sabahattin Eyuboğlu, Yakup Kadri, Elif Naci, İbrahim Çallı,
Sabahattin Ali bu ‘okulun’ tedrisatından geçen gedikli öğrencilerinden
yalnızca birkaçıdır.
İnternette dolaşırken nedense adını yazmamış bir kişinin Tarlabaşı
üzerine yazdığı küçük bir not, tanım gözüme ilişti. Tarlabaşı’nı ve
Beyoğlu çevresini bundan güzel hiçbir söz anlatamaz. Ki bu söz aslında
aynı zamanda Sait Faik gibi Beyoğlu’nda pişen birçok yazarın neden
karakter ve anlatım açısından bunca zengin olduğunun da ipuçlarını
veriyor.
‘’Tarlabaşı: Sınırlarında hayatların birbirine teğet geçtiği semt.’
Tarlabaşı’nın ve oradan çıkarak tüm Beyoğlu bölgesinin zenginliği buradan
gelir işte. Her türden yaşamın sınırlarında dolaşırsınız.
Bu bölgenin başlangıçta yabancı konsoloslukların, şirketlerin barındığı
mekan olması nedeniyle, Avrupa’ya açılan, kapanmayan bir pencere olması
nedeniyle birçok yeniliğin ve dolayısıyla da farklı kültürlerin
etkileşimi sonucu muhalif kimliğini her zaman koruduğunu belirtmiştim. Bu
durum kahvehane, meyhane gibi toplu mekanlar için de geçerlidir.
Kahvehane kültürü bir şark kültürüdür. Batıdaysa kahvehaneler daha
farklıdır. Biraz kahvehane, meyhane karışımı, içinde her türlü içeceğin
hatta hafif çaplı yiyeceğin olduğu, kitap, dergi gibi geniş çaplı
külliyata sahip bir toplanma yeridir. İşte bu anlamdaki ilk kahvehane ve
meyhane kültürünü Türkiye’ye getirip, iktidarların başına dert eden de
yine Beyoğlu bölgesi olmuştur. O dönemde, Yazının girişinde Salah
Birsel’in de belirttiği gibi gündemde olan meyhane ve pastahaneler,
Kahvehaneler, içinde her türlü yayının barındığı, her türden kişilerin
her türden tartışmalar yapabildiği birer toplanma yeridir aslında. Bu
anlamdaki ‘kahvehaneler’ de devletin dışında birer örgütlenme yeridir.
Serdar Öztürk’ün ‘Cumhuriyet Türkiyesinde kahvehane ve İktidar’ kitabında
da çok güzel belirttiği gibi, ‘kahvehaneler, İstanbul’da ilk kurulduğu
tarihten başlayarak [ buna tüm Türkiye’yi katabiliriz aslında] Türk
toplumunun en önemli toplumsallaşma mekanlarından biri olmuştur. Bu çok
önemli bir nokta. Çünkü toplumsallaşma ‘aile bağları ve iktidar
yapılarının yerleştirdiği yapılar dışında, bir toplumun toplumsal bağları
farklı biçimlerde yaratma ve yaşatma yeteneğidir.’
İlk kez Pera ve çevresinden başlayarak önce tüm İstanbul’a oradan da
yurdun değişik yörelerine yayılan bu yeni tür kahvehaneler, sürekli
olarak iktidarların da ana hedefi olmuştur. Nasıl olmasın; Osmanlı’da
sarayla ilgili dedikodu ve ileri geri konuşmaların yapılabildiği tek yer
buralarıydı. Bu durum cumhuriyetten sonra da değişmemiş, tüm siyasi
düşüncelerin en çok söylenebildiği yerler bu mekanlar olmuştur. Siyasal
iktidarlar önce denetim altına almaya çalışmışlar hatta kimilerinde,
özellikle de Anadolu kasabalarında verilen içkiler, zaman zaman da
oynanan kumarlar bahane edilerek kapatmaya zorlanmıştır. Burada içki ve
kumar konusu ilginç. Aslında içki ve kumar yasaklanmıyor, sadece
kahvehanelerde yasaklanıyor. Hatta öyle ki cumhuriyetin ilk yıllarında
biliyorsunuz Milli Piyango v.b. oyunlar gibi ‘tombala’da devletin ‘Milli
Tayyare Cemiyeti’nin izin ve denetimine bağlanıyordu. Yine kumar
kahvehaneler’de zararlıydı ama denetimi daha kolay olan Anadolu ve şehir
kulüplerinde hiçbir zararı yoktu. İçki konusu da öyle. Yasaklanmıyor
ancak devlet denetimine veriliyordu. Yani içki öyle bir illetti ki, tek
başına hiçbir zararı yoktu ama, ‘toplu yerlerde’ içilince birdenbire
sağlığa zarar verebiliyordu.
Kahvehaneleri denetlemek ve kapatmak pek becerilemeyince bu kez çağın
modasına uyarak, 1930’larda ‘devletleştirilmesi’ önerildi. Bu da
tutmayınca artık devlet için yapılacak tek iş kalıyordu. Kahve kültürüne
kendi de girdi. Yıllardır, seçimlerde hemen tüm partilerin kahve
toplantıları düzenlemesinin mantığı budur.
Anlayacağınız kahvehaneler ve buna paralel olarak gelişen meyhaneler bu
ülkenin ilk sosyal medyasıdır. Anadolu’dakiler yer yer kapatılıp,
susturulabilse de Beyoğlu ve çevresi ‘kesilen internetten etkilenmeyen
ayrı bir ağ’dı. Her ne değin 1934’te Acıpayam kaymakamının önderliğiyle
‘çay ve kahve içmeyenler derneği’ kurulmuşsa da, bu durum Beyoğlu’nun
etki alanına girmemiş ve 1880’lerden itibaren sayıları hızla artan
kahvehaneler Batı örnek alınarak; canlı müziğiyle, çayı, kahvesi,
limonata, dondurmasıyla,her türlü alkollü,alkolsüz içkisiyle, briç ve
tavlasıyla, dergi ve gazeteleriyle yıllardır ‘toplumsallaşma’ işini
inatla sürdürmüşlerdir. Bu arada, bu ‘kahvehanelerin’ Osmanlı’nın yıkılış
sürecini başlatan ilk Jöntürklerin vazgeçilmez toplantı mekanları
olduğunu da önemle belirtelim.
Yıllardır Beyoğlu’nda görmeye alışık olduğumuz yan yana sıralanmış kahve,
cafée, meyhane, birahaneler..ve buralarda gördüğümüz bunca farkı yaşam
kültürünün kökeni 1880’lerden başlayan bu sürecin sonucudur işte.
Şimdinin ‘muhalif kültürü’ de bu devlet dışı ‘toplumsallaşma
mekanlarından’ kaynaklanır büyük oranda.
Tarlabaşı’nı bu anlamda daha çok önemserim. Çünkü Tarlabaşı; tüm
Beyoğlu’nu, Pera’yı, Galata’yı toplumsallaştıran, buralara güzellikler
katan insanların barındığı yerdir. Bu anlamda en büyük kahvehane/meyhane,
en büyük ‘toplumsallaşma mekanı’ aslında Tarlabaşı’nın kendisidir. İçinde
her tür yaşamın sınırlarında teğet geçtiği devasa bir alan. Bu nedenle
denetlenemiyor, devletleştirilemiyor, devletçe içine de
girilemiyor….yıkılıyor.
Devasa bir kahvehane olmanın yanısıra bir mutfaktır da Tarlabaşı. Arnold
Wesker’ın ‘Mutfak’ı. Beyoğlu ve çevresine biraz daha güzellik,
yaşanılırlık, tat katmak üzere sorunlarıyla boğuşa boğuşa çalışan
insanların yaşadığı bir mutfak..
..Franz Lizs de bu mutfaktan geçenlerden. Lizst uzun yıllar Beyoğlu’nda
ve Tarlabaşı’nda yaşadı..şimdilerde çocuk seslerine dönüşen piyano
ezgilerinde onun notalarını dinliyorsunuz aslında.
..yıllarca yaşanılır bir Beyoğlu, yüreğinize seslenen Çiçek Pasajı
denince akla ilk gelen Madam Anoil de Tarlabaşı’nın eski sakinlerinden.
…şimdilerde yolunuz Çiçek Pasajı’na düşerse, pasajın tam ortasında asılı
duran fotoğrafına bakarak yüreğinizde duyduğunuz akerdeonunun o eşsiz
nağmeleri, aslında yıllardır duymadığınız, Tarlabaşı’nın çığlığıdır.