Acelem vardı. Yürüyordum. Hep acelem olur. Gidilecek bir yer, alınacak
bir şey, uğranılacak biri. Yürüyordum. Kahve kokusu o sıra. Yürüyüşümü
yavaşlattı. Yeni nesil kahve satan dükkanlardan birinin önünden geçiyor
olmalıydım. Canım çekti mi? Çekti. Nadiren kahve isterim oysa. Dursam mı,
girsem mi, elime tutuşturacakları karton bir bardağa baka baka yoluma
devam etsem mi, yürürken içsen tadı tuzu olacak mı, derken boş verip
ilerlemeye devam ettim. Kaybedecek zaman yoktu. Ne zaman oldu ki? O sıra
geçende okuduğum bir fiil düştü aklıma. ‘Kendimize ait bir imgeyle
dolmak!’ ilk okuduğumda da çarpmıştı, ondandır ki günlerdir zihnimde
evirip çeviriyordum. Kendime dair bir imgeyle dolacaksam… Hem neyin nesi,
kendine dair bir imge? Üstelik onu alıp benliğine yapıştıracaksın.
Kendini örteceksin kendine dair bir imgeyle, öyle mi? Tabii, böyle bir
imgeye sahip olmak asıl mesele, görünürde yoksa arayıp bulmak, kazıp
çıkarmak saklandığı yerden. Varsa da derindedir zaten. Yoksa göz önünde
olanın fark edilmezliğinden, göremeyeceğim kadar yüzeyde mi? Kahveyi boş
verdiğim gibi bunu düşünmeyi de boş vermeliyim gibi gelmişti o anda.
Esasında ürkmüştüm bu dolma meselesinden ve hatta kendime dair bir imge
arayışından. Zihnimden savuşturmak istediğim için başımı hafifçe
salladığımı fark ettim ilkin, sonra bunu yaptığımı gören birileri var mı
telaşıyla etrafı kolaçan ettiğimi. Neyse ki, kimse benden yana
bakmıyordu, gören olmamıştı besbelli. Kim bilir, belki de herkes kendine
dair bir imgeyle kendini doldurmakla meşguldü. Bir an bu düşünce canımı
sıktı. Benden başka herkesin çoktan ‘dolmuş’ olduğu düşüncesi belirince
zihnimde, çıplakmışım – anadan üryan şöyle – gibi koşup saklanma isteği
peyda oluverdi. Zaten koşar adım gidiyordum. Nereye kaçacaksın?
Nereye kaçacaksın? Somut olana, görünürdeki eyleme ve eyleme
zorunluluğuna elbette. İşin mi yok, dedim kendime. Nereye dönsen yapman
gereken başka bir işe çarparsın. İçime su serpti bu dediğim. Hızlıca
listeledim o gün yapılacakları. Önce bu, daha önce şu, biraz sonra o
derken rahatlamış gibiydim. Gün yetecek mi? Liste bitmeden geniş bir
zaman olma – olabilme arzusu belirdi içimde. Zamanın kendisi olma. Arzu
ile imgeyi karıştırma diye uyardım içten içe sevinmeye başlamış zihnimi.
İmge bulmak da kolay değil, geniş bir zaman dönüşmek de. Yürü hadi yürü.
Şu caddeden kurtulmalıydım.
Önüme çıkan ilk ara sokağa daldım. Kestirme, diye düşünmedim ki
kestirmeydi. İki yanında müzik aletleri satan mağazalar sıralanıyordu yol
boyu. Vitrinlere göz ucuyla bile baksanız türlü türlü müzik aleti
görebiliyordunuz. Vurmalılar, yaylılar, üflemeliler. İster istemez şarkı
düşüyor insanın zihnine onlara bakarken. Bu kez başımı değil elimi
salladım savuşup gitsin diye gelen düşünce. Görüp de yadırgayan kimse
oldu mu diye de bakmadım. Fark edilmeyi umursamayacak kadar önemliydi
kendini fark ettirmeye çabalayandan silkinip kurtulmak. Elimi sallarken,
uzaktan gönderdiğim masum öpücüğü, parmaklarıyla yakalayıp götürüp
kalbine koyan çocuğun imgesi belirdi gözlerimin önünde. Mutlu bir imgeydi
ama bana dair olmadığından onunla dolmam olanak dışıydı. Tüh be, dedim.
Tüh be. Güzeldi oysa. Yakışırdı da. Ama yakışmazdı da bir yandan. Elimi
saçlarımın arasından – biraz düş kırıklığıyla – geçirdim. Görüntü dağılıp
gitti. Sokağın eskiden de bu kadar uzun olup olmadığı sorusu o an düştü
aklıma. Üç beş adımda geçilebilir gibiydi sanki birkaç gün öncesine
kadar. Düşme aklının bu oyunlarına, diye nasihat etmeliydim kendime.
Somuta, yaşamsal olana dön, demeliydim. Demedim ama saatime baktım.
Çoktan gecikmişliğime mi yanayım, kendime dair – yere batasıca – bir
imgenin peşine düşmüşlüğüme mi çıkışayım bilemeden durayazdım sokağın
orta yerinde. Kendine dair, kendini doldurabileceğin bir imgenin varlığı
fikrinin yüzeyinde küstahlık vardı, az derininde de güven. Küstah bir
güven. Bu saptamaya deli gibi sevindim. Aferin bana. Vallahi aferin.
Sevincimi kıran Plotinus’a ne kadar lanet okusam azdı: “ kişi ancak
içinden çıktığı şeyi temaşa etmek üzere geri dönmek suretiyle kendi
imgesini belirleyebilir ve bu imgeden haz alabilir.” Her sözcüğü yüz kez
çevirdim zihnimde. Sokağın ortasında durmuş elalemin filozofuna lanet
okurken müzik aletleri satan dükkanlardan en köhne görüneninden yükselen
şarkıya itiraz, imgenin özlemi ve hazza dirençle ayağımı yere vurdum.
Saati ve zamanı boş verip geriye, hala burnumun direğinde sızlayan kahve
kokusunun geldiği yere doğru döndüm. Dilimin ucunu sızlatan ilk sıcak
yudumun ardından, kendini bozmayı asla bırakmayacak bir imgeye ihtiyacım
olmadığını söyledim kendime. Boşluğuma. Yinelenen dolma ve boşalmalardan
ibaret gizli bir inşa sürecinin – gerekirse – değiştirilebilir tuğlasıydı
imge dediğin şey. Mayısı kırmızıya kesen gelincikler, uykusuz gecede
çağırdığın ‘uyku cini’, şarkının biteviye değişen güftesi, gerçeğin
üstünü örten söz sanatı, denize paralel dağların doruğu, bulutların
içinden hızla geçişi, yüzünden göğsüne düşen bir damla ter, kanını
kaynatan yüksek perdeden kahkaha, kahvenin kokusu ama en çok da ironi.
Seç, beğen, doldur, boşalt. Kendinden, kendine dair veya değil. Doluysan
da boşsan da kahveyi bitirip koşacaksın. Bardağı masaya bırakıp koştum.
Kendime dairin ağırlığıyla koşabildiğim kadar koştum.