Göz kapaklarından biri, bir milim düşüktü. Bakışlarının derinliğini
deforme eden, kızarık göz kapakları, uykusuz ağlamış rutin halini
anlatırdı. Göz kapakları ses değildir. Kulak kepçelerine görsel yaklaşmak
çaresizlik gibi…
Ustalarından biri, “pırlanta kızım” demişti. Kız, yılları dilsiz
ağladıktan sonra, konuşmaya karar vermiş gibi, herkesle konuşmaya
çalışıyordu. Ama sonunda bıktırıcı oldu. Yine de susmak istemedi. Yazmak
da istemedi bu sefer. Gidip ağaca, çiçeğe, yağmura konuştu. Neden bu
kadar buğulu ve yakıcı ağıyorum? Kış geldi. Soba bacaları, uzak dumanlar,
yabancı yüzlere gıyabında konuştu. En çok kimsesizliğine konuştu.
Susmaktan korkuyordu. Susku, iç seslerin, intiharın vurgusu olacak.
Tırmalayan seslere tahammülü kalmamıştı. İsyanını duyan yoktu. Ama
ustalarından biri ona, pırlanta kızım demişti. İnsanları yormak
istememişti. İnsanlarla iyi olmayı çok denedi. Kapalı bir çehreydi.
Herkese kapalı, herkese yağmurlu bir gün gibi.
***
O gün yine çirkin görünüyordu. Kötü bakımsız. Kendini sevmediği günlerden
biriydi. Saklanan, kaçan günlerden birinde, nasıl oldu da sokağa bıraktı
kendini?
Metruk havrayı seçiyordu öyle günlerde, çantasının arka gözlerinde
muhakkak depresanları ve intihar fantezileri saklıydı. Belki bu sefer
kesin yaparım dediği günler de oldu. Sonra ahlaksız insanların bağrını
gererek gezdiği dünyada, bir ben miyim acının hamalı? Bir ben miyim yükü
taşıyan diye düşünüp, kendine kızdığı da oldu.
Yine o metruk havraya girdi. Ölü Yahudilerin, ayin tınıları çalınsın
kulağına, mum ve ağır esans kokuları gelsin burnuna. Tam bir ritüel
olurdu. Acı, buğu, sıcak bir dostluk, kavgalı olduğu uzak tanıra gitmenin
yolu. Havranın merdivenleri yıkık. Eskisi gibi üst katlara çıkamadı.
İşlemeli pencere de kalmamış. Oysa tam karşı pencerede Yako’nun
fabrikasını gözlerinde bir kez daha yakmak istiyordu. Böyle bir şeyi, haz
olsun diye istemezdi. Eskinin harını sırtına sarsınlar, eskinin buğusunu,
eskinin mum kokusunu. Yunan askeri elinde delikli demirle gelip dağlasın
seni, zaten gözlerin de, şiirin de şehla değil mi? Ölü ozanların eski
bağlaçları hadi kopun acıdan. Yok böyle değildi bu şiir.
Havranın arkası at ahırıydı. Develer de vardı. Fotoğrafa meraklandığı
sıralarda hep buralarda gezinmişti. Rüzgarı eksik atlar içini acıtmıştı.
O zaman Zeki baba, kızın elinden tutmuş, bütün içi dolu tuğlaların, onun
çocukluğunun ağırlığı olduğunu anlatmıştı. Zeki babanın ellerinde hep
altın tozları var zannediyordun. Bir sarraf ve eski evler dönemi, o zaman
intiharın sesi kısık, İstanbullu gazeteci çocuğun sesi baskındı. “Git
azınlıklar üzerine bir kitap hazırla.” Ney sesi ve Zeki babanın uzak
kasabasının kendinde yakın duyduğu, adını koymadığı haz günleriydi. Lemi
babadan tarih dersleri. Hicret içine çöken o göç, kendine kapalı
düşlerden düşerken. Yok böyle değildi bu şiir.
Tacirler tanrıları da kurutmuşlar, mevsimlik inanç pazarında. Ah şehla
kız! Böyle değildi bu şiir. Yangını seyretmiş mi tanrılar? Azınlık,
kendinde azınlık sen değil misin? O yüzden kavgalıydın gazeteci çocukla.
O bilmez ki sendeki zahiri, zayi hayatların kıyısından yürüyüp ağır aksak
öykülerin arasında kaldığını.
Zayi pek çok hayat; çorapçı Mustafa ‘nın hikayesi mesela. Darbeden ağır
geçirilmiş gençlik sınavının ardından duyulan kimsesizlik. Kimse beni
anlamıyor diye, ahırındaki keçisine sarılıp saatlerce ağlamış. Arada
parasız kalınca, daha önce, bir ara aldığı bir çuval dolusu çorabı
satmaya uğraşan Mustafa. Dağ eteklerinde çoban Mustafa. Ya şu başkasının
yerine asılan, en azından asıldığı iddia edilen şu çocuk. Kimdi o. Adı
bile yok sende.
Umutsuz olduğunda ağır ağır yürürdü. Bütün hikayelerin içinden geçer
giderdi. Zamanla hikayelerin renkleri ve tonları eskimeye başladı. Öfke
köreldi. Umut seyreldi. Kasabanın adımları ezberlendi. Kasabada yeni
yüzler belirse de, eski yüzler, şehla kız hakkında ön bilgi verip, bütün
yüzleri ondan uzak tutardı. Geleceğin akıl hastası. Kasaba ve küt
zihniyetler, şehla kızın sonunu, gizli bir hazla izliyor olabilir mi?
Sonunu merak ettikleri belli.
Şiiri ve gözünün teki şehla, diğer gözü dalgın. Nereye bakıyor şimdi bu
kız? Havranın bahçesinde, bir köşeye oturmuş. Cam parçalarına bakıyor.
Geçen yıl kırıp attığı cam oradaydı. Kara lekeleri üzerinde. Kendi eski
kanı. Dimağındaki tüm sokakları, kara lekenin üzerinde tekrar gezdirdi.
Atladığı, bulamadığı, göremediği bir parça olmalı. Geçen sene, koza
parkın arkasında yaklaşık üç saat ağlamıştın. Ressam kadını aradın. O da
iyi gitmedi. Kadının evinde beş saat ağladın. İncir, şarap, çikolata, çay
bütün ikramları kabul ettin. Ama sonra yine ağladın. Göz pınarından göz
akına et ve damarlar yürüyene kadar ağladın. Ali hocanın evinde,
balkondan aşağıya bakınca gördüğün o duvar yazısına bakıp, yine ağladın.
Tango yapan kadın tuvaline ağladın. Şimdi yine eski cam kırıkları ve eski
lekelere bakıp tıkanıklık yaşıyorsun. Biz ki bizden önceki yaraya
ekliyiz. Böyle değildi bu şiir.
İtilmek, kabul görememek çok ağır değil mi şehla kız? Bileklerinde eski
izlere baktı. Hayır ağlama krizi henüz gelmedi. Öfke de yoktu. Doktor
Derya nasıl olmuşsa görmüş Şehla kızı. Omzuna dokudu.
“Ellerine bakabilir miyim? “
Kız ellerini uzattı.
“Sen emekçisin. Neden utanıp kaçıyorsun insanlardan? Yüz akı ellerin
varken kaçma.”
Evet ağlamayı tetikleyen şey yine oldu. Biri omzuna dokundu. Şehla kız
belki bunun üstüne beş saat daha ağlardı ama göz yaşları beş saatin özeti
gibi, kanlı aktı.
“Yüzünü yıkamış o gözler. Zamanında çok yıkamış. Artık kan rengi.
Biliyorum seni.
Anlattılar. Sen kırgın bir çocuksun değil mi? Orada, içinde. Bir şey
diyemem.
Dokunamayız ona. Ona ancak sen dokunacaksın.” dedi ve kızın bileklerine
baktı “Çocuğu kesiyor musun? Şu an polisi arama hakkım olduğunu da
biliyorsun. Git buradan başımı belaya sokma. İçindeki çocuğu kesen birine
tahammülüm yok.”
“Bunlar eski izler.” dedi, Şehla kız.
“Yapma.” dedi, doktor, “Senin gibi aklı başında bir çocuk. Hadi git
buradan. Çay içerdik birlikte ama şu bileğindeki mor izler var ya
iğrendim onlardan. İnsan kendi bedenine saygı duymalı. Sen bu olmazsın.
Ben seni böyle duymadım. Herkes seni çok takdir ediyor. "
“Sahi mi?” diye sordu Şehla kız, şaşkın…
“Hadi işim var. Git yoluna. Yüzün gözün aydınlanmadan, kendini o kuyudan
çekip
çıkarmadan da görünme gözüme. Yüzün gülerse çay içeceğiz. “ diye
yanıtladı doktor kızı.
Kız elini uzattı. Derya bey de elini uzattı.
“Söz mü? Girme artık metruk yerlere.”
“Söz hocam.”
Kız başını öne eğip gitti. Eve döndüğünde hali perişandı. Saçları iyice
dağılmış, gözleri daha da kızarık. Hemen banyoya koşup elini yüzünü
yıkadı. Annesine olanları anlatmadı. Dergi çıkarmak için toplantı vardı,
dedi. Onu çok önemsediklerinden söz etti. İstanbul’daki gazeteci çocuk,
yıllar sonra bugün telefon etmiş, sözde kendinden özür dilemiş. Gönlüne
göre ne varsa yalan da olsa umutlu anlattı. Annesi de “Onca emek boşa
değilmiş.” dedi ona. Çay demleyip içerlerken annesi sordu: “Şehla gözlü
bir kızın şirini yazıyordun, ne oldu o?” Kız düşündü önce. “Hiç anne,
umutlu bitti. Hayal insanları ve kasabanın zahir yüzleri ona umut
veriyordu. Zayi düşlerin kıyısında gördüm onları. Biraz boyunları bükük
kalmış yüzlerde saklı bir şey vardı.“
Böyleydi şiiri.
“Ustan haklı pırlanta gibi kızsın sen. Bir gün anlayacaklar seni.” dedi
annesi.