İşçi bedenim, işçi ellerim soğuk, hissiz ve koyu. Bütün renkleri
kaybetmiş ve aslından uzaklaşmış. Bir halka bir halka daha yan yana
duruyor. İki halkayı birleştiren neydi? Buna kim karar veriyordu? Belki
bu halkalara sorsak boncuk gibi yan yana dizilmeye karşı çıkacaklardı
belki de isyan edip kavgaya tutuşacaklardı.
Aklımı yitirdiğim bir vakit, okulu bırakıp mahallemizdeki sanayide
çalışmaya karar verdim. Aklımı yitirmem kızgınlığımın bir yansıması.
Büyümeye can atıyordum ve biran önce para kazanmalıydım. Oysa ne güzel
resimler yapardım. Bir gelenekmiş, saniyede çalışmaya başlayanlara ilk
gün koca balyozu verirlermiş, benim ağırlığım ne ki… Ama direndim,
yapacağım. Var gücümle sarıldım balyoza, vuruyorum soğuk demire, kendime,
kararlarıma ve olmamış yaşamıma…
Zincirler üretiyoruz, irili ufaklı bir sürü zincir. Sanayiden çıkar
çıkmaz zincirler mahpushaneye varır çeşit çeşit tutsaklıklara tanık olur,
arabanın lastiğine sarılır şehir şehir gezer, hastaneye varır hastaları
yatağa kilitler. Daha neleri bağlar, neleri ayırır?
Ayaklarım yaşadığım şehre inat farklı yönde ilerlemek isterken yine
kendimi sanayiye varan yolda buluyorum. Sanayi, çok konuşan ama az şey
söyleyen insanlarla dolu. Benim ne işim var burada? Oysa ne güzel
resimler yapardım. O gün sanayiye vardığımda başka bir ilçedeki sanayide
çalışacağımızı söylediler. İlk defa mahallemden uzaklaştım, şehrin hiç
görmediğim lüks bir semtine doğru yola koyulduk. Biraz ileride deniz
vardı, insanlar cıvıl cıvıldı ve serinlemek için denize giriyorlardı. Biz
ise demirin sıcaklığını duymak sonra da onu soğutmak için balyoza
sarılıyorduk. Arabadan indik ve ben etrafı aval aval incelerken bir kadın
bize doğru gelmeye başladı. Hayatımda gördüğüm en güzel kadındı, yerimde
çakılıp kaldım. Mini eteğiyle, kendinden emin yürüyüşüyle büyüsüne
kapıldım ve birden onunla göz göze geldim. Onunla göz göze gelince içimde
sakladığım, ötelediğim şeylerle de göz göze geldim. Kadın bütün bu
içimdeki hüzünleri bakışlarıyla okşadı. Kadın, öyle bakınca, işçi
ellerim, tırnaklarıma saplanmış kirlerden dolayı utandılar ve bir yerlere
saklanmak istediler. Farkına varmadan ellerim arkada bağlandılar ve
sahneden çekildiler. Üstüm başım eski püskü, onları artık bir yere
saklayamam. Yırtıklardan tenim görünüyor, keşke yer yarılsa da içine
girsem!
Sonra gece çöktü şehre, evlere, yüzümüze ve yaşadıklarımıza. Gündüz
bitince her şey de biter sandım. Utancımdan kurtulmak için koşar adım eve
vardım. Gizlice, hırpani kıyafetlerimden arındım, ellerimdeki kirleri
tinerle kazıdım sonra duşun altında suyla birlikte her şeyin akmasını
istedim. Her şeyin akıp gitmesini istedim; utancımın, yanlış yerde
olduğum hissiyatının, pişmanlıklarımın…
Sonra akan suya karıştım, suyla birlikte aktım aktım ve oluşan su
birikintisiyle borulara ulaştım. Borulardan süzülürken kayboldum ve başka
bir evin banyosunda buldum kendimi. Tanımadığım bir evin banyosundan
içeriye girdim ve korkarak kapıyı açtım. Uzunca bir koridordaydım şimdi.
Koridorun her iki yanında duvarda asılı maskeler var. Yüzlerinde
dinginlik taşıyan maskeler. Bir tablo; yosuna bulanmış mavinin içinde iki
kırmızı balık yüzüyor. Bir saniye! Bu tablo benim. Bir yıl önce
yapmıştım, resim öğretmenim çok beğenmişti ve annem de salonumuza
asmıştı. Tablomun burada ne işi var? Bir hırsız gibi sessizce tanımadığım
bir evde yürüyorum. Bu evin duvarında asılı olan tablo benim.
Şaşkınlığımı bir kenara bırakarak başka bir odaya yöneldim. Özenle
düzenlenmiş ve çokça kitabın olduğu bir oda. Bir bölümünde bir sürü müzik
aleti var; çello, gitar, tef ve org. Tüm ıslaklığıma rağmen ardımda ayak
izi kalmayışı çok garip. Başka bir odadan sesler duyuyorum, yavaş yavaş
ilerliyorum. Ne olacaksa olsun, neden burada olduğumu öğrenmeliyim.
İçeriye girdiğimde ayak seslerimi duyamıyorum ve burada iki kişi var; bir
kadın ve bir erkek. Onlara doğru ilerliyorum ve bu merakla gelen
cesaretime inanamıyorum. Kafalarını kaldırıp bana bakmıyorlar bile, sanki
beni yok sayıyorlar ya da beni görmüyorlar. Biraz daha ilerleyince donup
kalıyorum çünkü karşımdaki erkek benim. Kendi karşımda tıpkı sanayideki
güzel kadına benzer bir kadın var, yalnız biraz daha esmerce. Üstümdeki
kıyafet ne kadar da düzgün, bugünkü kıyafetlerimle hiç alakası yok.
Tırnaklarım tertemiz, tinerin geçiremediği kirlerle alakası olmayan
ellerim, palet tutan boyalı ellerim, benim ellerim. Elimde palet,
karşımdaki kadını çiziyorum, kadının gözlerinin içi gülüyor otuzlu
yaşlardaki bana bakarken. O an daha uzunmuşum gibi geldi, kendime
bakıyorum, on beş yıl sonraki halim, saçımdaki beyazlardan çıkartıyorum
bunu.
Bir an zihnimdeki zincirler tek tek kopmaya başlıyor. Gözlerim kararıyor,
midemde garip bir yanma hissi. Gözlerimi açtığımda kendimi evimizde duşun
altında hâlen akan suyun şırıltısında buluyorum. On beş yaşındayım. On
beş yılda neler değişmez? Zincirler kırılır, yeni yollara sapılır,
olmayan şeyler yeniden denenir, olasılıklar artar, güven gelir, coşkuyla
koşulur, zamanın ellerinden tutulur, severek yaşama karışılır. Her şey
mümkün, neden olmasın?